OKUDUM PAYLAŞTIM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Umutların Tükenip, Kahve Çekirdeğinde Hayat Bulmuş Hali

0 yorum

 




Hangi roman kahramanı ne yapmış? Yazar, bunu okuyucuya nasıl yansıtmış? Kurgudan karakterlere, içerdiği mesajlardan anlatım diline kadar elbette ki hepsinin bir sebebi ve cevabı vardır. Anlamamız için bazen sadece baktığımız yönü değiştirmemiz yeterlidir.

İstanbul Oyuncak Müzesi’nde Yasemin Sungur’la Kitap ile Sohbet etkinliği sayesinde tanıştığım, kitaplar konuşulurken olaylara farklı açılardan bakmamızı sağlayan sohbetiyle olduğu kadar yazılarıyla da tanıdığım Oktay Valunya ile ilk romanı ‘Yemen Dilberi’ hakkında konuştuk.

Söylemeden geçemeyeceğim, romanınızı henüz okumayanlara da “Spoiler” etkisi olsun istemem. Finalde yaptığınız ters köşeyle sürpriz sonlu bir roman olmuş. Uzun süre konuşulacak gibi gözüküyor.

Öykü ve denemelerden sonra bir romanla okuyucu karşısında olmak sizi heyecanlandırmıştır diye tahmin ediyorum. Kitabı ilk elinize aldığınızdaki duygularınızı bizimle paylaşır mısınız?

Kızım doğduğunda, “Tamam benim bir çocuğum oldu ben babayım artık” düşüncesiyle ertesi gün işe gitmiştim. Ama şimdi birlikte o kadar çok şey yaşadık ki kızımı damarlarımda hissediyorum. Kitabımı elime aldığımda da benzer duygular yaşadım.  “Tamam” dedim bir kenara koydum. Tebrikler başlayınca, hele imza günleri sonrası aldığım keyif Yemen Dilberi’yle bütünleşmemi hızlandırdı diyebilirim. Ama kızım gibi olamaz…

Sohbetin en güzel hali, kitabın kahramanlarını yazarıyla çekiştirmek. Kitabın baş kahramanı Orhan’ı bize biraz tanıtır mısınız? Orhan nasıl bir karakter?

Bu soruyu bir arkadaşıma sordum. Yanıtı, gözünün önünde olan bitenin farkında değil, duygularını ifade edemiyor, karşısındaki kadını çözemiyor, hayattan beklentisini fala bırakmış. Kitapdaşımın yorumu hoşuma gitti.  Orhan sürece önem veriyor yani sonuç odaklı değil. O kavuşamamanın zevkini yaşıyor.

Yemen Dilberi ilk sayfa kahve falıyla başlıyor. Fala inananlardan mısınız?

Yok fala inanmam. Benim bu konuda ilgimi çeken fal bakma anındaki ritüellerdir. Falcının fincanı elinde tutarken bedensel mimik ve jestleridir. Kullandığı dildir.  Yine de inanmasam bile ben kahve içtikten sonra fincanımı tabağına ters çevirip kaparım daima.

Genelde erkek yazarların kadın karakterleri yazmaları zordur derler. Tabii bu kadın yazarlar için tam tersi. Peki sizin yazarken en çok zorlandığınız karakter hangisi?

Handan, bir erkeği peşinden sürükleyecek yeteneğe sahip bir kadını yaratmak çok zorladı beni. Bana böyle kadınlar çok çekici gelir.

Yemen Dilberi’ndeki hangi karakter sizin favoriniz? Neden?

Melihcan. Şimdilerde neredeyse askere gidecek yaşa geldi. Kahramanlarımın en safı. Çocuk işte.



Yazarken yaşanılan deneyimlerle birlikte iyi bir gözlemci olmak da duyguyu yazıya geçirmede kolaylık sağlar. Siz yazar olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız? 

Yolda yürürken herhangi bir nedenle düştüğünüzde sadece korku, acı, kendimize kızma ve benzeri duygular yaşarız. Bu deneyimdir.

Başka birinin düşüşünü gördüğünüzde o kişinin nereye takıldığını, düşmeme çabasını, düştükten sonra kalkış çabasını ve buna benzer eylemleri izlersiniz. Bu gözlemdir.

Ben zannederim iyi bir gözlemci ve hayalperestim.  Bu yaşamla ilgili tabii. Tek düze yaşamı olanın deneyimi az olur.

Karakterleri yazarken kendinizden bir şeyler kattığınız olur mu? Mesela hangisinde sizden izler vardır?

Elbette, Orhan. Kendimden izler çok var.

Mekân seçimlerinizin özel bir nedeni var mı? Özellikle semtler?

Yaşadığım sevdiğim yerler. Özel bir nedeni yok. Kitabımın gelişimi Yalova’nın bir köyü olan Koruköy’deki evimin üst kat balkonunda. Sahil, cami, komşular Melihcan. Yaşamımın merkezi olan yerler.

Yazma ritüeliniz var mıdır?

Sıkıntılı bir konu benim için. Disipline olamıyorum, tarzım bu herhalde.

Yazdıklarınızı ilk kim okur? Çevrenizde fikrine güvendiğiniz, yorum yapmasını beklediğiniz biri var mı?

Çevremde bana yardımcı olan çok yetenekli kitapdaşlarım var. Özellikle yazımı okumalarını istediğimde onlardan tek isteğim bana olumsuzluklarımı söylemeleri.

Kurguyu oluşturduktan sonra sonucunu bildiğiniz bir şeyi yazıyorsunuz aslında, peki yazarken akışa kapılıp farklı bir yön kazanır mı yazdıklarınız?

Yemen Dilberi benim ilk kitabım. Bu kitabı yazmaya başladığımda nasıl biteceğini bilmiyordum. Karmaşık bir yazım süreci geçirdim. En ilginci hiçbir yazma tekniği bilmiyordum o zamanlar. Ama çok kitap okuyordum.

Kitabın adı neden “Yemen Dilberi”?

İlk adı “Kıvrımlar, Eğriler, Büğrüler.” Sonra “Kırmızı Şezlong.” En son “Yemen Dilberi”

Romanın hikayesi kahve falı üzerinden gittiğinden “Yemen Dilberi” en uygunu oldu

Yemen Dilberi kitabın yanında bir de kahve kolonyası var. Bu fikir nasıl gelişti?

Dünya’da ilk. Birden aklıma geldi. Kahve kolonyası aldım. Boş şişeye doldurdum. İçine kahve tozu ve çekirdeği kattım. Şişenin bir yüzüne kitabımın ön kapağını fotoğrafını yapıştırdım. Keyif aldığım bir uğraşı oldu.

Yeni kitap projesi var mı? 

Yarılanmış bir öykü kitabım, yarılanmış bir romanım var. Harekete geçmem lazım…

Biz merakla bekliyoruz. En kısa zamanda yeni kitaplarda, yeniden buluşmak dileğiyle.

Teşekkürler sevgili Oktay Valunya…

Röportaj: Hüma Oktay


Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 



Devamını Oku »

2021’de Düşlerimi Tamamlayan Kitaplar

0 yorum

 


Yağmurlu bir havada patika bir yolda yürüyorsan sürprizlere açıksındır. Ancak yürüdüğün yol asfalt ve yanları kaldırım taşlı herhangi bir şehir yoluysa sürpriz beklemezsin ve gönül rahatlığıyla yürüyüş boyunca yerdeki su birikintilerinde keyfince zıplarsın. Çevrene ve üstüne sıçrayacak bir avuç yağmur suyundan başka ne olabilir ki?  Ta ki üçüncü zıplayışta bacaklarının tümü suyun içine batana kadar. Sürpriz!

2020’ye bilim kurgu-aksiyon bir filmin baş kahramanları gibi başlayıp, bazen bata çıka, bazen tepe taklak, can hıraş, sonunda yılı bitirdik. Umudumuz 2021’de…

Biliyorum ki insan neyi düşlerse onu gerçekleştirir. Ben de kitaplığımdan 2021‘de kendim ve yaşadığım dünya için düşleyebileceğim, duygularımı tanımlayan, ruhuma iyi gelen kitapları seçtim.

Yıllardır yaptığımız gezilerden biriktirdiğimiz anıları -korkunç da olsa- gülerek anlattığımız zamanların çoğalmasını ve yerlerine yenilerinin -en çok da güzel olanlarının- gelmesini diliyorum. Seçtiğim ilk kitap 2020’nin son aylarında basılan “Güzel Ülke Atlası.” Yazım aşamasında Mutlu Tönbekici’nin paylaşımlarından da takip ettiğim kitabı dört gözle bekliyordum. Elimize aldığımızda, çocuklarla birlikte her sayfasında keyifle gezindiğimiz, arada çığlık çığlığa “A biz burayı görmüştük” derken bile hakkında yeni bir şeyler öğrendiğimiz ya da “Buraya mutlaka gitmeliyiz” deyip listeye aldığımız, yalın ve net anlatımına hayran kaldığımız keyifli bir kitap.  Güzel Ülke Atlası, İstanbul’daki dünyanın ilk havalimanı Galata Kulesi’nden Ağrı’daki dünyanın ilk kaloriferli sarayı İshak Paşa Sarayına uzanan yolculuğumuz boyunca, yaşadığımız topraklarda sahip olduğumuz değerleri bir kez daha hatırlamamıza ve 2021 için umut dolu yol haritası çizmemize yardımcı oldu.

“Kumları canlı göl: Salda Gölü, turkuaz rengi suyu ve bembeyaz kumlarıyla o kadar güzel ki insan seyretmeye doyamıyor. Ama o tropikal adalara benzeyen kumsal aslında kumdan oluşmuyor! Gölün bembeyaz kumları, “siyanobakteri” adı verilen özel bir tür bakterinin oluşturduğu yaşam formu. Siyanobakteriler dünyanın yaşanabilir hâle gelmesi için gerekli oksijeni üretirler…”

2020 yılı, pandemi boyunca aile içi dayanışmanın arttığı, evde tüm hünerlerimizi -özellikle mutfakta- sergilediğimiz, herkesin her işi yapmak için çabaladığı Kadın -Erkek rolleri başta olmak üzere ezber bozan bir yıl oldu. Ama yıl kaç olursa olsun toplumun değişmeyen gizli gündemi aile içi kalıplaşmış rollerdi. Farkındalık artıkça nesiller arası görüş farkının da zamanla kapanacağına eminim. Bu uğurda mücadele edilen tüm çabaların da olumlu sonuçlanmasını ve hepimizin taşın altına elimizi koyduğumuz, 2021 için umut ve dayanışma dolu bir yıl olmasını diliyorum.

İkinci seçtiğim kitap 2020’nin bitmesine iki ay kala basılan “Benim Babam Kötü Örnek.” Uzun zamandır kitaplarını beğenerek okuduğum Aslı Tohumcu, yazdığı yetişkin kitaplarından sonra neşeli eğlenceli ve eğitici çocuk kitaplarıyla da toplumsal sorunlara parmak basmaya ve iyileştirme adına güzel mesajlar vermeye devam ediyor.

“Benim Babam Kötü Örnek” de şiirsel bir dille anlatılan kalıplaşmış aile içi rollerin değiştiği ama çevre baskısının hâlâ devam ettiği gerçeğini, hayata dair ortak sorunlarda büyüklerle çocukları aynı satırlarda buluşturuyor.

“Kötü örnek demek az gelir,” der amcam. 

“Tam bir mutfak sihirbazı. Bu yanlış bir kere”

Sahiden, babamın pişiremediği şey yoktur.

İyi de kötülük bunun neresinde?

Yıllardır değişen sınav sistemiyle gündemden düşmeyen, eleştirel düşünmeyi ve yaratıcılığı ihmal eden eğitim sistemimiz, pandemiyle birlikte yerle yeksan oldu, ara ki bulasın. Bu yetmedi gider ayak yapılan son hamle ile çocuklara, ezbere dayalı aldıkları eğitim sonucunda, adına “Yeni nesil soru” dedikleri okuduğunu anlama ve eleştirel düşünme becerisini de ölçen hikayelere boğulmuş uzun uzun paragraflardan oluşan sorular soruldu. Her şeye rağmen güne ayak uydurup dijitalde hızlı ama bol bol da kitap okuyanlar bu sınavdan başarıyla çıktılar. Kitapların zihnimizdeki yolculuğu, bize bıraktığı izler, düş gücü ve eleştirel bakış açısı bu noktada biz okuyucuların yol göstericisi olduğunun bir kez daha kanıtı oldu.

“Ama biz teknoloji çağında yaşıyoruz, her şey dijitalde” demeyin. 0-12 yaşın hâlâ daha resimli, eğlenceli kitaplara dokunmaya, onları okumaya, onlarla etkileşim kurmaya, okudukları üzerinden konuşmaya ve bol bol hayal kurmaya ihtiyaçları var.  13 yaş ve sonrası, ortaokul ve lise çağındaki çocuğa verin tableti, kitabını pdf’den okusun. Bu çağın çocuğu, eğer isterse dünyanın tüm kütüphanelerindeki kitapları önüne serer.  Evet, dijital dünyanın içinde yaşıyoruz ama biliyoruz ki bugüne dair icat edilen her şey, bir zamanlar birilerinin düşlerindeydi.

Bu yıl için üçüncü seçtiğim kitap, düş gücünü, yaratıcı zekasıyla birleştirip çocukları adeta heyecanlı bir maceranın içine çeken, eğlendirirken aynı zamanda da keyifle öğreten ve satır aralarında hayata dair mesajları ustaca anlatan Göktuğ Canbaba’nın “Fener Balığının Kayıp Işığı” kitabı. Adı ve kategorisi sizi yanıltmasın, 9-99 yaş arası hayallerinin peşinden gitme cesareti gösteren herkes için bu kitap.

Okyanusun derinlerinde Kızıl Yosun Köyü’nde yaşayan Fener balığı Loppi’nin ve bir gün köye gelen Okyanus Sirki sayesinde tanıştığı denizanası Poli’nin maceralı yolculuğu anlatılır.

Dertlerine çare aramak için birlikte çıktıkları bu yolculukta birbirinden tehlikeli üç karanlık diyardan geçmeleri gerekir. Şarkı Söyleyen Solucanlar Diyarı, Deliler Ülkesi ve en korkuncu Ejder Diyarı. Kahramanlarımız bu diyarlardan geçerler geçmesine ama yol boyunca edindikleri tecrübe ve bilgi yolun sonunda onları bambaşka bir maceraya sürükler.

“Kalabalık hep bir ağızdan bağırdı: Aynı kalmak istemiyoruz! İşte o an kalabalık aynı kalmanın aslında geriye doğru gitmek olduğunu, farklılıkları itmek yerine kucaklamak gerektiğini ve okyanus ne kadar renkli olursa aslında o kadar da güzel olacağını nihayet anlamıştı.” 

“Okumak duyguları tanımamızı sağlar, ruhumuzu iyileştirir” der Aslı Perker hafta sonu gazetesi Oksijen’deki Bibliyoterapi köşesinde. 2021’de ruhunuza iyi gelen kitaplar seçmeniz ve çocuk saflığında düşlediklerinizin gerçek olması dileğiyle.

Sevgiyle kalın

Hüma Oktay



  • Kitabın adı: Güzel Ülke Atlası
  • Yazar: Mutlu Tönbekici
  • Yayınevi: Taze Kitap (Aralık 2020)
  • Sayfa sayısı: 111


  • Kitabın adı: Benim Babam Kötü Örnek
  • Yazar: Aslı Tohumcu
  • Yayınevi: Can Çocuk (Kasım 2020)
  • Sayfa sayısı: 36


  • Kitabın adı: Fener Balığının Kayıp Işığı
  • Yazar: Göktuğ Canbaba
  • Yayınevi: Doğan Egmont (2014)
  • Sayfa sayısı: 166

 MARTI DERGİSİ'nde Yayınlanmıştır. 


Devamını Oku »

DİJİTAL ÇOCUK

0 yorum

 



“Yemek hazıııır” diye sesleniyorum.

Küçük oğlum “Şu an olmaz, online oynuyorum ekibimi yarı yolda bırakamam,” diyor.

Büyük oğlum, bilgisayarında EDM (Elektronik Dans Müzik) yapıyor “Drop kısmını yapıyorum gelemem,” diyor.

Eşim televizyonda film izliyor. “Az kaldı birazdan biter,” diyor.

Yaklaşık yarım saat önce acıktık diyen ev ahalisini teknolojinin önünden alıp sofraya oturmalarını sağlamam gerek ama önce izlediğim dizinin yeni çıkan fragmanı var mı bir bakayım.

Biz hangi ara bu hale geldik?

“Şimdi hepimiz elimizdeki tableti/ telefonu yavaşça yere bırakıyoruz.”

Psikiyatri Profesörü Kemal Sayar ve Klinik Psikolog Sezin Benli’nin kaleme aldığı “Dijital Çocuk”özellikle son dönemde olağan üstü gelişen dijitalle ilişkimizi gözden geçirmek adına ailelere rehber olma niteliğinde yazılmış.

Teknolojinin çocuklar ve ergenlerde, dikkat konsantrasyon eksikliğine sebebiyet verdiğini, gerçeklik algısını bozduğunu, bilişsel, dilsel ve fiziksel gelişimini etkilediğini ve bilgisayar oyunlarına bağımlılığın madde ve alkol bağımlılarındaki etkilere benzer etkiler gösterdiğini yapılan deneylerle artık kesin olarak bilindiğini söylüyor “Dijital Çocuk”.

Online eğitimlerin devam ettiği şu günlerde çocuklar okul diye saatlerce ekranlara kilitleniyor, sosyalleşmek için yine ekranları başında birlikte oyun oynuyorlar.

Görüntülü aramalar, internet üzerinden yapılan toplantılar derken, alışverişten resmi uygulamalara ve sermaye işlemlerine, kültürel kaynaklardan eğitim ve haberleşmeye kadar her alanda 7’den 77’ye hepimizin ekrana bağımlı bir hayatı var artık.

Müjde! Nur topu gibi teknoloji bağımlılığımız oldu. Bu durumda bize yapılan en büyük beddua “Wi-fi’siz kalasın inşallah” olacaktır.

Zararlarından çocuklarımızı koruyabileceğimizden endişe ettiğimiz, avucumuzun içinde saklı uçsuz bucaksız bir dünya var. Ama her an artan şüphe ile beynimi kemiren deli sorular da yok değil…

Çocuğum teknoloji bağımlısı mı oldu? Ne zaman endişelenmeye başlamalıyım?

İnternette zararlı içeriklerle karşılaşmamasını nasıl sağlamalıyım?

Siber zorbalığa karşı neler yapmam gerekir?

Peki, bu teknolojinin hiç mi iyi yanı yok? 

Bazı araştırmalar ve yapılan deneyler gösteriyor ki internet kontrollü ve yararlı bir şekilde kullanıldığında ki buna bilgisayar oyunları da dahil; çocukların ve gençlerin görsel becerilerinin gelişimine, meslek seçimlerine, fiziksel hareketsizliğe, sosyalleşmeye, daha donanımlı bireyler yetişmesine katkıda bulunuyormuş.

“Çocuklarımıza yüzmeyi ya da bisiklet sürmeyi öğrettiğimiz gibi dijital dünyada da güvenli ve etik bir şekilde yaşamayı öğretmemiz gerekiyor.”

Gelelim işin en zor kısmına, normal şartlarda çocuğun teknoloji kullanımı sınırlarının ebeveyn tarafından belirlenmesi ve çocuğun da buna uyması bekleniyor. Biliyoruz ki her şeyin fazlası zarar. Hal böyle olunca iş dönüyor dolaşıyor aile içi iletişime dayanıyor.   

“Aralarında sağlıklı ilişkiler bulunan ailelerde teknolojinin ev içindeki bağları güçlendirmeye yardım edebildiği görülürken, birbirleriyle ilişkileri daha zayıf, çatışmalı ailelerde ise süregelen problemleri arttırdığı ve aile bireylerini daha da yalnızlaştırdığı anlaşılıyor.”

“Dijital Çocuk”, son dönemde değişen hal ve gidişin, bozulan dengelerin farkına varmamızı sağladığı gibi bildiklerimizi pekiştirdi, unuttuklarımızı hatırlattı, sorularımızı cevapladı ve yeni şeyler öğretti.

Emin olduğum bir şey var. Her ne olursa olsun hiçbir şey için geç olmadığı. Ergenlikle birlikte çocuğumuz henüz aileden uzaklaşmadan (sanal ya da gerçek) hâlâ onlarla konuşabiliyorken, kelimelerimizi ve hayallerimizi paylaşabiliyorken onları dinlemeyi, sağlıklı bir iletişim için dijital değil gerçek olmayı seçelim.

Sanal dünyadan, gerçek sevgilerle

Hüma Oktay

Kitabın adı : Dijital Çocuk

Yazarlar : Kemal Sayar / Sezin Benli

Yayınevi : Kapı Yayınları (2020 basımı)

Sayfa sayısı: 207

Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 


Devamını Oku »

Bir Film, Bir Kitap: Özgürlük Yazarları ve İçimdeki Müzik

0 yorum

 



“Anne, yağ bitti hım hım.”

Oğlum, birden fazla arabanın olduğu benzin istasyonu konulu ağabeyinin yaptığı lego ile oynamak istiyor. Bu isteğini bir kerede anladım. Bu kolay olanı idi. Zor olan, onun kendini ifade edemediğindeki öfkesini dindirmek.

İçinizde bir sürü kelime çığ gibi çoğalır ve sese dönüşemediğinde kocaman bir öfke birikir ya, işte onu kendinizde bile kontrol etmek zorken bir başkasında nasıl yapabilirsiniz?

Bence sınırsız inanç, sonsuz sabırla…

3 yaşına kadar söylediği anlamlı kelime sayısının çok sınırlı olması, ilerleyen yıllarda bu süreci zor atlatmamızı sağladı. Bu geçici süreç, çevresindeki az sayıda onu anlayan insanla atlatılabilecek bir durumdu ama okula başlayınca ne olacaktı?

Hiç çaresiz kaldığınızı hissettiğiniz ama yine de inancınızı yitirmemek için bir umut aradığınız oldu mu? Böyle bir zamanda destek istiyor insan. Senin, onun başarabileceğine olan inancını sorgulamadan sana da inansınlar istiyor.

Çocuklar bir ressamın paletindeki  renkler gibi, her biri diğerinden farklı gelişim gösteriyor. Ancak sistem, genel kabul görmüş çerçeve içinde kalanları kabul edince, diğerleri sistemin dışına atılıyor.

Son zamanlarda okuduğum bir kitap ve seyrettiğim bir film bana, azimle mücadele edenler olduğu sürece bu sistemin evrilip, genişleyerek herkesi kapsayabileceği gerçeğini yeniden hatırlattı.

Bir Film: Özgürlük Yazarları 

Öğrencilerinin yazdıkları günlükleri (The Freedom Writers Diary) 1999 yılında kitap haline getiren Erin Gruwell’in gerçek hayat öyküsünden kurgulanmış, 2007 yapımı “Özgürlük Yazarları” filmi.

Sınıfındakilerin çoğu ıslah evine girmiş, çetelerle çatışmalara katılmış, kendi ülkelerinden uzakta şu ya da bu nedenden başka bir ülkeye sığınmış, farklı dil, din ve ırktan oluşan ailelerin çocukları. Kendilerini yeterince ifade edemedikleri için, okuldaki diğer çocuklardan farklı oldukları ima edilip dışlandıkları için, başarabileceklerine dair kendilerine en ufak bir inanç gösterilmediği için hayata karşı öfkeli çocuklar…

“Mahkemede bir çocuğu savunmam gerekecekse savaş zaten kaybedilmiş olur. Bence asıl savaş burada sınıfta verilmeli.”

Azimli bir öğretmen olmasına rağmen zor olan, bu görünüşte asi çocuklara bir şeyler öğretmek değil, okul idaresini, diğer öğretmenleri ve kendi ailesini bunu yapabileceğine inandırmak ve onların koyduğu engellere rağmen başarmaktı.

Bir Kitap: İçimdeki Müzik 

 “Sanırım hiçbir şeyi unutmamak güzel bir şey, hayatımın her anı kafamın içinde. Bu aynı zamanda çok sinir bozucu. Çünkü hiçbirini paylaşamıyorum fakat hiçbiri kaybolmuyor. Düşüncelerin kelimelere ihtiyacı vardır. Kelimelerin de sese.”  

Yürüyemiyor, kendi başına yemek yiyemiyor, tuvalete gidemiyor, elleri kolları çok güçsüz bir kalemi bile düşürmeden tutamıyor ama en çok üzüldüğü kendini ifade edebilecek sesleri çıkaramaması. Konuşmak onun en büyük arzusu.

Sharon M. Draper’in “İçimdeki Müzik” kitabının kahramanı Melody, henüz 11 yaşında.  Tekerlekli sandalyesinde salyaları akarak oturması, konuşma çabaları sırasında garip ciyaklamalar çıkarması yüzünden okulun en zeki öğrencisi olduğunu kanıtlaması epey zamanını alıyor. Ama filmdeki öğretmen Erin Gruwell’in aksine çevresinde Melody’i destekleyen ailesinden başka insanlar da var.  Sayıları az da olsa etkileri büyük.

İki öykü, iki başarı hikayesi…

Filmdeki reform sınıfının çocukları da kitabın baş kahramanı Melody de ilk başlarda “diğer” çocuklar gibi olmak istiyorlar. Ta ki kendi potansiyellerini ve onlara inanan birilerinin olduğunu fark edene kadar.

Zorluklar mı?  Var elbet.

Mesela Melody hiçbir zaman yaşıtları gibi koşup oynayamayacak. Ama o diğerlerinden farklı olarak müziğin rengini görüp, kokusunu duyabiliyor.

Aslında bir çoğumuzun fark edemediği şey, herkesle aynı olmak uğruna, görmezden geldiğimiz içimizde saklı kalan potansiyel yeteneklerimiz. Karşımızdakinin genel kabul görmüş sistemin dışında farklı oluşuna takılıp kalıyoruz, bir de bizimle aynı fikirde birini yanımıza çektik mi tamam. Dışlama çığ gibi büyüyor.  Oysa tek yapmamız gereken, farklılıkları hoşgörü ile karşılayarak ortak noktalara odaklanmak.

Tüm insanların gözleriyle değil de yürekleriyle bakmaya başladıklarında görecekleri, birlikte nefes alıp verdiğimiz, yan yana olduğumuz, aynı mekânı, aynı ülkeyi ve hatta aynı dünyayı paylaştığımız gerçeği olacaktır…

Tıpkı bir Terrarium fanusunun içindeki bitkiler gibi…

Sevgiyle kalın

Hüma Oktay

  • Filmin orijinal adı : Freedom Writers
  • Yayın tarihi : 5 Ocak 2007 (ABD)
  • Yönetmen : Richard LaGravenese
  • Öykü : Erin Gruwell Freedom Writers Diary
  • Oyuncular:  Hillary Swank, Patrick Dempsey, Scott Glenn, Imelda Staunton

 

  • Kitap : İçimdeki Müzik
  • Kitabın orijinal adı : Out Of My Mind (2010)
  • Yazar : Sharon M. Draper
  • Çeviri : Zeynep Kürük
  • Yayınevi : Genç Timaş Yayınları (2016 basımı)
  • Sayfa sayısı: 256
Martı Dergisi'inde yayınlanmıştır. 



Devamını Oku »
0 yorum

 ERKEK DENİZİNDE KADIN GEMİLER


Neden bayanlar voleybol 1.lig takımı deniyor da bay voleybol 1. lig takımı denmiyor? Onlara korkusuzca erkek voleybol takımı diyoruz da “kadın” demeye mi korkuyoruz?  

 

Uçağa bindiğimizde pilotun anonsunu duyunca neden kadın pilot der şaşırırız da erkek pilot demeyiz? Bak uçak da kullanıyorlar aferin diye takdir ediyoruz da mı söylüyoruz yoksa kadının ötekileşmesini kabul edip, daha alt sınıf olduğu iddiasında mı bulunuyoruz? 

 

Kafamda deli sorular dönüp dururken tüm bunlara cevap tarihsel kanıtlarıyla ve tanıklarıyla beraber Tayfun Timoçin’nin “Erkek Denizinde Kadın Gemiler” kitabından geldi.  Mitolojiden, dinsel kitaplara kadar tarihin her döneminden gelen kaynaklarla beslenmiş. Binlerce yıldır tüm dünya üzerinde yaşayan kadınların, erkek denizindeki seyir defteri… 

 

Denize açılan herkes bilir ki, seyir sırasında kuralları deniz koyar. İstediği zaman uğuldar, istediği zaman da sükunete bürünür… 

Erkekler belki de binlerce yıldır “kadın, deniz gibidir” deyip duruyorlar. Ama aslında “deniz gibi” olan erkekler! 

Kural koyan, “denizci” veya “gemi” olarak kabul edebileceğimiz kadınların hayatlarını zorlaştıran, esen gürleyen, uğuldayan ta kendileri. İzin veren, lütfeden, hem arzı hem de talebi belirleyen ve hükmeden onlar. Erkek denizinde boğuşup duruyor kadın gemiler.”

     




Kitap kronolojik sırayla geçmişten günümüze bin yıllar içerisinde kadının, erdemli, doğurgan, üretken Kibele tanrıçasıyken nasıl toplumun gözünde hilekâr bir şeytana, cadıya dönüştürüldüğünü anlatıyor. 


 “Sonuç olarak dünya nüfusunun yarısı erkek, yarısı kadın. Nasıl olur da bir yarı, diğer yarının üzerinde tahakküm kurar?  İşte onun temeli dogmalar ve dogmaları yayanlar da -işlerine geldiği için- erkeklerdir; kadınlar da durumu kabullenir, çünkü zorbalık, kolay başa çıkılır nesne değildir.” 

 

İçinde çelişki barındıran durum ise her erkek bir kadın tarafından dünyaya getiriliyor ama içine doğduğu dünya erkekler tarafından yönetildiği için onu doğuran, ona aşık olan hatta onun kızı, kız kardeşi olan kadınların mücadelesi hiç bitmiyor. 

 

Fakat bu kısır döngüyü bozabilecek bir ayrıntı var. Kadınların bir işi benimsediklerinde onun toplumsallaşmasını kolayca sağlayabilme becerileri. Tarihte bunun örneklerine rastlamamız mümkün. Farkındalığı yüksek kadın dayanışması bu yüzden daha çok önem kazanıyor özellikle günümüzde. Bu süreçte biz kadınlara destek olan, anlayan erkeklere de çok iş düşüyor.

 

Bir kadın sayesinde farkındalığı gelişmiş, bakış açısı değişmiş bir erkek tarafından yazılmış “Erkek Denizinde Kadın Gemiler”. Yazar hakkında yazarın kendisi kadar mütevazi olamayacağım. Zira Tayfun Timoçin’in on parmağında on marifet var. Makine mühendisi, gazetecilik, editörlük, yelken kulübü kurucusu, yelken yarışçısı, belgesel ve tiyatro oyunu yazarlığı... Aslında daha da fazlası var. Bence çok iyi bir araştırmacı, kitabı baştan sona soluksuz okurken birçok kaynak kitabı da not aldım. Kitap doğurdu gibi bir şey. Sayesinde sıraya dizilen okunacak çok kitabım var. 

 

Kitabın içinde beni en çok etkileyen cümlelerden biri de;  “Doğayla mücadele etmek!”  diye bir söz vardır. Denizci ancak uyum sağlarsa yol alabilir, mücadele ederek değil.

 

Erkek ve kadın tüm insanların hayat denizinde uyumla yol almaları dileğiyle. 

 

Sevgiyle Kalın

Hüma Oktay 

 


Martı Dergisinde yayınlanmıştır. 

 

 

 

 


Devamını Oku »

BEYNİNE BİR KEZ HAVA DEĞMEYE GÖRSÜN

0 yorum





Gecenin sessizliğini yırtarak ortalığı çınlatan telefonun ziliyle uyandı, el yordamıyla önce baş ucundaki ışığı açtı sonra telefonu.

“Alo”

“İyi geceler, XXL’dan arıyorum, ekip toplandı, şu an ortaya çıkan bir vaka hakkında acil karar vermeniz geriyor, sizi bekliyoruz.”

Saate baktı, sabah 03.35…

İnsan düşünmeden edemiyor. Hangi meslek gurubu bu davranışı normalmiş gibi onaylar?

Tüm bunlar çoğu insana saçma gibi gözükebilir. Akla gelen ilk soru; Çoğunluğun katlanamayacağı çalışma koşullarına neden bazılarımız gönüllü olur?

Karantina döneminde okumaya başladığım kitaplardan biri Dr.Frank Vertosick Jr.’ın yazdığı “Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün”.  Beyin ve sinir cerrahisi olma yolunda bir doktorun yaşadığı serüveni esprili bir dille anlatırken; sıradan hastalar, doktorların zor hastalıklar karşısındaki davranışları ve olağan üstü cesaretle alınan kararların çarpıcı sonuçlarını akıcı bir üslupla kaleme almış Dr.Frank Vertosick Jr.

“Bir kez beynine hava değmeye görsün, bir daha asla eskisi gibi olamazsın. Evet yüce Tanrı bu nesneyi iyice sarıp sarmalamış, herhalde boşuna değil. Kimse onunla oynamasın diye. Bak! Beyin dediğin şey, bir bakıma 66 Cadillac gibidir. Sekiz bujiyi değiştirmeye kalkarsan, motoru tamamen indirmen gerekir. Alet, performans için yapılmış; kolay servis için değil.”


İnsan vücudu olağan üstü işleyişiyle her an sürprizlerle dolu. Vücudumuzun herhangi bir bölgesindeki aksaklığın, kopmuş bir kolun bile, öyle ya da böyle onarılması sonucu yaşamımıza devam edebilirken buna karşın beynimizin ölmeden oksijensiz kalabileceği süre yalnızca 3 dakika.

Evet, kendi kendini tamir edebilen bir işletim sisteminin var olduğu olağan üstü güçlü bir makineden bahsediyoruz, aynı zamanda bir o kadar da savunmasız, kırılgan olması insanı şaşırtıyor.

Biyolojinin baş mücevheri narin ve dokunulmaz bir biçimde kemikten bir kasanın içinde öylece dururken o kasayı açma, ona dokunma veya onu yönetme yetkisi iki kişiye ait. 

Dokunmak eylemini her ne kadar cerrahlar gibi fiziki olarak yapamasak da covid-19 karantina zamanı kemik kasanın içindeki mücevherle tüm hesaplaşmalarımızı yaparak ona dokunabildik. Biraz hava değdirmiş olabiliriz…

Tüm dikenli yollar bir şey öğretirmiş ya! Kimilerinin, yeni normalleşme sürecinde, “eski normal halimize dönsek de eski olağan dışı davranışlarımızı tekrar normal karşılasak” diye bir umudu var.

Kimileri de konulan kurallara rağmen birbirinden uzak duramayıp, “bana bir şey olmaz” ya da “ne olacaksa olsun” diyerek her şeyi doğalına bırakma eylemi var.

Bu süreçte akla gelen, Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim teorisine göre doğa, hasta bireylerin iyileştirilmesinden, ameliyat edilmesinden değil, ölüp gömülmesinden yanaysa buna karşın uygarlık artık yalnız güçlülerin yaşamasından yana değil midir?

“Doğa bireyleri kolayca çıkarıp atar, cerrahlar atmaz. Bırakın türün sürekliliğini doğa düşünsün; bizim işimiz teker teker bireyleri yaşatmak.”

Peki bu tesadüf ya da kader ya da doğanın döngüsü, adına her ne dersek diyelim, doktorların tüm çabalarına rağmen kendi bildiğini yapıyor olabilir mi? 90 yaşındaki covid-19 geçirmiş hastanın alkışlar içinde elini kolunu sallayarak hastaneden çıkması buna karşın aynı hastalıktan muzdarip 20li, 30lu yaşlardaki gencecik hastaların yaşamlarının sona ermesi bir tesadüf mü?

Gerçek olan bir şey varsa o da hepimizin, sahip olduğumuz potansiyeli beynimize hava girse de girmese de fark edip onu işlemesi.

Doğal seçilim ya da değil hepimiz ektiğimizi biçiyoruz.

Şimdi hasat zamanı





































































Gerçi beyin cerrahları gibi fiziki dokunma şansımız olmasa da o mücevheri yönetme şansımız var.





Tüm dünyanın Covid-19 salgın günlerini yaşadığı bu dönemde, çoğumuzun aklını yitirme noktasına geldiği bir süreç yaşadık hatta azalarak da olsa yaşamaya devam ediyoruz.



3 dakika bile ara vermeden aldığımız her nefesi idrak etmeyi başarabilseydik bugün dünya üzerinde geldiğimiz nokta bambaşka olurdu.









Tüm dikenli yollar bir şey öğretirmiş ya, şimdi yeni normalleşme sürecinde bazılarımız dikenlerini temizleyip yeniye doğru adım atarken bazılarımız da eski normal halindeki kaldığı yerden devam etmek üzere yola çıktı. Her birey aynı düzeyde aynı farkındalıkla ilerlemiyor. Kalanlara geçmiş olsun, gelenlere hoş geldin.























Bu süreçte akla gelen, Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim teorisine göre doğa, hasta bireylerin ameliyat edilmesinden değil, ölüp gömülmesinden yanaysa buna karşın uygarlık artık yalnız güçlülerin yaşamasından yana değil midir?



“Doğa bireyleri kolayca çıkarıp atar, cerrahlar atmaz. Bırakın türün sürekliliğini doğa düşünsün; bizim işimiz teker teker bireyleri yaşatmak.”







Doktorların tüm çabalarına rağmen doğa yine kendi bildiğini yapıyor olabilir mi? 90 yaşındaki hastanın alkışlar içinde elini kolunu sallayarak hastaneden çıkması buna karşın 20li, 30lu yaşlardaki gencecik hastaların yaşamlarının sona ermesi bir tesadüf mü?



covid-19 kimi covit-19 geçirmiş 90 yaşındaki hasta iyileşti, elini kolunu sallayarak hastaneden çıktı.

Kimi 30 yaşlarında gencecik hastaların yaşamları sona erdi.



Doktorların tüm çabalarına rağmen























































Mesleğinin başında kalp cerrahı olmak isterken tesadüf eseri Beyin cerrahisinde bulmuş kendini. Bence tesadüf diye bir şey yoktur. Kitabın sonunda benimle aynı düşünceyi paylaşıyor Dr.Frank.





Sayfalar ilerledikçe doktorlarla birlikte her sağlık çalışanında 7/24 çalışma şartlarını gönüllü olarak kabul ettiği









pandemi döneminde doktor olmayı isteyenlerin daha ilk günden 7/24 şartları gönüllü olarak kabul ettiğini



Olayları ve vakaları okurken fark ediyorum ki doktor olmayı kabul edenlerin 7/24 şartları gönüllü olarak kabul ettiği bir gerçek. Covid-19 virüsünün kısa sürede tüm dünyayı sarmasıyla başlayan pandemi sürecinde bunu da tüm dünya gayet net görmüş oldu.





Bu süreçte birçok doktorun önceliği hastaları ve hastanedeki göreviydi, ailelerinden de önce.

























Akla gelen soru şu, “Nefes alıp oksijen yolluyorum ya yetmiyor mu?”

Aldığımız her nefesi idrak etmeyi başarabilseydik bugün covid-19 ‘un dünya üzerinde geldiği nokta bambaşka olurdu.





Cevap olarak kabul edilmiyor söyleyeyim.



Tüm dünyanın Covid-19 salgın günlerini yaşadığı bu dönemde, çoğumuzun aklını yitirme noktasına geldiği bir süreç yaşadık hatta azalarak da olsa yaşamaya devam ediyoruz.





Aldığımız her nefesi idrak etmeyi başarabilseydik bugün covid-19 ‘un dünya üzerinde geldiği nokta bambaşka olurdu.









Bir çiçeği her gün sulamak yetmiyor mesela, ne kadar süre güneş ışığı aldığı, hava koşullarının uygunluğu hatta toprağının mineraline kadar önemli. Bir de bu çiçeğin açması için onunla konuşan, şarkılar söyleyen birilerinin de olması önemli yani çevrede pozitif enerji olmalı.



Biz bedenimizin fiziki ihtiyaçlarını karşılıyor olabiliriz.





Tüm dünyanın Covid-19 salgın günlerini yaşadığı bu dönemde,





















Eğer doktorsanız hele bir de cerrahsanız, gece 03,35 de gelen telefonu gayet sakin karşılar ve en hızlı bir şekilde vücudunu ve beynini ayıltıp o hastaneye, ameliyathaneye gider ve bir başkası için hayati kararlar alırsınız.



Olayda sadece hasta ve doktor varmış gibi görünebilir. Arka planda koşturan hemşireler, anestezi uzmanları, tomografi gibi aletleri çalıştıran teknisyenler ve daha adlarını bilmediğimiz kocaman bir ekip günün her saati orada yatan hasta için çabalar.







Düşünüyorum da lisede fizik ya da matematikte sınav kağıtlarını verirken çözdüğümüz sorunun gidiş yoluna da puan verirlerdi. Gittiğin yol doğru ama bir sebepten sonucu bulamamışsın. Ya artı eksi yanlışı ya da virgülden sonraki sayılarda yanlış. Ama yine de birkaç puan alırdık. Sonuç doğru olmasa bile formül doğru, gidilen yol doğru.



Yaşam için bu geçerli mi? Hele ki ameliyat masasındaysanız. Formül kurulmuş, doktorlar, hemşireler ve bütün alet edevat orada hazır. Ameliyathanede doktorun ya da yardımcı ekibinin yaptığı yöntem doğru ama birinin en ufak bir ters hareketi, birkaç saniyelik gecikme ya da erken müdahale sonucu olan bir terslik hastanın hayatına sebep olabilir.



“Dünyanın bütün meslekleri belirli düzeyde bir başarının sağlanmasını öngörür. Ancak, doktora gelince, onun başarısı kusursuz olmak zorundadır ve bu kusursuzluk hemen şimdi, o anda sağlanmalıdır.”



Doktor-hasta iletişimi, başka hiçbir ilişkideki iletişime benzemiyor. Tanımadığın ya da çok az tanıdığın birine - beyaz önlüğü ile karşınıza dikilmiş sizin en mahrem ruhsal ya da bedensel yaralarınızı açtığınız, güvendiğiniz birine- tüm yetkiyi vermek. Üstelik bir kişinin becerisinin diğerinin yaşam kalitesi ile değiş tokuş edilmesi söz konusuyken.



“Birçok meslekteki insanların -banka memurları, garsonlar, makine tamircileri vb.gibi- her yıl toplumun üyeleriyle binler düzeyinde iletişim içinde olmalarına karşın, bir doktorun insanlarla olan ilişkisi bunların hiçbirine benzemez. Banka memurları müşterilerinin yaşam öykülerini dinlemez. Garsonlar insana bir yıl ömrün kaldı demez.”











Olayları ve vakaları okurken 7/24 çalışan sağlık personeline ve özellikle doktorların meslek aşkına hayran olmamak elde değil.



Covid-19 virüsünün kısa sürede tüm dünyayı sarmasıyla başlayan pandemi sürecinde birçok doktorun önceliği hastaları ve hastanedeki göreviydi, ailelerinden de önce.











Bu süreçte akla gelen, Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim teorisine göre doğa, hasta bireylerin ameliyat edilmesinden değil, ölüp gömülmesinden yanaysa buna karşın uygarlık artık yalnız güçlülerin yaşamasından yana değil midir?



“Doğa bireyleri kolayca çıkarıp atar, cerrahlar atmaz. Bırakın türün sürekliliğini doğa düşünsün; bizim işimiz teker teker bireyleri yaşatmak.”



covid-19 kimi covit-19 geçirmiş 90 yaşındaki hasta iyileşti, elini kolunu sallayarak hastaneden çıktı.

Kimi 30 yaşlarında gencecik hastaların yaşamları sona erdi.



Doktorların tüm çabalarına rağmen





Sağlıkla kalın

Hüma



















Bazen hastanın başında sabahlar, bazen minik bir bebeğin hayatını kurtardığı için mutlu olur, bazen de o üzücü haberi dışarıda bekleyen aileye haber verir.



Çalışma saatlerini hayatına göre değil de hayatını çalışma saatlerine göre ayarlamak gerektiğini öğrenir.







Sanırım kenardaki sorunun cevabı geldi. Bu kadar zor şartlarda çalışıyor olmak için mesleğine sonsuz aşkla bağlı olmak gerekir. Koşulsuz sevgi, koşulsuz kabul…





“Arteriyel spazm, vücudun kanamalara karşı doğal savunmasıdır. Bu savunma sayesinde, kolu harman biçme makinesi tarafından koparılan Kansaslı çiftçi yamağı, kolunu eline alarak kan kaybından ölmeden en yakın hastaneye kadar koşabilmiştir. Kol, saatlerce kansız kalıp gene de hayata dönebilir. Beynin ise ölmeden oksijensiz kalabileceği süre yalnız üç dakikadır.”





Devamını Oku »

AĞAÇLARIN GİZLİ YAŞAMI

0 yorum


Bir yaz akşamı oğlum bahçeyi sulamaya çalışıyor. Ama bütün derdi kendi boyundan büyük ağaçların tepe yapraklarını sulamak. Haliyle ağaçlarla birlikte kendini de suluyor. Baktım dede sakince bir şeyler anlatıyor torununa.

Ama bizim ki itirazda “Sadece toprağı sularsam ağacın tepesindeki yapraklar kurur, onlar çok güneş alıyorlar” diyor.

Beş yaşındaki oğluma, ağaçların kökleri aracılığıyla yer çekimine inat, her bir dalının en uç noktasına kadar eşit miktarda suyu alabilme becerisinin olduğuna inandırmamız epey bir zamanımızı almıştı.

Yıllar sonra, Peter Wohlleben’in “Ağaçların Gizli Yaşamı” adlı kitabı okurken fark ediyorum ki o köklerin, suyu dallara göndermenin de ötesinde marifetleri varmış.

Yerin altında birbirini besleyen, destekleyen sosyal yardım sistemini andıran muazzam bir ağ kurmuşlar. Hem ağaçlar arasında hem de toprakta yaşayan birçok canlı organizma arasında.

Sosyal varlıklar olan ağaçlar birbirlerine yardım eder” diyor yazar.


Sadece ağaçlar mı? Faydalı yırtıcıların, rahatsızlık veren böcekleri memnuniyetle yiyerek ağaçlara yardım ettikleri gibi diğer birçok canlı da ağaçların yardım çağrısına cevap veriyor.

Mantar, zengin şekerli ödülü karşılığında ağaç için birkaç karşılıksız yardımda bulunur; mantardan ziyade ağacın köklerine zararı dokunan ağır metallerin ayıklanması, bu yardımlardan biridir. Bu ayrıştırılan zararlı maddeler, her sonbahar evimize getirdiğimiz porcini mantarı adlı sevimli meyvede bulunur.

Okudukça keşfedilecek ne çok şey varmış diye düşünüyorum. Ağaçların susuzlukta çığlık attıklarını tespit etmişler mesela. Bir de taze filizlerini ot oburlar yemesin diye oracıkta salgıladığı koku ile yüz metre çevresindeki ağaçları da uyararak korumaya alma meselesi var.

Bir ağaç yalnızca kendisini çevreleyen orman kadar güçlü olabilirmiş…

Doğada işleyen muhteşem bir mekanizma var. Dünya var olduğundan beri aynı sistem tıkır tıkır işliyor. Doğaya kulak verebilirsek eğer topraktaki mineralden gökyüzündeki güneşe kadar her şeyi eşit paylaştıklarını görebiliriz. “Benim dallarım güneş görsün, bol şeker yapayım. Hepsi benim olsun” demiyor mesela. Kabuğu soyulmuş şeker üretemeyen ağaca, kendi şeker stoklarını veren çevresinde komşu ağaçlar var. Birlikte büyüyorlar, gelişiyorlar.

Doğa paylaşımcı…

Güçlü olan gerektiğinde kendi besinleriyle zayıf olanı besliyor. Böcek istilasını, zürafanın gelip en taze filizleri yemesi gibi acil durumları ise, “Ben kendimi korumaya aldım sen de al” diye salgıladıkları kimyasallarla birbirlerine haber veriyorlar.

Doğa koruyucu…

Fazlasını değil herkes kendine yeteri kadarını alıyor. Depolama yok, aç gözlülük hiç yok. Güçlü zayıf olana yardım ediyor. Öyle herkesin gözüne sokarak değil toprağın altında usulca gizlice yapıyor yardımını. Yardım alan da minnetle alıyor ve imkânı olduğunda bir başkasına yardım ediyor.

Doğa alçak gönüllü…

3,5 milyar yıldır var olan doğanın içinde insan ömrü, kumsalda bir kum tanesi misali. O bütünün bir parçası olduğumuzu fark etmeye başladığımızda tüm sorunlarımızı çözebileceğiz.

Doğanın ayakta kalan son parçası, yaşanacak maceralar ve keşfedilecek sırlarla birlikte kapımızın hemen önündedir” diyor Peter Wohlleben.

Doğa müthiş bir öğretmen, onu dinlemeyi öğrenebilen herkes için…

Sevgiyle
03.05.2020

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.



Devamını Oku »