Avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yeniden Masal Şehrinde...

0 yorum




Cam kenarında olmama rağmen gözüm koridorda, hosteslerin gelmesini bekliyorum, içim içime sığmıyor. Çantamda hazırlıklar tamam, telefonum uçak modunda fotoğraf çekmek için bekliyor. Nihayet hostes elindeki pastayı bize doğru uzattı. Tabii ben hemen Happy Birthday yazan taçları çıkardım çantamdan. Kız kardeşim heyecandan şaşkın inanmıyorum diyip duruyor. Ben her saniyeyi kaçırmadan fotoğraflıyorum. Gülüşmeler ve şakınlığın ardından ikimizde poz vermeyi ihmal
etmiyoruz…





Evet, 38 bin feet de doğum günü kutlaması. Birazdan kaptan pilotun anonsunda duyuyoruz doğum günü çocuğunun adını, alkışlar eşliğinde.

Pegasus Havayolları doğum günü pastasını organize ediyormuş diye okumuştum. Uçuşumuz tam da doğum gününe rastlayınca bu fırsatı kaçırmak istemedim. 

İlk kutlamayı yaptığımız 38 bin feet’den sonra günün kalanını Masal Şehri yada diğer adıyla Prag’da geçireceğiz. Kutlamalara devam...




Prag deyince hep aklıma Kafka geliyor. Dönüşüm, Dava, Milena’ya Mektuplar…

Bir de Nazım Hikmet ...

Müzenin bahçesinde otururken, gişedeki memurla yaptığımız küçük sohbet geliyor aklıma. Bana verdiği haritayı açıyorum baştan sona Kafka… 

Okuduğu okullar, kaldığı evler, çalıştığı iş yeri, katıldığı dernekler ve tiyatrolar, sosyal yaşam merkezleri gazinolar, Dava, Yargı, Dönüşüm... adlı romanları yazdığı evler ve dolaştığı caddeler, büstünün ve heykelinin olduğu sokaklar kısacası Franz Kafka’nın Prag’ı…







Kafka Müzesi’nin çevresindeki sokaklarda  dolaşırken yol kenarında birikmiş bir kalabalığa rastlıyoruz. Önce bir anlam veremediğim bu kalabalığa yaklaştıkça konuşmalardan anlıyorum ki meğerse Avrupanın en dar sokağının (Narrowest Street)  önünde yeşil ışık yanmasını bekliyorlarmış. Yanlış duymadınız sokak tek kişinin geçebileceği darlıkta karşıdan gelen olursa geçmek için bir milim yer yok.  Zaten bu merak öldürecek, bir kediyi bir de bizi. Bizde sıramızı bekliyoruz aşağı sokağa iniyoruz ve tabi nehir kenarında biraz bakındıktan sonra tekrar aynı sokakta  ışığın yeşile dönmesini bekliyoruz.  Dikkat kırmızı ışıkta  geçmek yasak  


Gün bitmeden bir süpriz daha yapmak istiyorum. Çek’lerin en meşhur çorbası Bramboračka ‘nın tadına bakmak ve mini bir pasta ile – tabi ki bu sefer yerde- doğum gününü kutlamak için Kafe Slavia’ya doğru gidiyoruz. 


Narodni Divadio ( Ulusal Tiyatro )‘nun tam karşısında bulunan Café Slavia 1881 den beri hizmet veriyormuş ve vakti zamanında şairlerin, yazarların, entellektüelerin buluşup fikirlerini tartışabilecekleri bir mekan olarak ün yapmış. Duvarları dünyaca ünlülerin fotoğraflarıyla dolu. Nazım Hikmet’in Parg’ta kaldığı süre içerisinde buraya uğradığını okumuştum. İçeri girer girmez fotoğrafını arıyorum duvarlarda… 
...
Prag'da ay doğuyor limon sarısı
Faust'un evi önünde duruyorum,
Çalıyorum açılmaz kapıyı gece yarısı...

Nazım Hikmet Ran

Prag’da günün nasıl geçtiğini anlamadık bile sanki açık hava müzesinde gibiyiz. Astronomik saat kulesinin karşı sokağından giriyoruz, kaybolmak için…

Her adımda başka bir güzellik göze çarpıyor. İçi kadar girişin heybeti ile çarpıcı Clam Gallas Palace sanat galerisi; dünyanın en görkemli 10 kütüphanesinden biri olan, 1722’de açılan Klementinum kütüphanesi; geçici sergi yerindeki Oyuncak Müzesi, (Toy Museum); Madame Tussauds Balmumu ve Heykel Müzesi (Wax Museum); dünyanın yeni gözdesi Apple Müzesi (Apple Museum) ve LEGO müzesi (Lego shop and Brick Museum) 


Tüm bunların yanı sıra Prag’a her geldiğimizde sokaklarda dolaşırken rastladığımız bankta oturan bir adam var. Yıllar onu hiç değiştirmemiş, sohbete başladığımız yıl 2006 – 2011 ve yıl 2017 kaldığımız yerden sohbete devam ediyoruz.

Farklı tatlarda biralarıyla olduğu kadar lezzetli yemekleriyle de ünlü Prag sokaklarında dolaşırken kokusu ile bizi cezbeden Trdelnik’i elmalı mı? Kremalı mı? Yoksa sade mi? Yemeli mi? Yememeli mi? 

Bir, üç gün daha kalırsak şeker komasına gireceğiz. Bu kadar tatlı benim bünyeme aykırı… 






Prag’ın gündüzleri gibi geceleri de büyüleyici. Astronomik saat kulesinin seronomisini dinledikten sonra Hybernia Operası’nda (Dıvadlo Hybernia) Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü (Swan Lake) bale gösterisine gidiyoruz. Eeee tabi balerin bir kız kardeşe sahipseniz ve klasik müzik hayranı iseniz bu seyahatlerin olmazsa olmazı Opera ve Bale gösterileri. 





Prag’ı bu sefer bir başka gezdik. Bu gezide, çilekli pasta tadında, bol süprizli, biraz dans, biraz şiir, biraz bale, bolca point denemeleri, oyuncaklarla dolu birden çok oda, Astronomik saatin sesi ve Kafka’nın el yazısıyla Milena’ya mektupları vardı. 


İyi ki doğdun, gezgin gezi arkadaşım, sırdaşım, kreatörüm, moda danışmanım, yaratıcı, yetenekli organizatör, birbirimize destek olduğumuz kan kardeşim, ablam, hayata bakış açımı genişleten güzel kadın, İyi ki varsın, sen hep hayatımda ol…





Meraklısına not : Bir önceki Prag ve Karlovy Vary gezi yazısına buradan ulaşabilirsiniz. 








Devamını Oku »

Sicilya

0 yorum

Dört günlük bir ada macerası bizimkisi

Teatro Massimo

Sabahın ilk ışıkları, dilini bilmediğimiz bir memlekette ortak bir dilde anlaşarak arabamızı kiralamaya çalışıyoruz.  Her kafadan bir ses çıkıyor, uzun uğraşlar sonrası yeni arabamıza kavuşuyoruz. 6 kafadarın, 4 günlük bir ada macerası bizimkisi.

Yolda olmak hissini seviyorum. Farklı kültürler, farklı mekanlar, ilginç yemekler, büyüleyici manzaralar…

Yaklaşık 2,5 saat sonra Palermo’ya varıyoruz. Herkes dersini çalışmış. Nereleri gezmeli? Ne almalı? Nerede, ne yemeli? Ne içmeli? Yol güzergahı, otel …

Gezilecek yerler arasında bir yer var ki, içeri girip girmemekte tereddütteyim.

Cappuccini Manastırı hakkında birşeyler okurken o kadar da ürkütücü gelmemişti. 1599 da ölen rahibi mumyalayarak, manastırın altına -oyarak oluşturdukları yeraltı mezarlığına– yerleştirirler. Uzun seneler sonra mumyanın hala bozulmadığını görünce de bu manastırın gizemli bir koruyucu güce sahip olduğunu düşünürler. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ve artık ölen her rahip ve asillerden kadın, erkek, çocuk herkes mumyalanarak buraya konur. Taa ki Manastırın altında yer kalmayıp devlet tarafından yasak konana kadar. 

Capuchins Manastrı
Önceleri, böyle gizemli bir Manastırı gezmek fikri ilginç gelmişti. Ne olabilirdi ki? Alt tarafı bir kaç mumya görecektik. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bir tane görmüştüm. Lahitin kapağı aralıktı ve mumya gözüküyordu. Hiçte o kadar korkunç değildi.

Fakat mahsene doğru merdivenlerden inerken attığım her adımda içeride tanımlayamadığım kimyasal bir koku yükselmeye başladı. Koridor boyunca yerden tavana kadar dizi dizi sıralanmış, üzerlerinde ki giyimlerinden rahip yada soylu kişiler olduğunu anladığım yüzü gözü yok olmuş vücutlar asılıydı. Buranın bir müze olduğu mantığını kabul edersem gezinin sonunu getirebilirim diye düşündüm. Ama o koku beni mahvediyordu, ben hızlı bir turla guruptan ayrılarak dışarı çıktım. 

Kendi kendime söylediğim ilk şey cennet gibi bir adadayız ve ilk gün geldiğimiz noktaya bak. Aklımıza bile getirmediğimiz “Ölüm” hayatımızda her zaman var. Hiç aklımızdan çıkmayan “Yaşam” sonsuz olsun istiyoruz.

Çıkıştaki dükkandan tüm Sicilya adasında ki gezilecek yerleri anlatan bir kitap aldım. An’da kalmalıydım.  (Burada kısa bir not düşmek isterim. İçeride fotoğraf çekmek yasak, zaten duvarda asılı olanları görünce aklınıza bile gelmiyor. Ben bu fotoğrafı "Art and History Sicily" adlı kitaptan aldım.) 

Cappella Palatina
Neyse ki, 1132 yılında inşaata başlanan, Bizans Mimarisinin ön planda olduğu altın kaplamalı süslemeleriyle ve bu ihtişamın yapılması için inşaatın 8 yıl sürmesi ile üne kavuşan Platin Şapel (Cappella Palatina) güzelliğiyle biraz olsun içimi ferahlattı. Bu arada Cappella Palatina’nin UNESCO Dünya mirası listesinde olduğunu öğreniyorum.

Palermo, bir liman kenti. Tarihi dokusunu bozmamış, dar sokakları kadar geniş caddeleri ve meydanları, bir çok tiyatro salonu ve hemen hemen her binanın üzerinde bir hikayenin anlatıldığı heykellerden oluşan figürleri var.

Teatro Massimo

İtalya'nın en büyük ve Avrupa'nın üçüncü büyük opera salonu olan Teatro Massimo gecenin karanlığında gizemli ışıklar altında parlarken, büyülenmemek elde değil. 

Ertesi günü güneşin tılsımı ile içeriyi gezerken her halinin bir başka güzel olduğuna karar verdim.

Palermo sokakları güzel mimarisiyle göz doldururken, bir şehri hem gece hem de gündüz gezme şansını yakaladığım için kendimi şanlı hissediyorum.


Öğlene doğru Palermo’dan yola çıkıp, önce Cefalù ardından Messina’ya uğrayıpda Catania‘ya vardığımızda, havanın kararmasına aldırmadan ilk işimiz şehrin merkezindeki meydanı ve çevresini keşfetmek oldu.

Cathedral of Sant'Agata
Piazza Duomo ‘da Saint Agatha Katedrali (Cathedral of Sant'Agata), Fil Sarayı (Palazzo degli Elefanti), Amenoa çeşmesi (Fontana dell'Amenano) ve hemen karşılarında ortada duran Fil Çeşmesi (Fontana dell'Elefante) …

İşte, sonunda karşımızda! Fotoğraflardan gördüğümüz, hakkında çokça efsane bulunan Fil figürlü bu çeşme hiyeroglif yazılardan ve Mısır tarzı figürlerden oluşuyor.

Üzerindeki siyah fil, lav kayasından oyularak yapılmış. 1669 ve 1693 yıllarında meydana gelen Etna’da ki patlamalar ve depremlerden sonra kentin tarihi kalıntılarınında kullanıldığı yeniden doğuşun simgesi olarak inşaa edilmiş. 

Efsanelerden birine göre şehri kötülüklerden koruyor.

Sabahın ilk ışıkları ile yine meydandayım, günün telaşlı koşturması başlamadan, meydanı boş bulmuşken fotoğraflar çekiyorum. Bir gece önce göremediğim bir detay gözüme çarpıyor. 

Sant’Agata Katedralinin yanındaki Via Vittorio II caddesinin köşesinden, şehir içinde turlamak için mini trenler kalkıyormuş hemde Turist danışma ofisinin önünden. Bunu kafamın içinde bir kenara not ediyorum, bu hakkımı Etna’nın Silvestri kraterine çıktıktan sonra şehre döndüğümüzde kullanacağım. 

Silvestri Krateri

Dünyanın dördüncü, Avrupa’nın birinci etkin yanardağı olan Etna’nın izin verilen bölümüne kadar araba ile gidip kısa mesafe bir yürüyüşle küçük kraterlerinden biri olan Silvestri kraterine varacağız, plan bu.

Dağın eteklerinden yukarı doğru tırmanırken yemyeşil doğa bizi karşılıyor.  Evler , meyve - sebze bahçeleri, üzüm bağları… Hepsi bu potasyum ve fosfor yönünden bereketli topraklarda yetişiyor. Yanardağın eteklerinde yaşayan 18 köy varmış.

Silvestri kreter bölgesine yaklaştıkça, tepelerinde kayaklar takılı arabaların sayısı artmaya başladı. Daha ileride teleferik önünde ellerinde kayaklar çoluk çocuk sıra bekleyenleri görünce ince montla geldiğimize pişman olduk. Ne yapalım biz de Silvestri kreteri ile yetineceğiz artık.


Havanın soğuk ve yağmurlu olmasına aldırmadan krater çevresinde dolaşıyoruz, bizim gibi dolaşan kişi sayısı çok, Çevreden minik krater taşları topluyorum hatıra olarak. Arabayı park ettiğimiz alana yakın hediyelik eşya dükkanına girdiğimde Lav taşlarından envai çeşit objelerle karşılaşıyorum, her biri ayrı bir sanat eseri.

Biraz içimiz ısınsın, gün batımında Taormina’da akşam yemeği ile noktalamak güzel olabilir.

Gezi boyunca hep mi pizza yenir? Yenir valla! Pizza, bruschetta ve Cannoli Siciliani tatlısı dört gün boyunca benim olmazsa olmazımdı.


Zaman zaman yağmurlu, arada bir kaybolmalı, adada zamanın çoğu yollarda geçse de arabada geçen zamanda şoför hariç herkes yola karışsa da keyifli bir dört gündü. 

Bir dahaki sefere bahar döneminde gelmeyi dileyerek adadan ayrılıyoruz.

































Devamını Oku »

Balmumu Heykelleri

0 yorum


Kapının hemen girişindeyim, içeri girmek ile girmemek arasında gidip geliyorum. İçeriden çığlıklar yaklaştıkça ayaklarım geri adım atıyor ancak korkudan koluna sımsıkı sarıldığım kişi de beni içeri doğru çekince, ne yapacağımı bilemiyorum, nasıl bir çelişki bu?

Çığlık çığlığa bağararak gelen kızların arkasında gördüğüm kişi beni de dehşete soktu. Bir an düşündüm biz Korku Müzesinde miyiz yoksa Madame Tussaud Müzesinde mi?

Çığlıklar ve karmaşa eşliğinde korku koridorunu aşıp tabiri caiz ise ışığı bulduk veeee bambaşka bir dünyadayız.

Siyasetten, spora ve sanata kadar her kesimden insan var. Hepside çok şık giyinmiş ve çok mutlu bakıyorlar. Bizde davete icabet ediyoruz. Gerçi, korku tünelinden sonra mutlu bir suratla poz vermek biraz zor oluyor ama ne yaparsın. İki farklı duyguyu saniyeler içinde peşpeşe yaşamak bu olsa gerek.

Müzenin girişinde böyle bir süpriz olduğunu bileydim? Tüh hazırlıksız yakalandım!

Amsterdam Madame Tussaud

Heykel, balmumu falan denince, haliyle ilk akla Mamade Tussaud geliyor.

Sanıldığının aksine ilk balmumu heykeller Londra da değil, 1770 yılında Dr. Philippe Curtius tarafından Paris’de sergilenmiş.

Doktor olan Curtius, anatomiyi göstermek için hazırladığı balmumu modellerinin günün birinde kendisi için farklı bir kariyerin başlangıcı olacağını tahmin etmiş midir acaba?



Tam da burda Marie Tussaud ile Dr. Curtius’in yolları kesişiyor. Uzun yıllar birlikte çalışan ikili için ayrıllık rüzgarları esmeye başladığında yapılabilecek tek şey kalıyor. Başarıyı ölümsüzleştirmek.

Dr. Curtius’in ölümünün ardından, Marie Tussaud öğrendiği tüm teknikleri ve balmumu heykel koleksiyonunu yanına alarak İngiltereye gitmiş. 1842’ye kadar çalışmalarını Londra’da sürdüren
Marie Tussaud için, zirveye ulaşma fikirleri burada başlıyor. İlk olarak Londra’da açılan Madame Tussaud Müzesi, yıllar içerisinde gelişerek 24 ülkede hayat buluyor.

İlk gezdiğim Madame Tussaud Amsterdam Müzesi girişteki korku koridoru karmaşasından sonra içine düştüğüm balmumu heykelleri ile adeta beni büyüleyen ilk yerlerden biriydi.

Geçtiğimiz Kasım ayında 60 balmumu heykel ile Madame Tussaud İstanbul’da meraklısı için kapılarını araladığında çok heyecanlandım. Neyseki İstanbul’da ki Müzenin girişinde sizi tranvay hatırası bekliyor. Korkacak birşey yok!

İstanbul Madame Tussaud

Yaklaşık 250 yıl önce başlayan balmumu heykel serüveni sayesinde, Mustafa Kemal Atatürk, Mimar Sinan, Sabiha Gökçen ve Yaşar Kemal gibi dünyadaki yerli yabancı daha nice değerli kişilerle fotoğraf çektirme şansını yakalıyorum.
Balmumu heykellerinin müzecilik kavramı ile dünyaya açılmasında ön ayak olan Madame Tussaud, ilk müze olma özelliğini korumaya devam ediyor.



Yılmaz Büyükerşen’in kendisinin yaptığı 160 yerli yabancı balmumu heykelin yer aldığı 2013 de Eskişehir’de açılan Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi, gururla söyleyebilirim ki Türkiye’de bir ilke imza atmış. 


Yolunuz düşerse, yada özellikle yönünüzü değiştirip yolunuz düşerse, tüm müzeleri keyifle gezmeniz dileğiyle




Devamını Oku »

Bükreş

0 yorum

Meraklı meraklı dokunuyorum ağaçlara, aslında tam karşımda duran ağaç kütüklerinden yapılma bir ev. Hayretle seyrettiğim evin sadece kendi değil, çatısıda ağaçtan.

Herastrau Gölü kıyısında sıralanmış birbirinden güzel Romen çiftlik evlerinden örneklerin sergilendiği 272 adet ağaç ev, değirmenler ve kiliseler ile bir açık hava müzesi burası. (Dimitri Gusti, National Village Museum)

 
National Village Museum
Bükreş’e geldiğimiz ilk gün havaalanından hemen buraya geldik. 1936 yılında kurulmuş Ulusal Köy Müzesi, Hanri Coanda Havaalanına 15 km uzaklıkta. 

Göl kenarında evlerin arasında geziniyoruz, bu ağaç evler yüzyıllardır burada sanki, zaman ve mekan değişse de ağaç aynı, hissi yaratıyor.



Palatul Parlamentului 

Doğa harikası bu yerden şehrin merkezine doğru yol alırken gördüğüm Parlamento Sarayını hüzünle karşılıyorum. 

Dönemin lideri Nikolay Çavuşesku tarafından 1984 de 19 Ortodoks kilise, 6 sinagog, 3 protestan kilise ve 30.000 tarihi konut yıkılarak yerine bu 1.100 odalı Parlamento binası yaptırılmış.


Dambovita nehiri kesen Calea Victoriei Caddesi boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. En lüks ve en eski cadde olarak anılan Calea Victoriei boyunca görebileceğiniz birçok müze var. 

National Museum of Romanian History

İlk karşımıza çıkan Romen tarihi Ulusal Müzesi (National Museum of Romanian History)

Odeon Tiyatrosu (Teatrul Odeon ) önüne geldiğimizde Atatürk Büstü ile karşılaşıyoruz bizim için büyük süpriz oluyor.


Yeni binaların arasında tarih sayfasından kopmuş gibi duran Kretzulescu Kilisesi (Doğu Ortodoks Kilisesi) 1720 yılında inşaa edilmiş. 1940 yılındaki depremde hasar görsede bugün hala eski tarihi görünümünü koruyor.
Romanian Athenaeum
Kilisenin yanında Ulusal Sanat Müzesi (The National Museum of Art of Romania) ve karşı sırasında 1888 yılında açılan ihtişamlı kubbesiyle göz kamaştıran Konser salonu Athenaeum (Romanian Athenaeum). Bükreş’de gezilebilecek yerler arasında.

Hiç gittiğiniz şehrin sokakların da kaybolup, kendinizi bulduğunuz oldu mu?

Cartureşti
Yürürken yolda her köşeyi bir kitapçı tutmuş gibi geliyor bana. İkinci el kitapları dizmişler yol kenarına, her gelen bir karıştırıyor "okumadığım ne kaldı" diye. En az ikinci el kitaba olan ilgi kadar yeni basımlara da ilgi var.

Kitaplar sokaklardan dükkanlara taşınmış, Kitapların gücüne inanların gizlice yaşadığı bir yer, Cartureşti… 
Carte, ceai, muzica (kitap-çay-müzik)...
Beyaz, hiç birşeye bu kadar yakışmamıştı. Raflarda kitapları karıştırıp en yakın rahat koltukta kitabı tanımaya çalışabilirim yada en üst kata çıkıp çayımı ve kahvaltımı yudumlarken okuyabilirim.

Tabi birde olmassa olmazı tarihi eski şehir (Old Center). Masaların dükkanlardan dışarılara taştığı, yemek, müzik ve eğlencenin keyfini çıkaracağınız, restaurantların kafe ve barların olduğu nostaljik kent.





Fotoğraf makinemiz elimizde yollardayız….

Bükreşten yola çıkıp Braşov'a giden büyülü yol boyunca sırasıyla Sinaia, Busteni, Azuga, Predeal ve Poiana Broasov kayak merkezlerinden geçtik.

Şanslıyız, baharın habercisi güneş, yolların kenarına bıraktığı tüm renklerden yansıyan güzelliğini, dağların tepesindeki beyaz şapkalara inat, tatlı bir tezatla bize sunuyor.

Sinaia Manastrı
Yol boyu elimden fotoğraf makinesini düşürmüyorum ama yine de gözümün gördüğünü, yüreğimin hissettiğini bu küçük kutuya hapsedemiyorum.

ilk durağımız Sinaia,

Bahçe içinde en fazla iki katlı evlerin yol boyu sıralandığı, çocuksu bir heyecanla karşıladığımız yol kenarındaki kırmızı telefon kulubeleri ve yeşillikler içindeki kasaba, huzur dolu bir yer olarak hafızama kazındı.

Tepede ki Sinaia Manastrı’nda verdiğimiz fotoğraf molası sırasında tanıştığımız görevliler Türk olduğumuzu duyunca ilk söyledikleri “Muhteşem Süleyman!"  Anlaşılan dizi uluslararası boyutta ün kazanmış. Fotoğraflar çekiliyor, sohbet koyulaşmadan biz ağaçların arasından tırmanışa devam ediyoruz.  

Yeşilin binbir tonu ve su şırıltısı eşliğinde ilerlerken tepede gördüğüm muhteşem yapı bana, Alice’in tavşanının önümüze çıkıp bizi Şatoya giden gizli yoldan yukarı çıkaracak gibi hissettiriyor.

Masalsı yapısıyla önce heyecanlandıran sonra merak ettiren saray, şato, kale adına ne derseniz deyin Kral I.Carol’un yazlık sarayıymış. Ben yaz- kış kalabilirim burada.

I.Carol Yazlık Sarayı / Peleş Castle

Karpat dağlarının arasında muhteşem bir manzarası var. 1873 de inşatı başlanan bu sarayın en önemli özelliği; Avrupa’da ilk merkezi ısıtma ve aydınlatma tesisatının döşendiği ve ilk asansörün yapıldığı saray olmasıymış. Duvar resimleri, tavan süslemeleri, dış cephesindeki freskler, bahçe düzenlemeleri en ince detayın bile atlanmadığı 170 oda ve 30 banyodan oluşan bu sarayın yapımı 10 yıl sürmüş. Ne diyelim “Müsaitseniz, bizde güle güle oturuna gelmek istiyoruz”...

Yollar bizim bu gün, git git bitmiyor. Sinaia’dan sonra Braşov’a doğru yola çıkıp  Drakula’nın mekanı Bran Kalesini ziyarete gidiyoruz. Acaba Bran Kalesi'nin avlusunda oturan 5 Drakula biz olabilir miyiz?

Meraklısı için detaylar  Braşov yazısında...


































Devamını Oku »

Braşov

0 yorum

Okuduğum kitapların etkisinde kalıp anlatılan mekanları, şehirleri ziyaret ettiğim çok olmuştur. Bu sefer zamanlama süpriz oldu benim için, bu ziyaret beklediğimden erken geldi.

Gülşah Elikbank, Yalancılar ve Sevgililer basım aşamasındayken yaptığı bir söyleşide Romanya’da ki, Drakula efsanesinden bahsetmişti. Ben hafızamın gidilecek yerler listesi bölümüne bir not etmiştim. Kitabı okuduğumda ise emindim artık buraya gitmek istediğimden.

Merak, tesadüf, mucize, evren herşey benden yana, tabii birde iflah olmaz bir gezgin olan kızkardeşimin süpriz gezi planları…

Bu gezide, kızkardeşim ve üniversite arkadaşlarının yıllar sonraki buluşmalarına ben sonradan dahil oldum. Uluslararası bir buluşma oldu.

Herkes farklı şehir ve ülkelerden geldi İstanbul’a ve oradan Romanya’ya, bizi bekleyen dünya tatlısı sevgi dolu, konuksever ikiliyle buluşmaya…

Yılların verdiği dostluk, araya giren onca zamana karşı mesafeleri kısalttı, gönülleri bir yaptı.

Vampir efsanelerinin dilden dile dolaştığı, soğuk, kasvetli ama bir o kadar da bilmece gibi olan, kuşların bile zor ulaştığı dağın eteklerindeki şatolar kadar şaşırtıcı; 

Baharda yeşilin her tonunu görebileceğiniz, gökkuşağı rengi çiçeklerin yerlere serildiği, suların şırıltısı ve kuş sesleri arasında gezebileceğiniz kadar da doğal güzellikleri olan Transilvanya bölgesi, bu gezimizin konusu.

Drakula Şatosuna yada gerçek adıyla Bran Kalesi’ne ziyaret için gittiğimizde, girişten önce kurulan mini pazar tezgahları arasında dolaşırken, önce çığlıkları duydum sonrasında şapkam başımdan gitti. Arkamı döndüğümde bak, bak bitmeyen maskeli yaratık elinde benim şapkamı sallıyordu. Bizi, şatoya girmeden önce korku evine davet ediyormuş meğer.



13.yy inşa edilen Bran Kalesi stratejik bir konuma sahip, bir dönem gümrük olarak bile kullanılmış. 

Tarihi kaynaklara göre, Eflak hükümdarı Vlad Ţepeş'in (Kazıklı Voyvoda) bir kaç kere Bran geçidinden geçmişliği varmış (1448-1476 yılları arasında) ama bu kalenin tarihinde önemli bir rol oynamamış.  Bizim bu tarihe bir katkımız olsun dedik, hepimiz Drakula olduk, avluda toplandık.

1920 yılında kale Romanya Krallığı'nın resmi ikametgahı olmuş. İçeride Kraliçe Marie tarafından toplanan mobilya ve sanat eserleri sergileniyor. İçerisi labirent gibi merdiven in çık bir odaya gel, koridordan geç merdiven çık başka bir odaya gel. Güncel yaşamda yorucu tabii. Birde şatonun alt bahçesi yani büyük bir park alanı var. 1937 de Kraliçe Marie yorulmasın diye park ile şato arasına asansör konmuş.

Tüm bunlar biryana Kralice Marie’den çok, Abraham Bram Stoker’ın 1897 de yazdığı Drakula, bu şatoda daha çok ünlü. Hatta bu yaz etkinlikler arasında Drakula Müzik ve filmin galası var.

“Oscar'a Aday besteci Philip Glass ve Grammy Ödülü Kronos Quartet ‘ın sahne aldığı Drakula Müzik ve Filmin galası 2-5 Temmuz da Bran Kalesi 'nde.”

Bir zamanlar kuşların bile zor ulaştığı bu kale, manzarasıyla beni büyüledi. Gezi ekibi gurme olmasa ben yine yemek yemeği unutabilirdim.

Broşov da şehrin kalbinin attığı Piata Sfatului meydanındayız. Bu meydan sayısız restaurantlara, kafelere, büyük ve küçük otellere ev sahipliği yapıyor. Prato italyan mutfağının lezzetli yemeklerini damak tadınıza göre hazırlıyor, yemekler kadar tatlılarda muhteşem.

Sıradışı dekore edilmiş yerler, bana ilgi çekici gelir. Tavana kadar yükselen kütüphanenin yanındaki masada yemek yerken kendimi zaman tünelinden geçmiş gibi hissettiğim Festival 39 ve içeri girer girmez tavanda asılı sandalyeler ile dikkat çeken İtalyan mutfağından lezzetli makarnaları ile Trattorian Artisan Food ve sabahın serinliğinde bile turkuaz ve pembenin sıcaklığında kahvelerimizi yudumlarken mavi kadehlerde ışık oyunlarını seyrettiğimiz sevimli kış bahçesi Hirscher

Meydanda Braşov Tarih Müzesi ve saat kulesi (Muzeul de Istorie Brasov) var. Müzenin tam çaprazında ki sokak arasından Kara Kilise (Biserica Neagră ) göze çarpıyor. 

13. yy dan bu yana deprem ve yangınlar sonucu değişikliklerle günümüze kadar gelmiş olan bu kilisenin adının neden kara kilise olduğunu merak ediyorum doğrusu.

Öğrendiğime göre 1689 yılındaki büyük yangından sonra dış cephe duvarları kararınca kilisenin yeni adı Kara kilise olmuş. Daha birsürü efsane var ama inanın en gerçekçisi buydu. Kilise içinde ki org ve Osmanlı halıları dikkat çekici.


Yukarı doğru sokak aralarında dolaşmaya devam ederken daracık bir sokak (Strada Sforii) dikkatimizi çekiyor. Sokağın ortasında kollarımı iki yana açtığımda sanki kucaklar gibi duvara değebiliyorum. 120 cm eninde, 80 m uzunluğundaki bu sokağında bir hikayesi var elbet. 17.yy da itfaye çalışmalarına yardımcı olmak amacıyla açılmış ancak şimdilerde turistik bir mekan olmuş desek yalan olmaz. Fotoğraf çektirebilmek için sıra bekliyoruz.
 
Yola devam ederken Tiberiu Brediceanu Parkı'na çıkıyoruz. Karpat (Tâmpa) Dağlarının eteklerinden karınca misali yukarı çıkanları seyrederken azım açık kaldı. Neyseki yukarı teleferikle 3 dakikada çıkıldığını öğreniyorum. Içim rahat.

Braşov Karpat dağları arasında doğasıyla insanı büyüleyen harika bir yer. Çevrede çok fazla kayak merkezi var. Sinaia, Busteni, Azuga, Predeal ve Poiana Broasov bunlardan bir kaçı.

Baharda burası yeşilin binbir tonu ile çok güzel, eminim kışın her yer karla kaplıyken de yine güzel olur.

Çok yoğun bir o kadar da keyifli bir hafta sonu geçirdik. Ayrılık vakti geldiğinde sanki bir haftadır buradaymışız hissine kapıldım.

Gönlümden geçen yerlere gitmek için önce hayal etmem, istemem sonra niyet etmem gerekiyormuş daha sonrasında, zaman, yol, yöntem hepsi bir olup gerçekleşiyormuş yeterki gönüller bir olsun.

 
Braşov’da yeni kurulan dostluklara…

Sevgiyle …














Devamını Oku »