Avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bologna

0 yorum




Akrep yelkovanı son hızla kovalarken, geç kalacağımızı düşünmenin heyecanı ile kalbim iki katı hızla atıyor.

1800’lü yıllardan kalma olduğunu düşündüğüm Milano Central Station’nın heybetli ihtişamına kapılıyorum.

Binanın içine girdiğimde gözlerimi alamadığım tavan süslemelerini bir fotoğraf gibi hafızama kazıyorum. 

Milan Cenral Station
Adımlarım peşi sıra birbirini kovalarken attığım her adımda 50, 100, 150, 200 yıl birden değişim gösteren bir zaman makinesinde gibiyim…

21. yy hızlı trenine bindiğimizde perondaki tek eksiğimiz elinde gül ile bizi uğurlayan bir sevgiliydi.
1,5 saatlik bir yolculuk sonrası Bologna’ya vardık.


Camdan manzara seyretme fırsatım oldu fakat ne yalan söyleyeyim görüntü çok net değildi, hızlı teren cidden hızlı…

Bologna tren istasyonu eski şehir merkezine yürüme mesafesinde. Sabahın erken saati meydanı boş bulduk, bol bol fotoğraf çekiyoruz.

İlk işimiz en zoru başarmak, 12. yy dan kalma iki kuleye çıkmak. (the two towers Asinelli and Garisenda).

12. ve 13. yy da zengin ailelerin yaptırdığı kuleler saldırılar sırasında savunma amaçlı kullanılmış. 180 den fazla yapılan kuleden, bu güne kalanlarla yetineceğiz biz malesef. Asinelli kulesi 97m ve Garisenda Kulesi 48m

 
Asinelli Tower

Biz önce Asinelli Kulesine çıkıyoruz. Kule gözüme çok yüksek gözükmüyor nedense, iş merdivenleri tırmanmaya gelince nutkum tutuluyor, dizlerim isyanda. Bu çıkışın birde inişi var. En azından tepeye çıktığımızda güzel manzarada bir iki fotoğraf çekip soluklanıyoruz. İniş bir felaket merdiven dar ve yukarı çıkan sayısı artmış. Birbirimize yol vere vere iniyoruz. Bu yorgunlukla Garisenda kulesini aşağıdan selamlıyorum.

Benim gezilerdeki şansım kızkardeşim, Araştırmış bulmuş, kuleden iner inmez sağ köşesindeki Gelateria Gianni’den Ricotta’lı dondurma ile yorgunluk attıyoruz.

Fountain of Neptune

Kulenin diğer karşı köşesinde Pasajın içinde yer alan Roxy Bar ‘da kahvelerimizi yudumlarken yediğimiz nefis tatlılarla enerji topladık. Geziye kaldığımız yerden devam.

Piazza Maggiore meydanındaki Neptün Çeşmesi’nin çevresi kalabalıklaşmaya başladı, iyiki sabah fotoğraf çekmişim. Kuşlar ve insanlar çeşmeyi sarmalamış.

1567 de yapılmış çeşmenin bir özelliği de dünyanın dört büyük nehrinin (Ganj, Nil, Amazon ve Tuna) simgelendiği yarı insan yarı balık bronz heykellerin bulunması.

Neptün Çeşmesinin hemen karşısında bulunan Salaborsa Kütüphanesine giriyoruz alt katı arkeoloji müzesi.

Piazza Maggiore de Salaborsa Kütüphanesinden çıkınca karşısında bizi bekleyen kırmızılı mavili mini trene atlıyoruz. Oldum olası severim bu oyuncak gibi gözüken trenleri.

Bir saatlik bir şehir turu yapıyoruz, Basilica di Sun Luca‘ya kadar çıkıyor. 12. yy da yapıldığı sanılan bu Basilica yıllar geçtikçe ilave edilen binalar ve yapılan tadilatlarla bu günkü halini almış. Şehrin en tepesinde yer almasına karşın yaz yada kış herkes rahatlıkla gelebilsin diye yapılan yolun üstü kapalı.

Biz trenle yanlarından geçerken yürüyen insanları görüyoruz. Biz enerjimizi kulelere tırmanırken harcadığımız için şuan trende olmaktan çok mutluyuz.

Library of Archiginnasio

Bir sonraki durağımız Piazza Galvani meydanındaki günümüzde Archiginnasio Belediye Kütüphanesi (Biblioteca comunale dell'Archiginnasio) olarak kullanılan bina. Aslında 16.yy da üniversite olarak inşaa edilmiş. Hukuk, felsefe, tıp, matematik, fizik ve fen bilimleri bölümlerinden oluşan bir üniversite.

Anatomikal Theater
Anatomik Tiyatro diye anılan Üniversitenin tıp okutulan salonunu geziyoruz. 

Binada tavan, duvarlar ve tabanın her biri ayrı sanat eseri rengarenk süslemelerle dolu.

Anatomik tiyatro ise bunun aksine sadece ortadaki masa görünümlü  mermerin dışında her yer; tavan, duvarlar, sıralar ve taban dahil ahşap kaplama. Tavanda ve duvarda yapılan her heykel ahşaptan yapılma.

Bugün müze olarak kullanılan bölümlerin dışında kütüphanesinde çok değerli kitaplar, yaklaşık 35.000 el yazması ve incunabula bulunuyor. (1500 yılından önce Avrupa da basılmış kitap)


Bologna da sadece sebze meyve, balık ve çiçek satan dükkanların olduğu dar sokaklarda gezinirken gün hiç bitmesin istiyorum. Ancak akşam treni ile Milano’ya dönüyoruz. Bu keyifli gezi sadece bir gün sürsede hafızamızda bir ömür sürecek gibi gözüküyor.


Devamını Oku »

Milano

0 yorum

Yıl 1893 yer La Scala Operası. Bu gece Verdi’nin, Shakespeare'in oyunlarından uyarlayarak hazırladığı son operası Falstaff’ın prömiyeri var. 

Alt salonda erkekler smokin, kadınlar uzun ve abartılı elbiseler giymişler, gösterinin başlamasını bekliyorlar. 

Biz ise bundan yaklaşık 120 yıl sonra salonda yerimizi aldık. Falstaff Operasının başlaması için sabırsızlanıyoruz. Bulunduğumuz yerden gördüklerime inanamıyorum. Gözlerim beni yanıltmıyorsa alt salonda smokin ve tuvalet giymiş seyirciler oturuyor. Yüzlerce yıl sonra bile gelenek değişmemiş.


İtalya’nın kuzeyinde, bir kültür şehri Milano’dayız. Milano’ya gitmeye karar verdiğimiz tarih aralıkları için uçak biletinden önce La Scala Opera biletlerimizi aldık. Teknolojiyi bu yüzden seviyorum uzaklar yakın oluyor.

Şehrin merkezinde bulunan İtalyan markalarının yer aldığı dükkanlar ve nefis kahvelerin yudumlandığı Galleria Vittorio Emanuelle II’nin hemen arkasında bulunan La Scala Opera binası, gece sergilediği gösterilerin dışında gündüz, gezilebilecek müze ve aynı zamanda değerli sanatçılar yetiştiren bir müzik okulu. Ama ben yine de salonda bir gösteri seyredin derim.

Duomo Meydanına kuş bakışı bakmak nasıl olur diye düşünürken, Avrupa'nın dördüncü büyük Katedrali’nin en tepesinde bulduk kendimizi. Gün batımı manzarası gerçekten de harika. Bu arada Katedralin dışı kadar içi de muhteşem.

 
Milano da Duomo meydanındaki Galleria Vittorio Emanuelle II, La Scala ve Duomo Katedral’i üçlemesinden sonra keyifle gezilecek yerler arasında Sforzesco Kalesini unutmamak gerek, içinde bir çok müze ve sergi alanı var. Hepsini gezmeye kalkınca ayaklarımıza karasular indi.

“Dinlenmek” düşüncesi bile güzel. Randevusunu aylar öncesinden aldığımız “Son Akşam Yemeği” için Santa Maria Dele Grazie de soluğu alıyoruz. Davinci’nin tablosunun gizemi kadar içeri girişimizde esrarengiz. 

İçeriye bir defada 15 kişiden fazla almıyorlar. İlk kapı açılıyor, herkes içeri girmeden ve o kapı kapanmadan diğeri açılmıyor. Böyle üç bölümden geçtik kapılar açıldı, kapandı, açıldı. Ben uzay üssüne mi giriyorum yoksa 500 yıl önce yapılmış bir duvar resmini mi görmeye giriyorum bilemedim. İçerideki oksijenin bile hesabı yapılıyor bizle beraber içeri giren sineğin vay haline…
Tahmin edileceği gibi içeride fotoğraf çekmek yasak. 


İçeride sıra sıra dizilmiş uzun banklar var, girer girmez önlerden bir yere oturduk, dinlenirken duvardaki Davinci’nin eserini inceliyoruz. Şimdi daha farklı bir gözle bakıyorum, bu resime. Masa örtüsünün, tabakların deseni, yiyecekler insanların yüzleri, elleri, bakışları herşey çok detaylı ve gerçekmiş gibi resmedilmiş. Renkler solmuş olsada detaylar gözden kaçmıyor.


14. yy da Leonardo da Vinci Kıbrıs adasını ziyareti sırasında Larnaka bölgesinden aldığı Lefkara işi masa örtüsünü Milano Katadreline hediye ettiğine pişman olduğu için onu son akşam yemeğine resmetmiş olabilir mi? Niye olmasın? 

 Peki masadaki tabaklar oturanların ellerinin her bir duruşu her detay bize mesaj veriyor olabilir mi? Da Vinci’nin bunları resmederken aklından neler geçtiğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz. 

Bu duvar resmi bir çok kereler restaurasyondan geçirilsede ilk günkü gizemli mesajını korumaya devam ediyor.

Gün bitti gibi gözüksede yeni yerler için hazırlıklar devam ediyor. Ertesi gün Bologna'yı gezebilmek için tren saatini kontrol ediyorum. Yeni  yerler, yeni heyecanlar...







Devamını Oku »

Brüksel

0 yorum
Palais Royal de Bruxelles

İnternet varsa dünya elinizin altında deniyor ama ben yazılan çizilenin ötesini görmek, anı biriktirmek için gidiyorum.


Gideceğim yeri önceden araştırmak gibi bir huyum var. Haritadan kalacağım oteli ve gezeceğim yerleri işaretleyerek havaalanı ve şehir içi ulaşımı kontrol ederim. Şehrin önemli yapılarının tarihlerini okur hangilerini gezmem gerektiğini planlarım. Müzelerin bazıları için önceden alınması gereken biletler varsa onları internetten alırım. Bildiğin ders çalışır gibi, tabi dersime çalışmadığım bir konu var, o da yemek malesef. O konuda da benimle seyehat edenlere güveniyorum.

Üç gün Brüksel’de kalarak yakın çevreyi gezme şansını yakaladık. Batının Venedik'i Brugge ve diplomasi şehri Lüksemburg ve daha sonra kübik evler gibi ilginç mimarisi ile Roterddam ve ilüzyon müzesi ile bizi şaşırtan Den Hag gezi rotamız oldu.

Çocuklara Brüksel’e gideceğiz dediğimde bana ilk söyledikleri çikolata ve waffle yemek konusunda sınırsız olmak istedikleriydi. Oraya vardığımızda sokakların bile waffle ve çikolata koktuğuna şahit olunca sınırsız yeme hakkını kendime de verdim. Bir müddet sonra alışkanlık yapıyor sanırım, artık sokaktaki koku, dükkandan gelen davet bizi hiç etkilemedi. O ilk gün yediğimiz kadar bir daha hiç yemek istemedik.

Brüksel’e gitmeye karar verdikten sonra yaptığım tüm araştırmalarda Manneken Pis hakkında o kadar çok efsane okudum ki doğrusu onu görmeyi ben de merak ediyordum.

Sabah otelden çıkmadan şehir haritasında işaretlediğim gezilecek yerleri gözden geçirirken dikkatimi çekti Manneken Pis’e göre Jeanneke Pis ile ilgili hiçbirşey bilmiyordum. 

Tabi sağolsun Wikipedia hemen cevap verdi. Bu işeyen minik kız çocuğu 1600’lerden bu yana gelen Manneken Pis efsanelerine inat 1985 den beri fotoğraflar için poz veriyormuş.

Fakat gerçeğini bulmak internetteki kadar kolay olmadı. Adresi haritada bizim kaldığımız otele çok yakın gözüküyor. Yürüme mesafesinde. Otuzdan fazla restauranın olduğu dar sokaklarda dolaşırken çıkmaz sokağın birinde rastladık izine.

Beklediğimden daha sade, duvarın içine doğru yerleştirilmiş önünde de demir parmaklıklar var. Adeta saklanmış gibiydi. Jeanneke Pis’in aksine işeyerek kahraman olan efsanevi Manneken Pis çocuk heykelinin fotoğrafını çekmek için önünde tahminimizden daha uzun bir süre sıra beklememiz gerekti.

Brüksel’in simgesi haline geldiğinden neredeyse geçtiğim her dükkanın önünde onun her boyuttan halini görmüştüm. Bizi en çok şaşırtanı ise Waffel dükkanında dev boyutttaki Manneken Pis idi.

Herçeşit kıyafetle görebilirsiniz onu. Gerçekte de küçük heykelin kıyafet değişim zamanlarını törenle yaparlarmış, bir çok ülkeden özel kıyafet göndermişler, bizlerde olmayan bir gardroba sahip kerata.

Pazar günü sokaklardaki bisikletlileri takip ederek bulduğumuz Brüksel Kraliyet Sarayı Bahçesi (Palais Royal de Bruxelles) bir panayıra ev sahipliği yapıyordu. Müzik, oyun, dans, yemek herşey var. Park alanında çiftlik hayvanlarının bulunduğu bölümde yavru domuzların birbirleri ile oynamalarını seyretmek çocukların ilgisini çekti.


Kraliyet Sarayının hemen yakınında bulunan  Kiliseyi  (St Jacques sur Coudenberg) ziyaretimiz sırasında Belçika Kral’ı ve ailesinin girişteki panoda fotoğraflarını gördüm. Sessiz sedasız tahta geçen Prens Philip, eşi ve birbirinden güzel dört sarışın çocuğuyla birlikte…

Kilise’nin hemen karşı cadesinde bulunan Müzik Enstrümanları Müzesi (Musical Instrument Museum) önüne geldiğimizde bu şehir beni birkez daha şaşırttı.

Beş katlı bu müzede 1200 den fazla müzik aleti bulunuyor. İçeride mini konser alanı, atelyeler ve müzik konulu kütüphane var. 

Katlarda gezinirken müze girişinde aldığımız sesli rehber kulaklıklarla her müzik aletinin tınısını dinleyebilme şansını yakalıyoruz.
Muhteşem şehir manzarasıyla çatı katında bulunan restaurant ise bize bonus oldu.

Bu şehirde dikkatimi çeken birşey Brüksel de çok fazla opera binası var. Bizim otelimizin hemen yakınındaki en eski olanı 1700lü yıllarda inşaa edilmiş, La Monnaie Opera binası. (Theatre Royal de La Monnaie)

İçinde opera ve bale gösterileri dışında sergi alanları ve resim atelyeleri de mevcut. Tüm bunların yanında hafta sonları Opera binasının önündeki meydana bisiklet, kaykay ve scooter tutkunları için platform hazırlanmış, büyük küçük her yaştan insan orada. Bizde keyifle izledik onları.

Pazar günü Brugge’a gitmek için yola çıktığımızda yolları bisikletliler için trafiğe kapattıklarından navigasyonun kafası karıştı ve bizi otobana çıkartmak için epey dolaştırdı. İyiki de öyle olmuş. Koekelberg Tepesi'nde bulunan Sacred Heart Basilikasının (National Basilica of the Sacred Heart in Koekelberg) yeşillikli arazisinden geçme şansımız olmayacaktı. 1905 yılında Çok geniş bir arazi üzerine kurulan Basilika‘nın bahçesi Brüksel’i en iyi panaromik olarak seyredebileceğiniz yerlerden biri.

Brüksel deyince elbette akla gelen yiyeceklerde var; balık, midye, bira, patates kızartması, wafale ve çikolata gibi… 

Foodsquare Grand Place da lezzetli yemeklerin, restaurantların olduğu meydan da Chocolates Factory’de lezzetli çikolataların tadına bakabilir ve birbirinden ünlü markaların olduğu  Galeries Royales St. Hubert Pasajı’nda alışveriş yapabilirsiniz.

Yada Cumartesileri kurulan halk pazarından çilek, böğürtlen, yabanmersini gibi meyveler, tahta oyuncaklar ve Brüksel danteli mini örtüler alabilirsiniz. Her tezgahta el emeği yapılan yerel lezzetlerin tadına bakmak da cabası...
Bazen yaptığım planı bozup yakaladığım anı değerlendiririm, bunu kız kardeşimden öğrendim. Onun her an yapılacak B planı, olmadı C planı vardır. Hiç olmadı E planı der. E planı eve dönüş.

Neyse ki E planına kalmadan yapılacak alternatifler bulduk. 











Devamını Oku »

Rotterdam

0 yorum


İlginç, sıra dışı görünümlü objeleri severim, özellikle mimari alanda olanları daha heyecan verici gözükürler. Devasa boyutta yer çekimine aykırı gibi görünen bir çok bina gördüm Rotterdam’da.

Bayram rotamız toplamda 1500 km sürdü ve bazen aynı günde iki ayrı şehre uğradığımız oldu.   (Bayram rotamız ; Amsterdam- Brüksel- Lüksenburg-  Brugge – Rotterdam – Den Haag – Zaanse Schans)  
Bu gezi sırasında Rotterdam ve Den Haag için aynı günü planlamıştım ve akşamına Zaanse  Schans da otelimize varacaktık. Zamanı iyi kullanmak açısından ve gece yollarda süprizlerle karşılaşmayalım diye Rotterdam‘da gezilecek iki nokta seçip sonra yola devam etmeye karar vermiştik. Ama planlananın ötesinde çok daha fazla görülmeye değer yer olduğunu görmek beni heyecanlandırdı.

Rotterdam da Kruisplein meydanında bulunan Küp Evler (Kijk-Kubus) en çok ilgimizi çekenleri idi.

Mimar Piet Blom’un yaptığı bu 45 derece eğik duran küplerin içindeki yaşamı çok merak ediyorum doğrusu. Apartman dairesi olan bu yaşam alanlarının içini gezmemiz mümkün olmadı malesef.

Dairelerden birinin camına yapıştırılan kiralık yazısı birden bende yeşil ışık yaktıysa da, önceden randevu almayışımız ve 2 saat içinde şehirden ayrılacak olmamız küp dairelerin sadece dışını görmekle yetinmemiz gerektiğinin habercisiydi.

Rotterdam şehri II Dünya savaşı sırasında bonbalanmış. Harabe haldeki bu şehri 1950’den 1970’e kadar yeniden inşaa etmişler.

Rotterdam’da bir diğer görmeyi istediğim yer Erasmus köprüsüydü. Ben van Berkel tarafından tasarlanmış bu köprü şehrin kuzey ve güney yakalarını birbirine bağlıyor. Kübik evlerden çıkarak Erasmus köprüsünün üstünden nehrin karşı tarafına geçtik. Bir çok yüksek ama bir o kadar da ilginç şekilli binaların bulunduğu bir yer. Köprüden geri dönerken sanki çölün ortasında bulunan vaha gibi parlayan Noordereiland adasını gördük.

Nieuwe Maas Nehri üzerinde bulunan Noordereiland yeşil alanları, sıra sıra kırmızı kiremitli evleri ile tarihi dokusunu korumaya devam ediyor. II Dünya savaşı sırasında bombalanan binaların yerine benzerlerini yaparak bu adanın tarihi dokusunu korumayı başarmışlar.


Rotterdam’a gelmişken birde şehri tepeden görelim derseniz Euromast kulesi tam da size göre. 

Hugh Maskant tarafından tasarlanan Euromast kulesi 1960 yılında Rotterdam’ın en yüksek binası olarak inşaa edilmiş. Rotterdam da giderek artan yüksek binalar 1970 yılına kuleye ilave seyir terası konmasına sebep olmuş. Halen Roterdam’ın en yüksek binası konumunda.

Hollanda’nın Amsterdam’dan sonraki en büyük şehri (nüfus olarak) Rotterdam benim için görsel bir şölen gibiydi. Bu kadar çabuk gitmek zorunda olmasak  heralde oradan günlerce ayrılmazdım.












Devamını Oku »

Den Haag

0 yorum

İlizyon, çocukluğumdan beri beni büyüleyen bir kelimedir. Merak uyandırır, düşündürür. Hatta öyle düşündürür ki körükörüne inanmak yerine işin mantığını aratır.

M.C. Escher (Maurits Cornelis Escher) grafiker, matematik ve simetri üzerine yaptığı çalışmalar sonucunda 2 boyutlu ve 3 boyutlu ögeleri aynı anda içeren birçok çalışmaları ve çizimleriyle ünlü.

Hiç duymadığınız bir isim olabilir. Kısa zamana kadar benim içinde öyleydi. Hayat bu tesadüflerle dolu. Bayram rotamıza Den Haag (Lahey) de bulunan Escher in Het Paleis müzesini de ekledim. Birkaç yüz km daha yol yapmamız gerekti ama değdi doğrusu.
 (Bayram rotamız ; Amsterdam- Brüksel- Lüksenburg- BruggeRotterdam – Den Haag – Zaanse Schans)

Tarifi mümkün olmayan görsel bir yolculuk

2002 yılından itibaren müze vakfı Esceher’in eserlerini bir arada sergilemeye karar veriyor. Köşkün her odasında bulunan ilginç ayrıntılar var.  Mesela her odanın avizesi devasa boyutta gitar, vazo, dünya, şapka vb… Yada odaya girdiğinizde aynalar aracılığıyla odanın diğer bölümlerini de görüyorsunuz.

Her o da bir başka süpriz. Fazla kafa yormak istemeyenler için “Aslında hepsi göz aldatmacası” deyip çıkılabilir. Her birinde üzerinde düşünülmesi gereken ayrıntılar gizli.

Karşınızda duran resme uzaktan baktığınızda yanyana duran üç tane benzer binanın ön cephesini görebilirsiniz. Biraz sola kayarak bakın binaların yan yüzleri de gözükmeye başladı. Biraz yaklaşın artık binaların yan iç cephelerini görüyorsunuz. Bunun nasıl yapıldığını keşfetmek için dibine girip incelemek gerekiyor ama arkada meraklı bir gurup hemen beklemeye başlayınca diğer resme geçiyorsunuz.






Benim en sevdiğim oda, mercek şakası. Aklı tırmalayan soru; aynı boyda iki insanın aynı mekanda durup nasıl oluyorda birinin devasa diğerinin küçük gözüküyor olmasıydı. Ama fotoğraflar çekilirken biz çok eğlendik.

Sonraki oda da aynalı küreyi al eline, odanın her bir köşesinde saklanmış arkadaşlarınla özçekim yap. 


Den Haag’a kadar gelmişken bu kadarla kalmayalım diyorsanız
Hollanda’nın tamamını birkaç adımda keşfetmek isteyenler -hemde tepeden bakarak- Minyatür Hollanda var. ( Madurodam )

Ya da karikatüre meraklıysanız. Dick Matena’nın 200 den fazla orjinal çizimlerinin ve kitaplarının sergilendiği Museum Meermanno var.

Kraliyet sanat müzesi Mauritshuis ve Hollanda miras alanında korunan Binnenhof bölgesi var. 13. yy. Gotik tarzda inşaa edilen binalar bugün parlamento binası olarak kullanılıyor. İçlerini görmeyi isterdim doğrusu.

Keyifli bir gezi ve keşif oldu bizim için. Merak bütün kapıları aralar.






Devamını Oku »

Haritam var yine de kayboldum

0 yorum

Erkeklerin yer ve yön duygusu kadınlara göre daha gelişmiştir. İtiraz edemiyorum bilimsel deneylerle kanıtlanmış bir gerçek bu, onların genlerinde var. 

Binlerce yıldır avlanmak için yaşadıkları yerden uzaklaşıp, zihinsel haritalar yaratarak uzaklık hesaplayan ve tekrar yaşadığı yere geri dönebilen insan cinsi erkekler.

Kadınların genlerinde kodlu olan bulundukları yaşam alanını, çocukları korumak, kollamak ve düzeni sağlamak olsa gerek zira ben elimde harita varken bile kaybolabiliyorum.

Haritada hedefi işaretliyorum, eşime gösteriyorum işte burayı gezmeliyiz. Önce eşim ve çocuklardan gelen itirazlara dayanmalı ve onları ikna etmeliyim, burasının gerçekten görülmeye değer olduğuna. 
Sonraki aşama kolay, eşimin yön bulma duygusuna güveniyorum. Onu takip etmeliyim. Arada küçük bir sorun var. O zihninde haritaladı, yolu belirledi ve hedefe kitlendi, gerisi teferruat. Onda tek çekmece açık “hedefe gidilecek”. 

Bendeki durum daha farklı neredeyse 8 çekmece birden açık. Mesele arayı fazla açmadan takip edebilmekte…

Önden giden, yolu bileni takip et.

Her şekerleme, çikolata, waffle ve elektronik eşya satan dükkana dalan büyük çocuğu takip et, hedefe döndür.

Elinde direksiyon varmış ve vites atıyormuş gibi hayali araba kullanan küçük çocuğu takip et, yön ver, hedefe döndür.

Arada sağa sola bakıp neredeyiz, hangi dükkanlar var, gezilecek ilginç mekanlar var mı, bir şeyler yiyip içmek için mekanlar nasıl, gibisinden etrafı incele.

Arada bir hafızadan alınacaklar listesini gözden geçir.

Beğendiğin yapıların, bisikletin, sokağın, tabelanın ve ilginç gelen yada güzel gelen her şeyin fotoğrafını çek.

Sokağın tadını çıkar…

Aynı anda birden fazla işi yapma becerisi kadınlarda daha fazla gelişmiş deniyor.  Aslında bir çok işi hem kadınlar hem erkekler yapabiliyor. Kadın- Erkek diye kesin çizgilerle ayırmak yanlış olur.

Aklıma yakınlarda okuduğum “Erkekler Soldan Kadınlar Sağdan” adlı  kitap geldi. Davranış Bilimleri Uzmanı Psikolog Aşkım Kapışmak, kadın- erkek arasındaki düşünsel farklılıkları esprili bir dille anlatıyor bu kitabında.

Her ne kadar kadınların beyninin sağ lobunu, erkeklerinde sol lobunu kullandığı söylense de istisnalar mümkün. 

Eşim ve oğullarım kendi ortak konuları olan bir müzeye girdiler. Elimde haritam tek başıma Amsterdam sokaklarındayım, Çanta ve Cüzdan Müzesini arıyorum. Yol boyunca dört ayrı kişiye sormak zorunda kaldım. Sonuncusu, kadın olan haritayı tutuşumu düzeltti, üzerine kalemle yolu çizdi ve karşı caddeye yönlendirdi. Ben müzeyi elimle koymuş gibi buldum. İstisnalar kaideyi bozmaz...

Her şeyin çözümü içimizde sabır,  hoşgörü ve sevgiyle bakalım her şeye ve herkese…

Sevgiyle kalın,

Devamını Oku »

Brugge

0 yorum


Herşey, araç trafiğinin azaldığı bisikletlilerin ve yayaların yollara döküldüğü güneşli bir pazar günü başladı. Bir yanımız yeşillikler arasında üç-dört katlı evler, bir yanımız eski şehri yeniye bağlayan kanal. Ara ara kocaman kapılar kanallar üzerinde bağlandıkları köprüleri açıp teknelerin, geçişine izin veriyorlar.

Etrafta gördüğüm her bisikletliye imrenerek bakıyorum. Elli yaş üstü ve çocuklar en çok kıskandıklarım. Arabamıza bir yer bulmak için uğraş veriyoruz. En sonunda arabadan kurtulduk, yayayız.

Belçika’nın Ortaçağ'dan kalma mimarisi, değişik çikolataları, danteli, kanalları ve Belçika birası ile ünlü turistik kenti Brugge‘dayız.

Kocaman kapıdan şehre giriyoruz, çikolata ve waffle kokusu birbirine karışıyor. Navigasyonu kurduk bizim hedef belli Choco-Story. 

Kakaonun doğuşu, dünyaya yayılışı, çikolata olma hikayesinin analatıldığı dört katlı bir müze. En alt katta mini bir mutfak var, birlikte çikolata yapımını keşfetmemize yardımcı.

Müze girişinde çocuklara mini bir dikkat oyunu veriyorlar. Sonunda ödül var, tabiki çikolata…

Bu keyifli geziden sonra kendimizi müziğin büyüsüne kaptırdık ve tabi patates kızartması kokusunun da etkisi var. Bizi minik bir meydana çıkarttı.

Sokağa kurulan sahnede dört çift tango yapıyor. Yaşları altmışın üzeri ve muhteşem dansediyorlar. Ben büyülenmiş gibi donup kaldım. Kısa bir sure sonra çocuklar uzaktan gelen müziği işaret ederek bizi daha büyük bir meydana sürüklediler. 

 Provinciaal Hof, Historium Brugge ve Belfry of Bruges gibi tarihin çevrelediği Brugge’un ünlü meydanlarından biri, Markt Place. Burada bir rock gurubu konser veriyor. Gençler ayakta onlarla birlikte söylüyorlar, dans ediyorlar. 

Meydanın çevresinde restaurant ve kafelerde oturanlar da konseri dinliyorlar. Biz konserin sonuna denk gelmişiz son yarım saati dinleyebildik. Sonra yavaş yavaş kalabalık dağıldı, sahne toplandı, meydan bana kaldı.

Tarihi çan kulesi Belfry tüm heybetiyle bana bakıyor. Dar ve dik 366 basamağı çıkmayı göze alabilsem yukarı çıkıp en güzel manzara fotoğraflarını çekeceğime eminim. 

E tabi birde zamanlama sorunu var buralarda hayat akşam 5 de bitiyor. Kapanmasına 15 dakika var, bu kadar sürede yukarı çıkıp inemeyeceğim için içeri giremiyorum. 


Bende meydanda ki Ortaçağdan kalma binaların her birini birer sanat eseriymiş gibi tek tek inceliyor ve fotoğraflıyorum, aslında öyleler. 

Deminki kalabalığı, insanları görmesem şimdi bu binalardan 16.yy giyimli insanlar çıkacakmış gibi hissediyorum.

Tarihi binaların arasında, yanında, meydanlarda yeni ve özgün sanat eserlerine rastlamak mümkün. Bu çok hoşuma gitti.

Eski şehirden çıkana kadar her binanın fotoğrafını çekmeye çalışıyorum. Bazı binaların üzerlerinde yapım yılları yazılmış. 1600'den - 1901'e kadar her tarihe rastlamak mümkün. Belki daha fazlasıda vardır benim rastlamadığım, sokak aralarında kalan.

Bir şehri en iyi keşfetmenin yolu ya kanal turu yada şehir turu yapan otobüsler. Biz arabamızla bu turu yapıyoruz.

Daha sonra kanal ile çevrelenen eski şehri geçip yeni şehirin sokak aralarında da biraz dolaşıyoruz. Bahçe içinde evler, ağaçlıklı yollar, yol kenarlarında kanallar. Kanallar öyle bulanık falan değil gayet berrak, içinde kuğular ve ördekler var. Her yolun kenarında bisiklet için ayrı, yayalar için ayrı yollar var.

Önce tatlı bir huzur kaplıyor içimi, büyülendim. Sonra yavaş yavaş bir hüzün çöküyor. Buranın güzelliği, düzenliliği, kurallar ve insanların bu kurallara uyuşu, saygı duyuşu… Çok kıskandım, çok.

Bir pazar günü Brugge bana doğayı, tarihi korur, sever ve sevdirirsem, yaşamı anlamlı kılacağımı hatırlattı.

Yollardayız yine,  radyoda Fransızca şarkılar Brüksel’e otelimize doğru gidiyoruz.  Yeni yerler yeni planlar...  Zihnim enerjik, bedenimde tatlı bir  yorgunluk.




Devamını Oku »

Zaanse Schans

0 yorum
Maceralara açığım, başka neler var bu kasabada diye düşünüyorum.

Gözümün görebildiği noktaya kadar yeşillik ağaçlık; çocuklar, köpekleri ve bisikletleriyle dolaşıyorlar. Su kanalları tarlaların sınırları sanki, her bir yeşil kara parçasında inekler, koyunlar hatta bazılarında domuzlar otluyor. Kasabaya yaklaştıkça büyülü bir yolculuktaymışım gibi hissediyorum, hiç bitmese…

Otobanda gidiyoruz, çıkışa az kaldı. Sağlı sollu yeşilliğin büyüsüne kapılmışım etrafı seyrediyorum. Yan yolda atının sırtında dört nala giden bir binici, görüş alanıma giriyor. Maceralara açığım başka neler var bu kasabada diye düşünüyorum.

Uzaktan gördüğüm değirmenler, giderek yaklaşıyor, sabırsızlanıyorum ancak arabaya park yeri bulmak çok zor. Herkes kurallara sıkı sıkıya bağlı, bisiklet ve yaya yolları daha öncelikli. Arabamıza zar zor bir yer buluyoruz, sonrasında özgürüz. Değirmenlere giden yolda her bir evi, herbir bahçeyi hayranlıkla seyrederek yürüyoruz.

Etrafı seyrettikçe, içimi bir huzur kaplıyor. Evlerin bahçelerine girmek için minik ahşap köprülerden geçiliyor. Kanalda ördekler yüzüyor. Nasıl doğa harikası bir yer kelimelere dökmekte zorlanıyorum.

Zaandam yakınlarında, Zaanse Schans adlı  küçük bir kasaba. Öyle kuru kuru küçük bir kasaba deyip geçmeyelim, dünyanın en eski sanayi bölgesi olmasını sağlayan 1000 yel değirmeni varmış bir zamanlar. Kağıt, arpa, boya, un, baharat ve yağ değirmenlerinden oluşan sanayi bölgesi burası.

De Kat Molen
1920’lerde sayıları gitgide azaldığı için korumak amaçlı yeni yasalar çıkarmışlar. Ve günümüzde hala çalışan, üreten 20 adet değirmen var. Tarihi değirmenlerin dünyaya tanıtılması için bir dernekleri var, değirmen müzesi var. Ayrıca her değirmen haftanın belli gününde, bazıları ayda bir ziyaretçilere açık. Bizim gittiğimiz gün Kedi adındaki boya değirmeni (De Kat) geziliyordu. Gişede giriş ücreti öderken bizimle ilgilenen bayan Türk olduğumuzu duyunca tatil için Kemer’e gideceğini söyledi. Ve bize verdiği tanıtım broşürlerinden biri İngilizce diğeri Türkçe idi. Nasıl duygulandım anlatamam. Bu güne kadar girdiğim her müzede İngilizce tanıtım broşürü almak zorunda kalan ben, Türkçeyi görünce çok heyecanlandım. Tabi biraz devrik cümleler ile yazılmış ama olsun yine de bu bir başlangıç.

Soluk Benizli (De Bleeke Dood) 1656 ve Kol (De Koker) 1866 adlı değirmenler un, Kedi (De Kat) 1646 boya ve Pembe (Het Pink) 1620 yağ değirmeni olarak hizmet veren değirmenlerden bazıları. Daha fazlası için www.zaansemolen.nl ziyaret edebilirsiniz.

Burası bisiklet cenneti. Her yaştan insan günlük yaşamlarını bisikletle görüyorlar. Bisikletlerin arkalarında çantaları var yada önde sepetleri. Çocukların ve gençlerin dışında, bizim görmeye alışık olmadığımız 60 yaş üstü insanların da bisikletle dolaştığını, alış veriş yaptığını görünce kıskandım, hemde çok ama çok kıskandım…






Devamını Oku »

Mavrovo

0 yorum

Buz mavisi göl, beyaz bulutlarla buluşurda araya ağaçların dalları ve evlerin çatıları renk katmaz mı?

Yollar beni hep heyacanlandırmıştır. Mavrovo gölü çevresinden Kayak merkezine gidene kadar ki manzarayı hafızamın hatıralar başlığında “unutulmaz manzaralar” bölümüne kaydettim daha sonra yazıya dökmek üzere. Zira fotoğraflara yansımayan an ve an değişimleri canlı seyretmek istedim.

Bu seneki kayak maceramız Makedonya’nın başkenti Üsküp’e (Skopje) bir saatlik mesafede ki Mavrovo gölü çevresinde bulunan Kayak merkezindeydi.

Gündüz kayak, akşam keyifli bir yemeğin ardından dinlenmek isterim ben hep. Öyle şamatalı, çalgılı eller havaya eğlence, gündüz yorgunluğumu iki katına çıkarır. Mavrovo Kayak merkezi tam da benim istediğim gibiydi. Pistler sakin, çok fazla sıra beklemeden yukarı çıktık., Kalabalığın getirdiği kazalar da yok. Çocuklar için (12 yaşa kadar ) kayak kiralama, öğretmen ile ders (sabahları 2 saat ) ücretsizmiş. Kaldığımız otelden yazı götürdük, hem kayakları aldığımız yere hemde yukarı çıkmak için günlük bilet aldığımız yere gösterdik.  Keyifli ve ekonomik bir tatil oldu bizim için.
 
Memnuniyet kişiye göre değişiyor tabi. Aramızda usta kayakçılarda vardı. Siyah pistlerin yan taraflarında olması gereken güvenlik şeritlerinin olmadığını, yol düzenleme ve işaretlerin yetersiz olduğunu, yer yer ortaya çıkan toprağın tehlike yarattığını söylediler. Biz sarı ve yeşil pistlerde gezinirken ustalar Mavi pistle yetindiler.

Mavrovo kayak merkezi ile ilgili daha ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirisiniz.

Son gün uçağımız akşam olduğu için biz Üsküp’ü gezmek istedik.

Şehir 1392'den 1912 Balkan savaşlarına kadar Osmanlı hakimiyetinde kalmış. Yenilenme çalışmaları tam gaz devam ediyor. Tadilat yapılan binaları ve meydanları perdelerle kapatmışlar. Her yerde devasa heykeller var. Meydanlar, köprüler ve hatta binaların tepelerinde bile bu heykelleri görmek mümkün. Üsküp bu yeni yüzüyle bir Avrupa başkenti olma özelliğini koruyor.

Ancak aynı özeni şehrin “Old Bazaar” bölümünde göremedim. Burada Osmanlı döneminden kalan, cami, han, hamam ve eski evlerin olduğu mahallelere rastlamak mümkün. Umarım tamir bakım sırası onlarada gelir. Zira 16.yy yapılmış Kursumli An (Kurşunlu Han) ‘ın içi boşaltılmış ve kapılarına zincir vurulmuş, artık kullanılmıyor.

Şehrin merkezine, Vardar nehrinden karşıya geçmek için kullanılan en eski köprü Fatih Sultan Mehmet tarafından 1421-1451 yılında yapılan Taş Köprü.

Hemen yakınında yeni yapılan Arkeoloji Müzesinin önünde her biri birbirinden güzel heykellerle süslü yeni köprü gözüküyor. Gece ışıklar altında her iki köprüde çok güzel bir görünüme sahip.

Biz yemeğimizi Eski Çarşı içinde tarihi bir restaurant olan Destan’da yedik. Yoğurt, turşu ve kurufasülye var. Türkçe menü mevcut. Menüde köfte için kebap diye yazıyor. Hem lezzetli hemde ekonomik.

Üsküp de gezilecek yerlerin ayrıntılarına Skopje başlıklı yazıdan ulaşabilirsiniz.
















Devamını Oku »

Skopje

0 yorum


Avrupa'nın yenilenen şehri Üsküp...
Bu seneki kayak maceramız Makedonya’nın başkenti Üsküp’e (Skopje) bir saatlik mesafede ki Mavrovo gölü çevresinde bulunan Kayak merkezindeydi. Son gün uçağımız akşam olduğu için başkenti gezmeden, görmeden dönmeyelim dedik.

Şehir 1392 den 1912 Balkan savaşlarına kadar Osmanlı hakimiyetinde kalmış. Şehri gezerken bir yanda yeniden inşaa edilen müzeler, tiyatro binaları ve anıtlar diğer yanda bakımsız kalmış tarihi han, hamam, cami ve kiliseler dikkat çekiyor

Yenilenme çalışmaları tam gaz devam ediyor. Tadilat yapılan binaları ve meydanları perdelerle kapatmışlar. Her yerde devasa heykeller var. Meydan , köprü, hatta binaların tepelerinde bile bu heykelleri görmek mümkün. Üsküp bu yeni yüzüyle bir Avrupa başkenti olma özelliğini koruyor.

Vardar nehrinden karşıya geçmek için kullanılan en eski köprü Fatih Sultan Mehmet tarafından 1421-1451 yılında yapılan Taş Köprü, her yönüyle görmeye değer.

Arkeoloji Müzesi
Hemen yakınında yeni yapılan Arkeoloji Müzesinin önünde her biri birbirinden güzel heykellerle süslü yeni köprü gözüküyor.

Biz yemeğimizi Eski Çarşı içinde tarihi bir restaurant olan Destan’da yedik. Yoğurt, turşu ve kurufasülye var.Türkçe Menüde mevcut. Menüde Köfte için Kebap diye yazıyor. Hem lezzetli hemde ekonomik.


Üsküp’te gezilecek yerler denince ilk akla gelenler

Makedonya Meydanı: Şehir merkezinde Vardar Nehrinin hemen yanında bulunuyor. şehrin kalbi adeta burada atıyor, denebilir tüm festivaller, kültürel ve politik olaylar burada düzenleniyormuş. Biz gezerken meydanda yenileme çalışmaları vardı, perdelerle kapatılmıştı. dolayısıyla fotoğraf çekmekte biraz zorlandım. Ama ortada Büyük İskenderin anıtı bulunuyordu.
Makedonya Takı
Makedonya Takı : Pella Meydanında bulunan zafer anıtı çatı katında seyir terası mevcut. Yanında iki kocaman devasa heykeller var.

Makedonya Mücadele Müzesi : (Museum of the Macedonian Struggle) Ulusal müze, Vardar Nehri kıyısında Arkeoloji Müzesi ve Tiyatro Binasının arasında çok merkezi bir yerde. 

Balmumundan yapılan heykeller çok ilgi çekiciydi. Müzede bir çok görsellik kullanılarak Makedon mücadelesinin anlatıldığı ve 1991 Bağımsızlık Bildirgesi’nin önünde biten 13 sergi alanı var. 

Rahibe Terasa'nın evi
Rahibe Teresa Evi: Rahibe Terasanın yaşadığı ev günümüze kadar ulaşmadığı için evin yerine yapılan şapel ziyaretcilere açık. Avluda Rahibe Terasa’nın yaptığı çalışmaların fotoğrafları bulunuyor.

Makedonya Ulusal Müzesi : eski şehir bölgesinde çarşı içinde kalan müze Kale’ye yakın bir konumda. Müzede Makedon tarihsel ve kültürel mirası sergileniyor.


Üsküp Kalesi: MS 6. yüzyılda inşa edildiği düşünülen yapı bir çok kez depremler ve saldırılar sonucu hasar görmüş, tekrar inşa edilmiş. Ancak 1963 deki büyük depremde gördüğü ciddi hasar ne yazıkki tamir edilememiş. Ancak bugün hala kalenin büyük bir bölümü gezilebilir konumda.

Eski Tren İstasyonu: ( Skopje City Museum ) Günümüzde sanat galerisi olarak kullanılan eski Tren İstasyonu, 1963 de ki büyük depremde çok hasar görmüş. O günün anısına depremin olduğu an 05.17 de saat durduğu haliyle bırakılmış tekrar çalıştırılmamış.

Eski Tren İstasyon'u

Üsküp Arkeoloji Müzesi : Müze artık yeni yerinde Vardar nehrinin kıyısında ziyaretcilerini bekliyor. Müzenin hemen önüne yapılan heykellerle bezenmiş köprüden Taş köprüyü seyretme şansınız var. Müze içinde yaptığımız tarihi gezinti sırasında o dönemin insanını tasvirleyen balmumu heykelleri çok gerçekciydi. En alt katta İskender Lahti’nin bir kopyasını ziyaret ettik. Orjinalini daha önce İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde görme şansımız olmuştu.

Çifte Hamam : 15. yüzyılda İsa Bey denetiminde yapılan hamam 1915 yılına kadar kullanılmış. 1963 depreminde ciddi hasar almış ve yeniden onarılarak Modern Sanat Galerisi olarak hizmet vermeye başlamış. Deprem sonrası bir çok ülke ünlülerinin eserlerini müzenin kurulumu için bağışlamışlar.

Taş Köprü: Vardar Nehri üzerinde yer alan yapı 1421 -1451 yılları arasında II. Mehmet himayesinde yapılmış. (Fatih Sultan Mehmet) bir çok kere depremden zarar gördüysede yeniden onarılmış, bugün halen kullanılabilir durumda.
 
Taş Köprü
Aziz Savior Kilisesi: Mustafa Paşa Camisine yakın küçük bir kilise. Bahçesinde Goce Delchev’in mezarı ve kilise içinde Delcehev ile ilgili küçük bir müze bunuyor.

Mustafa Paşa Camisi : 1492 yılında inşaası tamamlanan cami, Yavuz Sultan Selim’in veziri Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Cami eski çarşı içinde Üsküp Kalesine yakın bir konumda.

Ulusal Tiyatro: (National Theatre Skopje) Vardar nehrinin kıyısına yapılan Opera ve Tiyatro binası dışındaki heykeller kadar çatısındakilerle de ilgi çekiyor. Bizim için zaman kısıtlıydı bir gün daha kalıp burada bir eser seyretmeyi isterdim doğrusu.

Ulusal Tiyatro 
Şehir Parkı: Üsküp merkezindeki göller, spor alanları, lunaparklar, hayvanat bahçesi, kafe ve
restauranların bulunduğu büyük yeşillik alan. Bahar ayları için gezilebilecek en gözde mekan.

Milenyum Haçı : Millennium Cross 2002 yılında Vodno dağına inşa edilen haç 66 metre yüksekliğinde. Gece ışıklandırıyorlar, şehirden çıplak gözle görülebilmesi için tasarlanmış, 2008 de içine asansör, restaurant ve hediyelik eşya dükkanı ilave edilerek ziyarete açılmış. 

Kurşunlu Han (Kursumli An): Eski şehir bölümünde çarşı içinde bulunan Hanlardan en büyük olanı ve günümüze kadar ulaşanı Kurşunlu Han. 16.yy yapılmış. Çatısının kurşunla kaplı olmasından dolayı Kurşunlu Han olarak anılan Han’ın I.Dünya Savaşı sırasında kurşunları sökülmüş.

Kurşunlu Han


Biz gittiğimizde kapısı kilitliydi, artık kullanılmıyor. Seviyorum bu eski kapıları kilitleselerde mutlaka içeriyi görecek bir aralık bulunuyor. Kemerli sütunlardan oluşan iki katlı bir yapı. Avlusunda küçük bir çeşme bulunuyor.

Murat Paşa Camisi, İsa Bey camisi, İshak Bey Camisi ve Yahya Paşa Camisi Üsküp’te görülecek camilerden bir kaçı. Hepside tarih boyu yaşanan depremlerden nasibini almış ve tadilatlar geçirerek bugünkü hallerine kavuşmuşlar.







Devamını Oku »

Kyrenia / Girne

0 yorum
Dinlendirici bir tatil için Akdeniz’in incisi Girne.

Sıcağı sevmediğimi göz önünde bulundurursak en güzel zaman bahar, bana göre ilk bahar da son bahar da ayrı ayrı güzel.

İlk Ağustos sonunda gitmem gerekti Girne’ye, deniz –kum- güneş üçlüsünden gezmeye vakit kalmayacak diye düşünürken, denizin en az dışarısı kadar sıcak olmasından dolayı gezmeye daha fazla vakit ayırmış olduk.

Girne denince akla ilk gelen yer Limanı ve Kalesi. Roma dönemi ile başlayarak ve ardından Bizans, Lüzinyan, Cenevizlilerin ve Venediklilerin hakimiyetine geçmiş Girne Kalesi.
1570 yılında ise Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethi sırasında Girne savaşsız olarak teslim alınmış. Kalenin günümüze kadar gelmesinde bunun payının büyük olduğunu düşünüyorum.  Kıbrıs’a bir başka gidişimde Mağosa kalesi ve kale içi tarihi binaların savaştan sonra kalan hallerini görmüştüm. Girne Kale’si İngiliz Sömürgesi döneminde (1878-1960) polis okulu ve hapishane olarak kullanılmış.


Girne‘nin tarihi çok eski M.Ö. 10. yy kadar gidiyor. Zamanla bu ıssız sahil kasabası denizciler tarafından keşfediliyor ve her liman kentinin yaşadığı zorluklar neticesinde MS. 7.yy da Girne Kalesi inşaa ediliyor. Her dönem kaleye hakim olan milletler, ihtiyaçlar neticesinde Girne Kalesine ilaveler yapmışlar.

Kaleyi gezerken her köşede tarihin bir başka boyutuna geçiyorsunuz adeta. Kalenin dört biryanında yükselen Venedik kuleleri, Venedik savunma platformu, sarnıç, cephanelik ve top mazgalları. Lüzinyan dönemine ait bekçi odası, Bizans dönemine ait kule ve Bizans Kilisesi.

Bir Bizans Kilisesi olan St. George Kilisesi 12. yüzyılda yapılmış. Bu yapı Bizans ve Lüzinyan zamanlarında kalenin dışındaymış. Venedik döneminde ise bazı değişiklikler yapılarak kalenin içine dahil edilmiş. Girne Kalesin’e girerken sağda küçük bir kapı ve tabelası var.

Ben, Girne Kalesinde ki en güzel yerlerden birinin Batık Gemi Müzesi ve diğerinin ise Girişin üstündeki Manzara terası olduğunu düşünüyorum. Seyir terasına çıktığımızda o eşsiz güzellikteki Girne Limanını bir kez daha fotoğraflama şansımız oldu.

Batık Gemi Müzesi

Bu güne kadar ele geçen en eski batık gemiler arasında olan bu gemi Helenistik Dönem’e aitmiş. Yaklaşık 2300 yıllık olduğu söylenen bu geminin gövdesi Halep çamından yapılmış, gemide bulunan 413 adet anforanın Rodos ile Sisam kaynaklı olduğu tahmin ediliyormuş. Gemiyi 1965 yılında bir sünger avcısı tespit etmiş. Daha sonra Pennsylvania Üniversitesi araştırmacıları tarafından yapılan çalışmalarla su yüzüne çıkarılmış.

Biz Batık Gemi müzesini Ağustos sıcağında geziyorduk. Her ne kadar saat, akşam üzeri beş olsada havanın sıcaklığını tahmin edersiniz. Geminin iskeletinin olduğu oda özel klima ile soğutuluyor. Camlı bir bölmenin ardından ona bakabiliyorsunuz. Gemi çok titiz bir koruma altında.

İkon Müzesi

1860 yılında yapılmış Archangelos Michael Kilisesi ve İkon Müzesi Girne limanına çok yakın, Kilisenin yapımından 25 yıl sonra ilave edilen çan kulesi, Girne'nin her yerinden görülebiliniyor.

Kilise günümüzde Girne ve çevresinden toplanan 17.-19. yüzyıllar arasında yapılmış çeşitli örneklerden ikonların sergilendiği bir İkon Müzesi olarak kullanılıyor.


Bellapais

Girne’ye tepeden bakmak için ayrı bir fırsat olduğunu düşündüğüm bir yer. Semtin adı Beylerbeyi olarak geçiyor. 12.yy da kurulmuş olan Manastır tepeden Girne’ye hakim.

1158-1205 yılları arasında Kudüs’ten göç eden Augustinian meshebi rahipleri tarafından yapılmış.

Günümüzde ayakta kalan kısım ise Fransa Kralı III. Hugh(1267-1284) tarafından inşaa ettirilmiş. Adanın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra Kilise, ibadet amacıyla kullanılmak üzere Ortodoks Rumlara verilmiş.

Kilise ve yemekhane bugüne kadar korunabilmiş durumda. Hatta Yemakhane bölümünde yerli yabancı virtiyözlerin mini konserleri olabiliyor.

Ekim-Kasım aylarında Uluslararası Kuzey Kıbrıs Müzik Festivali’nin 12’incisi yapılıyordu.

Yemekhane gotik sanatının kusursuz örnekleri ile dolu. Yemekhane Kapısının mermer üst sövesinin üzerinde sırayla Kıbrıs, Kudüs ve Lüzinyan krallıklarının armaları asılı. Yemekhane kapısının karşısında üst üste duran Roma dönemi’ne ait iki muhteşem mermer lahit var.

Beni en çok etkileyen avlunun etrafını çeviren revakların muhteşemliği oldu. Gündüz güneşin aydınlığında, gece ışıklar altında her anı ayrı güzeldi.

Kıbrıs’a her iki gelişimde de Girne Kalesi’ni ve Bellapais Manastırı’nı tekrar gezdim. Birdaha gitsem yine gezerim. Atmosferi beni çok etkiledi. Her ayrıntıda başka bir dönemi yakalabiliyorsunuz. Tarihler arası bir gezi yapılabilir.

 

Ağa Cafer Paşa Camii

Kalenin yanında, limandan kent merkezine doğru, taş döşeli dar yoldan yokuş yukarı ağır ağır çıkarken aynı ada sahip sokağın arasında gördüğümüz Camii Kıbrıs Valisi Ağa Cafer Paşa tarafından 1589 yılında yaptırılmış.

Bugün dar bir sokak arasında sıkışıp kalmış gibi gözüksede tarihi caminin ziyaretçisi çok.

Tek şerefesi bulunan ve tek minareli kesme taştan yapılmış cami dikdörtgen planlı. Caminin duvarındaki ahşap kafesler dikkat çekiyor.




Mavi Köşk

İtalyan asıllı Rum olan Paulo Paolides tarafından 1957 yılında yaptırılmış bu köşk içinde konuşulanlarda, yapılanlarda tarihe imza atmış.

Köşkü dışarıdan kimsenin göremeyeceği ancak tepeden bakıldığında her tarafa hakim Çamlıbel Mevkiinde dağlık bir bölgede 20. yy modern mimari teknikler kullanılarak yapılmış. Köşk içinde kullanılan bir çok mermer, karo taşı, fayans vb. malzemeler İtalya’dan gelmiş.

Evin bu kadar özel olması sahibinden kaynaklanıyor elbet. Köşkün sahibi bir avukat ve aynı zamanda dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı Baş piskopos Makarios'un avukatlığını yapıyormuş. Buraya kadar herşey normal. Normal olmayan şey ise Paolides’in Avukatlık mesleğinin yanı sıra Ortadoğunun en büyük silah tüccarı olması. Bölgedeki çetelere silah sağlayarak 1963 Kanlı Noel olaylarının başlamasına yardım ettiği söyleniyor.

Köşkün bahçesinde cephanelik deposu ve gözetleme merkezi var. Silahların deniz yolu ile geldiği, katırlarla yukarı çıkarılıp, depolanıp daha sonra sevkedildiği söyleniyor.

Biz eve vardığımızda içeri gezmek için sıra bekledik. 10’ar kişlik guruplar halinde alıyorlar. Evin içinde fotoğraf çekmek yasak. Günümüzde evin bulunduğu bölge Askeri bölge sınırları içinde, Türk Silahli Kuvvetleri'nin himayesinde. Ev hakkında söylenecek söz çok, fotoğraf yok.

Ev’in odalarında renkler hakim Kırmızı oda Mafya görüşmelerinin yapıldığı, Mavi oda genel misafirlerin ağırlandığı, Yeşil oda yatak odası, Sarı oda misafir çocuklar için hazırlanmış. Çocuklar için olan odanın, binanın içinde ama binadan ayrı olarak depreme dayanıklılığı yapılmış. Kendi odasında yatağının baş ucunda geçite çıkan bir kapı var. Baskın günü buradan kaçmış. Geçitin nereye çıktığı bilinmiyor. Çıkarken tüneli havaya uçurduğu söyleniyor.

Paolides sanata düşkün bir kimse olarak biliniyor. Evin içindeki tablolar çok özel bunlardan biri Fransız bir resam tarafından kendisine hediye edilen Meryem Ana tablosu. Tablonun özelliği halesinin som altından elindeki tas ve gerdanlığın ise altın suyuna batırılarak resmedilmiş olması. Tablonun bir diğer özelliği ise odanın neresinden bakarsanız bakın elleri, dizleri ayak ucları ve gözlerinin size dönük olması. Oda biraz küçüktü bu denemeyi odanın en uzak noktalarından bakarak denedik. Gerçekten de gözler bizi takip ediyor gibiydi.

Misafir odasında bulunan içki dolabı bukalemun derisinden yapılmış. İtalya’dan gelen özel bir solisyonla bakımı yapılıyormuş. Her mevsim renk değiştirme özelliği olan bu içki dolabının, Paolides’in ölümünden sonra bakım için solisyonu gelmediğinden en son Sonbahar renginde kalmış.

Köşkte, Paolides’in bayan misafirleri için yaptırdığı bir süt havuzu var. Dönemin ünlü aktristlerinden Sophia Loren'inde köşke gelerek süt banyosu yapan misafirlerden olduğu söyleniyor.

Köşkte, çalışır durumda olan 1957 yapımı Westinghouse marka merkezi klima sistemi, içinde gizemli bir altın anahtar bulunan gizli kasası, özel olarak uzakdoğudan gelen dokuz boyutlu güvenlik aynası, kuş tüyü yastıklı stres koltukları, istenirse 24 saat şarap akan aslanlı çeşmesi, özel sirtaki taverna bölümü, köşkün bir çok yerinde bulunan günah çıkarma noktaları, deprem uyarı cihazı, sesyalıtımlı perdeler, bahçesinde dilek havuzu, Paolides’in konuşma öncesi sesini ayarlamak için çalışma yaptığı akustik özelliği olan küçük meydan var ve köşkün özellikleri saymakla bitecek gibi değil.

Köşk hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayınız.

Barış ve Özgürlük Müzesi

1974 Kıbrıs Barış Harekatı'nın başladığı 20 Temmuz gecesi, karargah olarak kullanılan evin girişinde çıkan patlama sonucunda birçok asker şehit olmuş.

Bu ev daha sonra tarihi belgelerle yaşatmak, aktarmak, Kıbrıs Barış Harekatı'nı ölümsüzleştirmek adına müzeye çevrilmiş.

50. Piyade Alay Komutanı Albay H.İbrahim Karaoğlanoğlu ile Pilot Binbaşı Fehmi Ercan’ın şehit düştüğü ev ile askeri araç ve silahların, açık havada sergilendiği bu müze ile birlikte Boğaz Şehitliği, Deniz Şehitleri Anıtı, Karaoğlanoğlu Şehitliği, Taşkent Şehitler Anıtı, Limasol Şehitler Anıtı'da Girne' de ziyaret edebileceğimiz ve saygıyla anacağımız şehitlikler arasında.

Girne’de ziyaret edilecek yerler arasında;

Girne Kalesi, Limanı, Bellapais Manastırı, Archangelos Michael Kilisesi ve İkon Müzesi, Barış ve Özgürlük Müzesi, Mavi köşk’den başka Girne çevresinde gidebileceğiniz diğer yerler;

Sokaklarının, evlerinin ve bahçelerinin güzelliği ile ünlü İngiliz Köyü Karmi, Antik Lambousa Şehri Lapta, Beşparmak Dağlarının hakimi St. Hilarion Kalesi ve Esentepe Köyündeki Antiphonitis Manastırı’nın içerisinde yer alan kainatın hakimi İsa freski oldukça etkileyici.

Yeme İçme
Gırbaç Tatlısı
Balık seviyorsanız Girne Liman caddesi üzerinde her bütçeye her damak tadına uygun restaurantlar var. Konu deniz ürünleri olunca birde Akdeniz mutfağı mezeleri ile kendinizi evinizde gibi hissedebilirsiniz. Tabiki ızgara Hellim tadına bakılması gerekenler arasında birinci sırada. 

Tatlı olarak bizim çok beğenerek yediğimiz Gırbaç tatlısı, geceye damgasını vurdu diyebilirim.  Nor peyniri (tadı lor peynirine benziyor) ve pekmez üzerine muz, kivi ve ceviz ile servis yapılıyor. 

İkinci akşam, Beylerbeyi’nde bulunan Bellapais Manstrırına akşam üzeri çıkmıştık. Hemen yanındaki Kybele Restaurant’ta atıştırmalık olarak seçtiğimiz kuşkonmaz çok lezzetliydi. Sunum ve fiyatlar çok uygun ve akşam serinliğinde Girne manzarası da harika.

Girne merkezde, sahile inen yolun sağ köşesinde kalıyor Akpınar Pastanesi. Yemek servisi de var ancak bizim en çok sevdiğimiz ev yapımı reçelleri. Ceviz macunu, patlıcan macunu en favori olanları bizim için. Küçük  boy kavanozlarda satıyorlar  paketlemede yapıyorlar, biz hediyelik olarak almıştık bavulda sorunsuz geldiler.  



Devamını Oku »