yetişkin kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Umutların Tükenip, Kahve Çekirdeğinde Hayat Bulmuş Hali

0 yorum

 




Hangi roman kahramanı ne yapmış? Yazar, bunu okuyucuya nasıl yansıtmış? Kurgudan karakterlere, içerdiği mesajlardan anlatım diline kadar elbette ki hepsinin bir sebebi ve cevabı vardır. Anlamamız için bazen sadece baktığımız yönü değiştirmemiz yeterlidir.

İstanbul Oyuncak Müzesi’nde Yasemin Sungur’la Kitap ile Sohbet etkinliği sayesinde tanıştığım, kitaplar konuşulurken olaylara farklı açılardan bakmamızı sağlayan sohbetiyle olduğu kadar yazılarıyla da tanıdığım Oktay Valunya ile ilk romanı ‘Yemen Dilberi’ hakkında konuştuk.

Söylemeden geçemeyeceğim, romanınızı henüz okumayanlara da “Spoiler” etkisi olsun istemem. Finalde yaptığınız ters köşeyle sürpriz sonlu bir roman olmuş. Uzun süre konuşulacak gibi gözüküyor.

Öykü ve denemelerden sonra bir romanla okuyucu karşısında olmak sizi heyecanlandırmıştır diye tahmin ediyorum. Kitabı ilk elinize aldığınızdaki duygularınızı bizimle paylaşır mısınız?

Kızım doğduğunda, “Tamam benim bir çocuğum oldu ben babayım artık” düşüncesiyle ertesi gün işe gitmiştim. Ama şimdi birlikte o kadar çok şey yaşadık ki kızımı damarlarımda hissediyorum. Kitabımı elime aldığımda da benzer duygular yaşadım.  “Tamam” dedim bir kenara koydum. Tebrikler başlayınca, hele imza günleri sonrası aldığım keyif Yemen Dilberi’yle bütünleşmemi hızlandırdı diyebilirim. Ama kızım gibi olamaz…

Sohbetin en güzel hali, kitabın kahramanlarını yazarıyla çekiştirmek. Kitabın baş kahramanı Orhan’ı bize biraz tanıtır mısınız? Orhan nasıl bir karakter?

Bu soruyu bir arkadaşıma sordum. Yanıtı, gözünün önünde olan bitenin farkında değil, duygularını ifade edemiyor, karşısındaki kadını çözemiyor, hayattan beklentisini fala bırakmış. Kitapdaşımın yorumu hoşuma gitti.  Orhan sürece önem veriyor yani sonuç odaklı değil. O kavuşamamanın zevkini yaşıyor.

Yemen Dilberi ilk sayfa kahve falıyla başlıyor. Fala inananlardan mısınız?

Yok fala inanmam. Benim bu konuda ilgimi çeken fal bakma anındaki ritüellerdir. Falcının fincanı elinde tutarken bedensel mimik ve jestleridir. Kullandığı dildir.  Yine de inanmasam bile ben kahve içtikten sonra fincanımı tabağına ters çevirip kaparım daima.

Genelde erkek yazarların kadın karakterleri yazmaları zordur derler. Tabii bu kadın yazarlar için tam tersi. Peki sizin yazarken en çok zorlandığınız karakter hangisi?

Handan, bir erkeği peşinden sürükleyecek yeteneğe sahip bir kadını yaratmak çok zorladı beni. Bana böyle kadınlar çok çekici gelir.

Yemen Dilberi’ndeki hangi karakter sizin favoriniz? Neden?

Melihcan. Şimdilerde neredeyse askere gidecek yaşa geldi. Kahramanlarımın en safı. Çocuk işte.



Yazarken yaşanılan deneyimlerle birlikte iyi bir gözlemci olmak da duyguyu yazıya geçirmede kolaylık sağlar. Siz yazar olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız? 

Yolda yürürken herhangi bir nedenle düştüğünüzde sadece korku, acı, kendimize kızma ve benzeri duygular yaşarız. Bu deneyimdir.

Başka birinin düşüşünü gördüğünüzde o kişinin nereye takıldığını, düşmeme çabasını, düştükten sonra kalkış çabasını ve buna benzer eylemleri izlersiniz. Bu gözlemdir.

Ben zannederim iyi bir gözlemci ve hayalperestim.  Bu yaşamla ilgili tabii. Tek düze yaşamı olanın deneyimi az olur.

Karakterleri yazarken kendinizden bir şeyler kattığınız olur mu? Mesela hangisinde sizden izler vardır?

Elbette, Orhan. Kendimden izler çok var.

Mekân seçimlerinizin özel bir nedeni var mı? Özellikle semtler?

Yaşadığım sevdiğim yerler. Özel bir nedeni yok. Kitabımın gelişimi Yalova’nın bir köyü olan Koruköy’deki evimin üst kat balkonunda. Sahil, cami, komşular Melihcan. Yaşamımın merkezi olan yerler.

Yazma ritüeliniz var mıdır?

Sıkıntılı bir konu benim için. Disipline olamıyorum, tarzım bu herhalde.

Yazdıklarınızı ilk kim okur? Çevrenizde fikrine güvendiğiniz, yorum yapmasını beklediğiniz biri var mı?

Çevremde bana yardımcı olan çok yetenekli kitapdaşlarım var. Özellikle yazımı okumalarını istediğimde onlardan tek isteğim bana olumsuzluklarımı söylemeleri.

Kurguyu oluşturduktan sonra sonucunu bildiğiniz bir şeyi yazıyorsunuz aslında, peki yazarken akışa kapılıp farklı bir yön kazanır mı yazdıklarınız?

Yemen Dilberi benim ilk kitabım. Bu kitabı yazmaya başladığımda nasıl biteceğini bilmiyordum. Karmaşık bir yazım süreci geçirdim. En ilginci hiçbir yazma tekniği bilmiyordum o zamanlar. Ama çok kitap okuyordum.

Kitabın adı neden “Yemen Dilberi”?

İlk adı “Kıvrımlar, Eğriler, Büğrüler.” Sonra “Kırmızı Şezlong.” En son “Yemen Dilberi”

Romanın hikayesi kahve falı üzerinden gittiğinden “Yemen Dilberi” en uygunu oldu

Yemen Dilberi kitabın yanında bir de kahve kolonyası var. Bu fikir nasıl gelişti?

Dünya’da ilk. Birden aklıma geldi. Kahve kolonyası aldım. Boş şişeye doldurdum. İçine kahve tozu ve çekirdeği kattım. Şişenin bir yüzüne kitabımın ön kapağını fotoğrafını yapıştırdım. Keyif aldığım bir uğraşı oldu.

Yeni kitap projesi var mı? 

Yarılanmış bir öykü kitabım, yarılanmış bir romanım var. Harekete geçmem lazım…

Biz merakla bekliyoruz. En kısa zamanda yeni kitaplarda, yeniden buluşmak dileğiyle.

Teşekkürler sevgili Oktay Valunya…

Röportaj: Hüma Oktay


Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 



Devamını Oku »
0 yorum

 ERKEK DENİZİNDE KADIN GEMİLER


Neden bayanlar voleybol 1.lig takımı deniyor da bay voleybol 1. lig takımı denmiyor? Onlara korkusuzca erkek voleybol takımı diyoruz da “kadın” demeye mi korkuyoruz?  

 

Uçağa bindiğimizde pilotun anonsunu duyunca neden kadın pilot der şaşırırız da erkek pilot demeyiz? Bak uçak da kullanıyorlar aferin diye takdir ediyoruz da mı söylüyoruz yoksa kadının ötekileşmesini kabul edip, daha alt sınıf olduğu iddiasında mı bulunuyoruz? 

 

Kafamda deli sorular dönüp dururken tüm bunlara cevap tarihsel kanıtlarıyla ve tanıklarıyla beraber Tayfun Timoçin’nin “Erkek Denizinde Kadın Gemiler” kitabından geldi.  Mitolojiden, dinsel kitaplara kadar tarihin her döneminden gelen kaynaklarla beslenmiş. Binlerce yıldır tüm dünya üzerinde yaşayan kadınların, erkek denizindeki seyir defteri… 

 

Denize açılan herkes bilir ki, seyir sırasında kuralları deniz koyar. İstediği zaman uğuldar, istediği zaman da sükunete bürünür… 

Erkekler belki de binlerce yıldır “kadın, deniz gibidir” deyip duruyorlar. Ama aslında “deniz gibi” olan erkekler! 

Kural koyan, “denizci” veya “gemi” olarak kabul edebileceğimiz kadınların hayatlarını zorlaştıran, esen gürleyen, uğuldayan ta kendileri. İzin veren, lütfeden, hem arzı hem de talebi belirleyen ve hükmeden onlar. Erkek denizinde boğuşup duruyor kadın gemiler.”

     




Kitap kronolojik sırayla geçmişten günümüze bin yıllar içerisinde kadının, erdemli, doğurgan, üretken Kibele tanrıçasıyken nasıl toplumun gözünde hilekâr bir şeytana, cadıya dönüştürüldüğünü anlatıyor. 


 “Sonuç olarak dünya nüfusunun yarısı erkek, yarısı kadın. Nasıl olur da bir yarı, diğer yarının üzerinde tahakküm kurar?  İşte onun temeli dogmalar ve dogmaları yayanlar da -işlerine geldiği için- erkeklerdir; kadınlar da durumu kabullenir, çünkü zorbalık, kolay başa çıkılır nesne değildir.” 

 

İçinde çelişki barındıran durum ise her erkek bir kadın tarafından dünyaya getiriliyor ama içine doğduğu dünya erkekler tarafından yönetildiği için onu doğuran, ona aşık olan hatta onun kızı, kız kardeşi olan kadınların mücadelesi hiç bitmiyor. 

 

Fakat bu kısır döngüyü bozabilecek bir ayrıntı var. Kadınların bir işi benimsediklerinde onun toplumsallaşmasını kolayca sağlayabilme becerileri. Tarihte bunun örneklerine rastlamamız mümkün. Farkındalığı yüksek kadın dayanışması bu yüzden daha çok önem kazanıyor özellikle günümüzde. Bu süreçte biz kadınlara destek olan, anlayan erkeklere de çok iş düşüyor.

 

Bir kadın sayesinde farkındalığı gelişmiş, bakış açısı değişmiş bir erkek tarafından yazılmış “Erkek Denizinde Kadın Gemiler”. Yazar hakkında yazarın kendisi kadar mütevazi olamayacağım. Zira Tayfun Timoçin’in on parmağında on marifet var. Makine mühendisi, gazetecilik, editörlük, yelken kulübü kurucusu, yelken yarışçısı, belgesel ve tiyatro oyunu yazarlığı... Aslında daha da fazlası var. Bence çok iyi bir araştırmacı, kitabı baştan sona soluksuz okurken birçok kaynak kitabı da not aldım. Kitap doğurdu gibi bir şey. Sayesinde sıraya dizilen okunacak çok kitabım var. 

 

Kitabın içinde beni en çok etkileyen cümlelerden biri de;  “Doğayla mücadele etmek!”  diye bir söz vardır. Denizci ancak uyum sağlarsa yol alabilir, mücadele ederek değil.

 

Erkek ve kadın tüm insanların hayat denizinde uyumla yol almaları dileğiyle. 

 

Sevgiyle Kalın

Hüma Oktay 

 


Martı Dergisinde yayınlanmıştır. 

 

 

 

 


Devamını Oku »

AĞAÇLARIN GİZLİ YAŞAMI

0 yorum


Bir yaz akşamı oğlum bahçeyi sulamaya çalışıyor. Ama bütün derdi kendi boyundan büyük ağaçların tepe yapraklarını sulamak. Haliyle ağaçlarla birlikte kendini de suluyor. Baktım dede sakince bir şeyler anlatıyor torununa.

Ama bizim ki itirazda “Sadece toprağı sularsam ağacın tepesindeki yapraklar kurur, onlar çok güneş alıyorlar” diyor.

Beş yaşındaki oğluma, ağaçların kökleri aracılığıyla yer çekimine inat, her bir dalının en uç noktasına kadar eşit miktarda suyu alabilme becerisinin olduğuna inandırmamız epey bir zamanımızı almıştı.

Yıllar sonra, Peter Wohlleben’in “Ağaçların Gizli Yaşamı” adlı kitabı okurken fark ediyorum ki o köklerin, suyu dallara göndermenin de ötesinde marifetleri varmış.

Yerin altında birbirini besleyen, destekleyen sosyal yardım sistemini andıran muazzam bir ağ kurmuşlar. Hem ağaçlar arasında hem de toprakta yaşayan birçok canlı organizma arasında.

Sosyal varlıklar olan ağaçlar birbirlerine yardım eder” diyor yazar.


Sadece ağaçlar mı? Faydalı yırtıcıların, rahatsızlık veren böcekleri memnuniyetle yiyerek ağaçlara yardım ettikleri gibi diğer birçok canlı da ağaçların yardım çağrısına cevap veriyor.

Mantar, zengin şekerli ödülü karşılığında ağaç için birkaç karşılıksız yardımda bulunur; mantardan ziyade ağacın köklerine zararı dokunan ağır metallerin ayıklanması, bu yardımlardan biridir. Bu ayrıştırılan zararlı maddeler, her sonbahar evimize getirdiğimiz porcini mantarı adlı sevimli meyvede bulunur.

Okudukça keşfedilecek ne çok şey varmış diye düşünüyorum. Ağaçların susuzlukta çığlık attıklarını tespit etmişler mesela. Bir de taze filizlerini ot oburlar yemesin diye oracıkta salgıladığı koku ile yüz metre çevresindeki ağaçları da uyararak korumaya alma meselesi var.

Bir ağaç yalnızca kendisini çevreleyen orman kadar güçlü olabilirmiş…

Doğada işleyen muhteşem bir mekanizma var. Dünya var olduğundan beri aynı sistem tıkır tıkır işliyor. Doğaya kulak verebilirsek eğer topraktaki mineralden gökyüzündeki güneşe kadar her şeyi eşit paylaştıklarını görebiliriz. “Benim dallarım güneş görsün, bol şeker yapayım. Hepsi benim olsun” demiyor mesela. Kabuğu soyulmuş şeker üretemeyen ağaca, kendi şeker stoklarını veren çevresinde komşu ağaçlar var. Birlikte büyüyorlar, gelişiyorlar.

Doğa paylaşımcı…

Güçlü olan gerektiğinde kendi besinleriyle zayıf olanı besliyor. Böcek istilasını, zürafanın gelip en taze filizleri yemesi gibi acil durumları ise, “Ben kendimi korumaya aldım sen de al” diye salgıladıkları kimyasallarla birbirlerine haber veriyorlar.

Doğa koruyucu…

Fazlasını değil herkes kendine yeteri kadarını alıyor. Depolama yok, aç gözlülük hiç yok. Güçlü zayıf olana yardım ediyor. Öyle herkesin gözüne sokarak değil toprağın altında usulca gizlice yapıyor yardımını. Yardım alan da minnetle alıyor ve imkânı olduğunda bir başkasına yardım ediyor.

Doğa alçak gönüllü…

3,5 milyar yıldır var olan doğanın içinde insan ömrü, kumsalda bir kum tanesi misali. O bütünün bir parçası olduğumuzu fark etmeye başladığımızda tüm sorunlarımızı çözebileceğiz.

Doğanın ayakta kalan son parçası, yaşanacak maceralar ve keşfedilecek sırlarla birlikte kapımızın hemen önündedir” diyor Peter Wohlleben.

Doğa müthiş bir öğretmen, onu dinlemeyi öğrenebilen herkes için…

Sevgiyle
03.05.2020

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.



Devamını Oku »

ALTI BARDAKTA DÜNYA TARİHİ

0 yorum

Sohbet bahane, kahve şahane!



Taze kavrulmuş kahvenin sıcacık kokusuyla beyin hücrelerimi harekete geçiren, sinir uçlarıma kadar yayılan enerji ve ruhumu kaplayan mutluluk hissi ile gülümseyerek güne başlıyorum.

Sabah ayılmak için, yemekten sonra keyif için, gün içerisinde dedikodu eşliğinde, iş, dost, eş ve arkadaşlarla kahve içmeyi kim istemez ki?

Sohbet bahane, kahve şahane!

Gün geçtikçe sosyal medyada yayılan kitap ile kahve fotoğrafları yavaş yavaş yerini kitap kafelerde çekilen fotoğraflara bıraktı. Tarihte kahvenin yollarının kitaplarla buluşması on yedinci yüzyıl ortalarına kadar gidiyormuş meğer yeni öğrendim.

Benim asıl merak ettiğim küçücük kahve çekirdeğinden oluşan bu lezzetin tüm dünyayı nasıl sardığı?


Son zamanlarda keyifle okuduğum Tom Standage’nin yazdığı “Altı Bardakta Dünya Tarihi” ;
Mezopotamya ve Mısır’da keşfedilen “Bira” ile başlayıp, Yunanistan ve Roma’dan tüm ülkelere ticareti yapılan statü simgesi ve asillerin en popüler içkisi “Şarap” ile devam ederken, Arap dünyasından bir kimyacının buluşu olan “Damıtık içkiler” in  ekonomik mala dönüşmesi, tüm dünyaya yayılması sonucu vergilendirme, siyasi güç ve yasakların gelmesiyle gücünü Avrupalıların peşine düştüğü, entelektüellerin içeceği “Kahve”ye bırakanve ardından Çin’den sonra tüm dünyayı fetheden “Çay” ve kapitalizmin simgesi haline gelen “Cola”yı anlatıyor.

Sonuçta başladığımız yere geri döndürüyor bizi. Her şeyin temeli, ana maddesi “Su”…

Bir fincan kahvenin kokusunu içime çekerken tarihte bir kahve çekirdeği için nasıl bir savaş verildiğini okuyorum.

Dünyanın kahve macerası ilk olarak 1470 yılında Yemen’de başlamış. Mekke’den sonra Mısır ve Filistin’e kadar yayılan kahve sevdası keşifler çağının başlamasıyla on yedinci yüzyılın başında Avrupalı gezginler aracılığıyla ve Papa VIII Clenmens’in onayıyla başta Hollanda, Fransa ve İngiltere olmak üzere tüm Avrupa’ya yayılıyor. Çok popüler olan kahve ve beraberinde açılan kahvehaneler sayesinde Avrupalı kahve çekirdeğini yetiştirmenin peşine düşüyor.

Kim istemez ki dünyaya egemen olan bir kahve tedarikçisi olmayı?



Veee savaş başlıyor. Yüz yıla yakın bir süre gemilere yüklemeden önce kahve çekirdeklerini kavurarak ve yabancıları kahve üretim merkezlerinden uzak tutarak önlem almaya çalışan Arap’ların bu yasaklarını ilk delen Hollandalı Denizciler olmuş. Arap kahve ağaçlarından gizlice kopardıkları bir dal ile başlayan Hollanda’nın kahve macerası kendine uygun toprak bulana kadar sömürü devletlerde dolaşmış.

Veee mutlu son, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Brezilya, dünyaya egemen kahve tedarikçisi oluyor.

Her şeyin bir ilki vardır



1650 yılında Batı Avrupa’da ilk kahvehane’nin bir üniversite kenti olan Oxford’da açılması ve kahvehanelerin çoğalıp popülerleşmesiyle ilk tepkiler de tabi ki üniversite yetkililerinden gelmiş.

“Öğrencilerimiz kahvehanelere kaçtı, derslere gelmiyorlar.”

Sadece öğrenciler mi?

Kısa sürede kahvehaneler benimsenip kitap, şiir, felsefe, bilim hatta akademik tartışma alanlarına dönüşünce, bir fincan kahve fiyatına (1-2 peni) içeri girip birçok şey öğrenmeye yardımcı olduğu için “Peni Üniversiteleri” bile denmiş.

İç mekanın ev gibi dekore edilmesi, rahat koltuklar, kitaplarla dolu raflar, devamlı müşterilerin varlığı ve sıcak kahve sayesinde ev rahatlığı sağlayan kahvehanelerin girişinde sosyal farklılıklar da kapıda bırakılırmış.

“On yedinci yüzyılda Avrupalı bir iş adamı en son ticari haberleri duymak, mal fiyatlarını izlemek, siyasal dedikodulara yetişmek, başka insanların yeni bir kitap hakkında ne düşündüklerini öğrenmek ya da en son bilimsel gelişmelerden haberdar olmak istediğinde, yapması gereken tek şey bir kahvehaneye uğramaktı.

Avrupa’nın kahvehaneleri bilim insanları, iş adamları, yazarlar ve politikacılar için bilgi borsası işlevi görüyordu.” 

Kahvehanelerin siyasi dedikoduların yapıldığı, devrimci heyecanların merkezi haline geldiği zamanlarda olmuş. Ancak tüm yasaklamalar ve baskılar ne kahveden vaz geçirmiş ne de kahvehanelerdeki bilgi akışını bozmuş.

Londra’daki bazı kahvehanelerin denizcilik, matematik ve astronomi derslerinin verildiği yerler olması girişimciler ve bilim insanlarının sanayi devrimini başlatmasına vesile olması şaşırtmıyor beni. Bu kahvehanelerin iyi yanı, bir de ayrımcılığa sahip olması gibi kötü bir yanı var. O dönemde Londra’da ki kahvehanelere kadınların girmesi yasak.

Yirmi birinci yüzyıla gelindiğinde sanat, bilim ve iş dünyası internet üzerine taşınmış oldu. Açık ofis sistemine geçilmesiyle de diz üstü bilgisayarını alan insanlar yeni nesil kahvehanelerde, kitap kafelerde işlerini internet aracılığıyla kahve eşliğinde dünyaya açılarak yapıyorlar. Zaman zaman kitap sohbetleri de bazı kitap kafelerde devam ediyor.

Kahvenin zihinsel yeteneğinin keşfedilmesinden bu yana, masa başında oturarak zihinsel iş yapan, bilim insanlarının, entelektüellerin, tüccarların ve öğrencilerin tercihi kahve, hayatımızda ki en önemli yerini aldı.

“Bugünkü kahve kültürünün ve Starbucks kahvehane zincirinin merkezi olan Seattle kentinin aynı zamanda dünyanın en büyük yazılım ve internet firmalarından bazılarının üssü olması şaşırtıcı değil mi? Kahvenin yenilikçilikle, akılla ve ağ oluşturmayla -artı bir tutam devrimci coşkuyla- ilişkinin uzun bir geçmişi vardır.”





Kahve zihin açar, enerji verir.

Kırk yıl hatırı vardır.

Köpüğü bol, tadı yerinde olsun

Afiyet olsun

Hüma



Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.
































Devamını Oku »

SAVAŞÇI

0 yorum

Bobby Dixon
(Ali Muhammed)
Dipten zirveye... 



“Anneeee, bunu mutlaka sen de okumalısın!” dedi, elinde salladığı kitabı burnuma doğru sokarak. Çok yakın bir dostumuzun karne hediyesiydi “Savaşçı”

Onun bu ısrarcılığı beni daha çok meraklandırdı. İlk bakışta Fenerbahçe’li bir basketbolcunun yaşam öyküsü diye adlandırabileceğim sıradanlık yavaş yavaş yerini gizemli bir merak duygusuna bıraktı…

Oğlumun eline aldığı kitabı aynı gün içinde bir solukta bitirmesinden anlamlıydım. Satırlar arasında ilerledikçe farkına vardım ki bu kitap, mücadelenin, çok çalışmanın, başarının yanında hiç pes etmemenin kitabıymış… 

“En dibe vurduğunda gidebilecek başka yer olmadığına göre tek yapman gereken yukarı çıkmaya başlamaktır.”

Doğduğumuz coğrafya ve doğuştan sahip olduğumuz din, dil, ırk gibi bazı özellikler bize, şansı ve şanssızlığı beraberinde getirirmiş.

“Bizim ise tek yapmamız gereken değiştiremediklerimizin değil, değiştirebildiklerimizin üzerine odaklanmak” diyor 1983 Chicago doğumlu Bobby Dixon. Uyuşturucu batağının içindeki ailesiyle verdiği yoksulluk mücadelesi, hayata 1-0 yenik başlamasını sağlasa da, hatalarla dolu yaşamından zirveye doğru tırmanırken aldığı dersler, sabır ve azimle çalışmaya devam ettiği cesaret dolu mücadelesini anlattığı hayat hikayesi “Savaşçı” Nemesis Kitap tarafından okurlarla buluştu.

“Bu benim hayatımda aradığım başlangıçtı..." dediği Kankakee Devlet Üniversitesi’inde deneme idmanından sonra aldığı burs sayesinde basketbol hayatı resmen başlıyor. Sanmayın ki ilk başvurduğu okul ona burs verdi. Kabarık sabıka dosyasını, onun daha sonraları sorun çıkaracağının işareti olarak algılayan bir çok okul sergilediği performansa rağmen red cevabı veriyor.

Ama yılmadan çalışmaya devam eden Dixon, çabaları ve azimli çalışmaları sayesinde burslu girdiği Troy Üniversitesi'nin sağlık bölümünü yüksek bir dereceyle bitirmeyi başarıyor.

Hayaller büyük, gidilecek yol uzun, daha çoooook çalışmak gerek!

“O günlerle ilgili hatırladığım şeylerden biri de, öyle bir hayat yaşamak istemediğimin farkına varmamdı. Daha fazlasını istiyordum. İçinde doğup büyüdüğüm aile belliydi, bunu değiştiremezdim. Sonuçta hiçbirimiz nerede ve kim olarak doğacağımızı seçemeyiz. Değişitremeyeceğim şeyler karşısında bir şeyler yapabiliridim ama. Özgürlük hissine ihtiyacım vardı belki. Ya da kaçmaya. Ve bu ikisini bana aynı anda hissettirebilen tek şey spordu.” Syf 58

Hayal kırıklıklarını en aza indirmek için zaman zaman gidilen yolu, tercihleri değiştirmekle yeni kapıların açılmasına şans vermeyi deniyor Dixon.

“1.78 metre boyun NBA'de bir kadroda yer almak için yetersiz olduğunu biliyordum.”

NBA hayalinden vaz geçerek Avrupa basketbolunda şansını denemeye karar vermesi de onun için hayatında açılan yeni kapılar, yeni başlangıçlar demekti.

Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Ona inanan antrenörler ve takım arkadaşları sayesinde adım adım zirveye tırmanıyor.

“Kuzenimle birlikteaynı evde kalıyordum. Kendime zar zor yetiyordum. Kuzenim ise yeniden uyuşturucu satarak para kazanabileceğimi söyledi. Bunu birdaha asla yapmayacaktım. Hiç uzatmadım ve evden ayrıldım. Beni yanlışa sevk ettiğini hissettiğim her yerden ve herkesten uzaklaşmaya kararlıydım.” Syf 81

Büyürken kendi hayatında yaşadığı zorluklar sırasında eksikliğini hissettiği bir çok şeyi şimdi o çevresindeki gençlere sağlamaya çalışıyor. Chicago'da kurucusu olduğu "Lionheart" vakfı sayesinde yaz döneminde gençler için basketbol kampları düzenliyor. Amacı 10-17 yaş arasındaki gençlere hem basketbolu sevdirmek hem de hayatta karşılaştıkları zorluklarla mücadele etmelerini sağlamak.
Kitap bittiğinde şunu düşündüm “Yapabilirsin! Yadaaaa yapmamayı da tercih edebilirsin. 
Hayat senin! Seçim senin!”


Temmuz 2019
Hüma Oktay

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır





Devamını Oku »

Aklın Kutsal Kitabı

0 yorum


Hız sınırını aşalı çok oldu, yavaşlama hissi geldiği gibi gidiyor. Zaman mı beni kovalıyor ben mi zamanı bilemiyorum henüz. Kuyruğunu kovalayan şaşkın kedi gibiyim.

Evde hepi topu dört kişiyiz, buna rağmen aynı anda sofraya oturmakta zorlanıyoruz. Etkinlik saatleri, trafikten kaynaklı gecikmeler, seyahatler bizim minik engellerimiz.

Rağmen üçlü, ikili yada hep birlikte sofraya oturmak, o masa başında sohbet etmek hayatımın akışında en sevdiğim anlardan biri.

“Günün nasıl geçti?” sorusu yerine, “Bugün şöyle birşey öğrendim” cümlesi ile başlayıp okuduğum yada duyduğum birşeyi paylaşmak onların da bu konu hakkında ki fikirlerini almak, sohbeti daha da eğlenceli hale getiriyor. Konu konuyu açıyor, sohbet güzelleşiyor e haliyle yemek de uzuyor.

Uzasın varsın. Sohbet şahane yemek bahane!

Uzun zamandır, mutfak masasının alt rafında duran bir kitabım var. İçerisinde, biraz felsefe, biraz bilim, biraz tarih, çok özel insanların hayatlarından ders alınacak sıra dışı kesitler, yanlış bildiğimiz doğrular… daha neler neler. Doç. Dr. Şafak Nakajima’nın kaleminden Aklın Kutsal Kitabı.

"Üç maymunun kökenleri, eski Japon Koshin folk geleneklerine dayanır.
İki eliyle gözünü kapatan maymun Mizaru, kötü gözle bakmamayı simgeler.
Kulaklarını kapatan Kikazaru’nun mesajı, kötüyü dinlememektir.
Ağzını kapatan İwazaru, kötü söz söylememeyi öğütler.
Bazen onlara bir başka bilge maymun, Şhizaru da eklenir.
Kollarını kavuşturan Shizaru, kötü şeyler yapmamanın sembolüdür.

Düşünmeye değer!
Üç maymunu sorumluluk ve kayıtsızlığın sembolü gibi mi algılıyoruz, edepli olmanın bir yolu mu?" Sayfa 73

Özellikle ilgilerini çekeceğini bildiğim şeyleri kendi cümlelerim ile anlatmak yerine kitaptan okumayı tercih ediyorum. Onun içinde kitabın sağı solu, renkli etiketlerle dolu. Maviler çocuklarla konuşulacak konular. Diğer renkler ise kendime not.

Bir filozof olduğu kadar bir anadolu bilgini olan Thales’den kaşif, şair, müzisyen, şarkıcı, güzellik uzmanı, moda tasarımcısı, astronom, botanikçi ve çoğrafyacı Ziyab’a; mini minnacık bir deniz canlısı olan Sacculina‘nın yengeçlere yaptığı akıl almaz numaralardan, Toxoplazmaların farelerin beynine yaptığı etkiye kadar geniş bir yelpazade konuş konuş bitmeyecek konular.


Bilgi, insanı şüpheden; iyilik acı çekmekten, kararlı olmaksa korkudan kurtarır. Konfüçyüs


Hayatın bu akıl almaz hızında, hepimiz zaman polisi gibi dakikaları kovalayıp oradan oraya savrulurken bile avucumuzdaki mini aletlerin içinde bir yerlerde seyrüsefer halindeyiz. Bedenimiz bir yerde, ruhumuz başka bir yerde.

Aklın Kutsal Kitabı’nı okurken de, okuduğumu paylaşırken de anda ve şimdide kaldığımı hissettim ve zamanın genişlediğinin farkına varmam ise yemeğin üzerine yenen lezzetli bir tatlı gibiydi.

Daha çok kitap…

Daha çok bilgi…

Daha çok sohbet…

Daha çok anı…

"Sevdiğimiz birini yitirdiğimizde, o bir anda gitmez. Yavaş yavaş gider…
Önce haber alamaz oluruz…
Sonra yastığındaki, giderek evdeki kokusu kaybolur…
Gerçek manada kaybı ise ancak zihnimizdeki izlerinin kaybıyla yani unutmamızla olur…
Onları zihinlerde ve gönüllerde en güzel şekilde yaşatmamız, ışıklarının hâlâ yanıyor olması demektir…"  sayfa 230

Sevdiklerinizle güzel anılar biriktirmeniz dileğiyle…

Hüma Oktay
Şubat 2019

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.



Devamını Oku »

Aziz Nesin'den Seçmeler

0 yorum


Zaman zaman kitaplığımdaki keyifle okuduğum, kitaplara sığındığım doğrudur. Aziz Nesin'in eserlerinden bir kaç satır...

Zübüklüğün Sonu Yok
Çok ilerledik
Vatandaşlar ! Aziz vatandaşlar! Muhterem vatandaşlar!
Bu gün çok ilerlemiş bulunuyoruz. Bazıları bunu inkar etmeye çalışıyor. Hiç güneş balçıkla sıvanır mı? Sıvanmaz.

Pek muhterem vatandaşlar! İşte gözünüzün önünde … Şu meydandaki asfalta bakın. Eskiden asfalt var mıydı? İçinizde ellisini geçkin olanlar hatırlarlar ki, eskiden asfalt masfalt yoktu. Daha eskiden kaldırım da yoktu. Çok daha eskiden toprak yol bile yokmuş. Ondan da önce, insanlar yol diye birşey bilmiyorlarmış. Bir de ilerlemedik diyorlar. Daha nasıl ilerleyelim? Ya yol yapmasaydık, ne olacaktı? Syf 101


Gülmekten Öldüren Öyküler -1 / İntikam
Salona girdik. Film başladı. Aklım hep güzel kadınlarda. Ayıp değil ya –belki de ayıptır- ne zaman bir dangalağın kolunda bir güzel kadın görsem, kıskanırım.
Syf 16

Toros Canavarı
Bütün bu insanlar, karısı, oğlu, kızı, polisler, gazateciler, hepsi, hepsi birden yanılmış olamazdı ya… Demek o gerçekten bir canavardı da kendisi bunu bilmiyordu. Syf 21

Bende Çocuktum
Onbeş yıl oluyor. Babıâli’ye aşk şiirleriyle girdim, yokuşun alt başından ellerim kelepçeli çıktım. Bir küçük , bir güdük kalem ki, şeflerin, diktatörlerin, yardakçıların hıncına, gayzına, gazabına hedef oldu.
Şimdi dönüp geriye bakıyorum. Bir yaz güneşi altında, yedi rengin bütün çekiciliğiyle boncuk boncuk ışıldayan oynamak isteyen bir yaramaz çocuğun âkıbetine uğramışım. Bütün suçum, kendilerini arıbeyi sanan eşekarılarını tedirgin etmiş olmamdır. Syf 98

Seyyahatnâme
Hızır,
-Para olmayınca , sağlık ne boka yarar hey akılsız!… dedi.
İşte o zaman az önce söylediğim “Bir zengin olsam ben…” türküsünü ansıdım. Gelgelelim, saygımdan dilim damağıma dolanarak, Hızır Aleyhisselâma “Bir zengin olsam ben!” diyecek yerde, başımın ateşinden mi, şanssızlıktan, yoksa şaşkınlıktan mı, her nedense,
- Bir gezgin olsam ben! demişim.
Hızır bir kahkaha atıp,
_ Senin gibi şaşkına Hızır neylesin?… Zengini, gezgini birbirine karıştırırsın he kafasız! İstediğin gezgin olmaksa, haydi gez, dolaş! Tanrı seni gezgin eylesin! dedi. Demesiyle gözden yitip karanlıklarda yok oldu. Syf 13

Devamını Oku »

Keşke Kadın Olsam

0 yorum
İnsan

17 yaşındaki oğlum, karşıma geçip “Eve her gün biri gelsin, sana ev işlerinde yardım etsin, sende evde bizim birşeyler yapmamızı isteme” ???

Dediğinde, filmi başa sardım.

Çocuklarım küçüklüklerinden beri mutfakta ve ev işlerinde bana yardım ederler. Kabakları oyup dolma için hazırladılar, bezelye, barbunya ayıkladılar, kek de karıştırdılar, kurabiye de yoğurdular, balkonda yıkadılar.

Artık büyüdüler, menüleri zenginleşti, el becerileri arttı. Pastırmalı omlet, domates soslu makarna, ton balıklı sandviç, sucuklu tost gibi birçok şey yapabiliyorlar yada dolapta var olanı ısıtıp yiyorlar.

Kendi başlarına kaldıklarında, okuldan geldiklerinde karınlarını doyurmak, akşam sofradan kalkarken tabağını bardağını makineye koymak, makinede hangi programda ne kadar deterjan koyarak çamaşırların yıkanacağını bilmek, odalarını toplamak, salonda yediği kek dökülünce kırıntıları süpürmek, kurutmadan çıkan çamaşırları katlamaya yardım etmek, katlananları odalarında yerlerine yerleştirmek bunlar mı zor gelmişti? Neydi değişen?

“Sorumluluklarını yerine getirirken zorlandığın zaman bizlerden yardım isteyebilirsin” ile başlayan sohbetimiz derinleştikçe toplumun benimsediği kadın-erkek rollerini ve oradan da aslında olması gereken insan ilişkilerini konuştuk. Biraz öz eleştiri yaptık. Anladım ki rol modeler yakın çevre sınırlarını aşmış arkadaşlardan seçilmeye başlanmış.

Daha dur, sana ütü yapmayı öğreteceğim oğlum!

Düşündükçe olay başka bir yana doğru yol alıyor.

Bu güne kadar erkeklerin toplumumuzda sergiledikleri davranışların sebebinin hep anneleri olduğunu düşünüyordum. Onun için ben çocuklarımı özenle İNSAN olarak yetiştirirken, bir gün bir bakmışım bütün mahalle, okul, toplum gizliden gizliye onları ERKEK olmaya doğru çekiyor.

Toplum tarafından onay gören kalıpları yıkmak çok mu zor? Kolay değil elbet, sadece kendi içsel rehberliğinin, gücünün farkına varan KADIN sayısının artması, onların yetiştirdiği kız çocuk ve erkek çocuk sayısının artması sayesinde olur bu değişim.

“Bugün kadınların yaşadığı sıkıntı erkeklerle mi ilgili? ASLINDA DEĞİL. Derdiniz erkekle değil, YANLIŞ anlaşılmış olan, tarih içinde belli art niyetlerle anlamı değiştirilmiş olan MASKÜLEN ENERJİ esas derdiniz.” (syf 28)

Demiş Aykut Oğut “Keşke Kadın Olsam” adlı kitabında. Kitapta kadınların yaradılıştan var olan özelliklerinin, nasıl üstün bir varlık olduklarının altını çiziyor. Toplumdaki baskın maskülen enerjiye rağmen farkındalıkla, gücünüzü elinize alın çağrısında bulunuyor.

Kitap, okuduğum her satırda beni kendi hayatımda zaman tüneli yolculuğuna çıkardı, anılar ve duygular içinde.

Büyük oğlumun ilk okulundaki kadın öğretmen “kız gibi niye ağlıyorsun?” dediğinde eve mutsuz gelen oğluma, duyguları ifade etmenin, acılardan kaçmak değil acıların içenden geçmek olduğunu anlattığımda daha 8 yaşındaydı.

Okulda ateşi çıkan ilk okuldaki küçük oğlumu almaya gittiğimde daha kapıda kollarımı açıp sarılıp “kuzuuum seni eve götürmeye geldim” dediğimde, “Oooo kuzum demeler sarılmalar falan, bu çocuklar böyle büyümez” diyen kadın öğretmene “Sevgiyle büyürler, sevgi güven verir.” dedim ve asla sarılmaktan vaz geçmedim.

Toplum tarafından kılıbık, light erkek yada hanım köylü laftaları yapıştırılan arkadaşlarım oldu. Ne yazık ki sayıları iki elin parmaklarını geçmez. Hala insan ilişkileri çok güçlü, özel hayatlarında da eşleri ve çocukları ile iletişimleri çok iyi. Onlar çok değerli babalar.

Aykut Oğut, kitabın sonunda henüz doğmamış çocuklarına mektuplar yazmış. Beni en çok etkileyen, duygulandıran kızına yazdığı şiir…



Bir peri masalından çıktın geldin bu dünyaya,

Kanatlarını asla bırakma.




“Keşke Kadın Olsam”… Okudukça biraz kafa karışıklığı, biraz sorgulama, düşünme, biraz geçmişe gidip objektif olarak kendini analiz edebilme ve zaman tünelinde yeni başlangıçlar için…

“Ne yaptığınız DEĞİL, nasıl bir ENERJİ ile yaptığınız sonuçları değiştirecektir.” (syf 90)
Sizce de değişim zamanı gelmedi mi?



Yazar: Aykut Oğut

Yayınevi: Doğan Novus

Sayfa Sayısı: 211


Bu yazı Martı Dergisi 'nde yayınlanmıştır















Devamını Oku »

Esneyin Yoksa Kırılırsınız

0 yorum


Yolculukların sevmediğim yanı zamanlı zamansız uyku bölünmeleri. Neyse ki başucu kitabım yanımda, sabah sessizliğinde imdadıma yetişiyor.

“Neticede tüm duygu ve düşünceler gelip geçicidir. Bir durak gibi hepimize uğrar ve hayatımızdan geçerler. Gereğinden fazla ev sahipliği yaparsanız sonra süpürgeyle kovsanız dahi gitmezler. Aynı şey zihnin yarattığı düşünceler için de geçerli tabii. Peki yönetmek için ihtiyacımız olan ana malzeme nedir?” syf 16


Hayat boyu eğitim ve gelişim için adım adım ilerliyoruz. Kimimiz iki ileri bir geri gidiyor, kimimiz olduğu yerde çakılıp kalıyor. 🤗Kimimiz ise dört nala koşuyor.

“Esneyin Yoksa Kırılırsınız” önce adıyla sonra da içeriğindeki akıcı anlatımıyla beni cezbederek başucu kitabım oldu.

Okuyup geçiyoruz ya bazen, ufakta olsa birşeyler kalıyor aklımızda işte hayat bize yaşam deneyimi olarak o aklımızda kalanları önümüze çıkartıyor, farkındalıkla yaşayalım diye.

İçinde bir çok öykü barındıran yaşamın kıyısındaki deneyimlerini harmanlayarak ilham aldığı herşeyi okurla paylaşan yazar Ayşegül Karaçivi’nin “Esneyin Yoksa Kırılırsınız” ile esnemeye başladım.
Farkındalıkla zihnimdeki kalıpları kırdıkça, bedenimin de nasıl kolaylıkla esneyebildiğini gördüm.


“Yakınlaştıkça yol netleşiyor, gidilecek hedef görünüyor, yolculuk keyifleniyor, kabullenmeyle birlikte zorluklar atlatılıyor.
İster iş hayatı olsun ister özel hayat, dümene kendiniz geçtiğinizde işte o anda tüm sorumluluk üzerinizde... “ syf 98

Yeryüzündeki herkesin, hayat boyu farkındalıkla esnemesi dileğiyle...

Devamını Oku »

Ergen Beyni

0 yorum



Ergen dediğin nedir ki? 

Herşeye itiraz eden, verilen sorumluluğu yerine getirmekte zorlanan, bir öyle bir böyle değişken ruh haline sahip, yetişkin görünümlü sivilceli çocuk! Maalesef bir nesil böyle büyüdü.

Ergenlerde gördüğümüz ama anlamlandıramadığımız çoğu tavrın nedenlerinin hep psikolojik olabileceğini düşünmüşümdür. Bunun da payı varmış ancak Dr. Frances E. Jensen ve Amy Ellis Nutt‘un yazdığı Ergen Beyni adlı kitapta beynin fizyolojik yapısını açıklayarak ergenleri tanımlamış. Bu kitap, bir nörobilimciden ergen ve genç erişkinlerin yetiştirilmesinde ilişkin hayatta kalma rehberi olarak tanımlanabilir.

Dr. Frances E. Jensen’ın iki oğlu var ve aslında laboratuvar ortamında yada denekler üzerinde yapılan araştırmaların, işin teori kısmının yanı sıra birebir gözlemlediği işin pratiği de bu kitabı yazmasını kolaylaştırmış olmalı.

İtiraf etmeliyim kitabın başlarında beynin fizyolijik yapısını anlatırken biraz zorlandım. Konular ilgi çekici olduğu kadar çok teknik. Fakat daha sonraki örnekleri okurken beyindeki tüm bu işlemin, hücreler arası bilgi alış verişinin, bilgilerin işlenmesinden sorumlu beyin dokusunun nasıl olduğu gibi tüm detayları daha iyi anladım. Anladım da bunu ergen oğluma nasıl izah edeceğim kara kara düşünüyorum.

Senin bu beynindeki hücrelerin salgıladığı nörotransmitterler nöronların içinde sinyal iletimini kesmiş çocuğum, yada prefontal loblarının henüz tam anlamı ile çevrim içi değil yavrum mu desem? Denemessem baştan kaybederim.

Bu kitabın sonunda anladığım ki “ergenlerin bilgiye saygı duydukları ve doğaları gereği kim olduklarını öğrenmeye meraklı oldukları” gerçeği bana her daim yol gösterecek. Hal böyle olunca kitapta gösterilen grafikler çizimlerle hayatlarının ne kadar özel bir safhasında olduklarını anlamalarına yardımcı olmak da biz ebeveylere düşüyor. 

Kitabın bir çok bölümüne işaretler koyarak sınıflandırdım. Hangi bölümün hangi sayfasını hangi oğluma okuyacağım, renklerle işaretli. Yeni bilgiler ilgilerini çekiyor. Öğrenmeye açıklar ve bilimsel kanıtlarla sunduğum her bilgiyi daha çabuk kabul ediyorlar. Yani sınırsız itatkar değiller. Ben de itirazlara açık olmayı öğreniyorum. Birde ergenlerdeki bu dönemin dezavantajlarından biri bilgiyi uzun dönemli stoklama konusunda zorluk çekiyor olmaları, onun için sık tekrar gerekiyor. Tabi bu sık tekrarı benim gibi abartan annelerden olmayın derim. Elimde bu kitapla onlara doğru yaklaştığımı gördüklerinde “Anne yine mi yaaa” diyen bir ön ergene sahibim. Bu arada ergen ile ön ergen arasnda dengede kalmak için gidip geliyorum. Zaten öğrendim, boylarıyla doğru orantılı uzayan tek şey dilleri! “Maşallah dil pabuç gibi!…” derdi büyüklerimiz. Ben evde iki tane ile baş etmeye çalışırken okullarda öğretmenlere özellikle rehberlik öğretmenlerine sabır diliyorum. Yaptıkları işin zorluğu karşısında önlerinde saygıyla eğiliyorum.

Karar verememe durumu

“Peki ama ergenler niçin kendilerini çılgınca şeyler yapmaktan alıkoyamazlar? Ergenlerin beyinleri yetişkinlerin beyinlerine oranla genel anlamda daha yoğun ödüllendirilme hissi tecrübe eder ve ergen beyni hem daha fazla dopamin hormonu salgılar hem de dopamin hormonuna daha fazla tepki verir. Bu yüzden heyecan peşinde koşmak genellikle uyarılma ve ödüllendirmeyi kontrol eden sinir sistemlerinin özellikle hassas olduğu bir dönem olan ergenlik ile ilişkilendirilir. Ancak ergenlerin frontal lopları ile beyinlerinin diğer bölümlerinin arasındaki bağlantıların yetişkinlere oranla daha seyrek olması, tehlike arz etme potansiyeli olan durumlarda kontrolü ele alarak bilinçli karar vermelerini zorlaştırmaktadır.” Syf 120

Karar verememenin dışında diğer bir tehlikede ergenlerin yaptıkları hareketin sonucunda başlarına neler gelebileceğini bilememeleri. Üç adım sonrasını hesaplayan ben, bak böyle yapınca bu olur diye uyarmama rağmen ağlayarak gelen ön ergen oğluma “Neden?” diye sorduğumda, “Sonucu kendim deneyimleyerek görmek istedim” cevabını alıyorum. Anladım ki önceden bilgi versemde vermesemde o zaten yapacak, iyisi mi az zararla çıkabileceği şeylerde sesimi çıkarmayayım da kendisi düşe kalka deneyimlesin. Ancaaaaak, gözüm üstünde…


Göz göre göre dijital istila

Kitap, çocuklarınızın sağlıklı büyümesini istiyorsanız telefon, bilgisayar, televizyon vb LED ile aydınlatan aletlerden mümkün olduğunca uzak tutun diyor.

“Yapılan araştırmalar, akıllı telefonları, bilgisayarların ve diğer cihazların arkadan aydınlatmalı LED ekranlarına yalnızca iki saat bakılmasının melatonin hormonunun salgılanmasını yüzde 22 oranında engelleyebildiğini ortaya koymaktadır. Araştırmacılara göre sirkadiyen ritminin yatma vaktinden önce bu şekilde uyarılması insanların, özellikle de ergenlerin uyku düzenlerini hatırı sayılır düzeyde etkileyebilmektedir.” Syf 114

Sonra devam ediyor, uyku düzeni bozulan ergenlerde yetersiz uyku sonucu ortaya çıkan fizyolojik, duygusal ve bilişsel sorunları tek tek ele almış. Özetle;

Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan fizyolojik nedenleri

· Sivilce ve sedef hastalığı gibi stresle ağırlaşan cilt hastalıkları

· Aşırı yemek veya yanlış besinler tüketmek

· Spor faaliyetlerinde yaralanma

· Yüksek tansiyon

· Ciddi hastalıklara yakalanma riskinin artması


Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan duygusal nedenleri

· Saldırganlık

· Sabırsızlık

· Düşüncesizlik ve münasebetsizlik

· Özsaygı eksikliği

· Ruh hallerinde ani değişiklikler


Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan bilişsel nedenleri

· Öğrenme yeteneğinin zayıflaması

· Yaratıcılığının azalması

· Problem çözme becerilerinin yavaşlaması

· Unutkanlığın artması


Veeee daha bitmedi
“Araştırmanın sonucunda günde bir saat veya daha fazla bilgisayar oyunu oynayan ergenlerde daha fazla ve daha şiddetli Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu belirtileri ile dikkatsizlik görüldüğü ortaya çıkmıştır.“ Syf 233

Tüm bu açıklamaların sonucunda akla gelen soru aynı. İyi de nasıl? Bu kadar teknolojinin içinde birbirleri ile yarışırken kural koyup kısıtlayarak onların sağlıklı ama hâlâ bizimle iletişim içinde olmasını nasıl sağlayabiliriz?

İşte burada anne - baba yaratıcılığı devreye giriyor. Her çocuk – ergen kendi içinde başka özellikler barındırıyor, önce onları analiz etmek gerekecek. Daha çok işimiz var...
Bana en çok söylenen “sen ilkinden tecrübelisin!” Ah aaaah her zaman çalıştığım yerden gelmiyor ki! Hep ters köşe! Hep ters köşe!…

Geçenlerde anneme sordum, “Bizi merak etmeyi, bizim için endişelenmeyi ne zaman bıraktınız?”  Cevap “Endişelerimizin derecesi sizin yaşlarınızla ters orantılı gitti. Yıllar içinde değişiklik gösterse de sizleri düşünmeyi hiçbir zaman bırakmadık.”

Anne ve babalara büyükler tarafından söylenen “Biraz büyüsün rahatlarsın” sözüde tarih oldu böylece…

Ergen Beyni adlı kitapta örnekler ve araştırmalar tabiki Avrupa ve Amerika’dan ancak yinede sonuç aynı,  ergen çocuğunuzla iletişimi koparmayın, çağı yakalayın.

Sevgiyle, sabırla iletişimde kalın

Hüma Oktay
Haziran 2018

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.





















Devamını Oku »

SARTRE’İN LAVABOSU

0 yorum


Büyük Yazarlardan Tamirat İşleri Elkitabı

Yaz sıcağı, içim bunalmış, sıranın bana gelmesini bekliyorum. Şu klimalarda olmasa bu bekleme hali hiç çekilmez. Canımın sıkkınlığını eğlenceli kitaplarla bastırmaya çalışıyorum. Biraz fazla abartmış olabilirim gülümsememi ama beni sesli gülme eylemine doğru iten, çevremde oturan insanlar değil, elimdeki kitap.

Bu yaz ki eğlenceli kitabım. “Sartre’in Lavabosu Büyük Yazarlardan Tamirat İşleri Elkitabı”. Sizde benim gibi sesli tepki sevenlerdenseniz bu kitabı yalnızken okuyun derim. 

Mark Crick, Edebiyat tarihinin ödüllü, tescilli, onaylı 14 dev isminin en ünlü yapıtlarını günlük hayatımıza uyarlamış ve ortaya birbirinden güzel, kahkahalarla güldüren hikayeler çıkmış, üstelik en az yazarlar kadar usta ressamların stilinde keyifli çizimlerle…

Turner stili “Banyo Suyu İzolasyonu” ve Da Vinci stili “Lavabo Pompasının İcadı” çizimlerini görünce, Edebiyatın ödüllü yazarları, evlerindeki tamirat işlerini anlatan “Kendi işini kendin yap” kılavuz kitabını kaleme alsalardı nasıl olurdu ? Diye düşünmeden edemedim.

Evinizde tamirat işleri mi var? Tarzınızı belirleyin, malzemeleri hazırlayın…



Mesela, Ernest Hemingway yaşlı adam için Picasso stili duvar kağıdı yapıştırma yöntemlerini veya Milan Kundera dikizlenmeyi göze alarak pencereye Kertesz stili Kırık Cam takmayı yada Fyodor Dostoyevski, bahçe makasıyla kestiği fyansları banyoya Mayakovski stili işçi‘nin nasıl döşediğini ve Emily Bronte, Van Gogh stili soğuk radyatörün havasının nasıl alınacağını yazsaydı, öğrenmek istemez miydiniz?

Bu kitabı, “dayanılmaz hafifliği” beni kendimden geçirip ve “uğultulu tepeler” de bir gezintiye çıkaracağı iddası üzerine almıştım. Gülerken gözünüzden yaş gelecek dememişlerdi ama…

İşte size kitabın bazı bölümlerden bir kaç alıntı ; keyifli okumalar.



Haruki Murakami ile aşkla badana yapın

Araçlar

5 numara badana fırçası
badana rulosu
2 numara kaba fırça
macun ıspatulası

Malzemeler

2,5 lt beyaz boya
5 lt mavi boya
2 lt beyaz parlak boya
astar
zımpara kağıdı
macun

“Aoko – ismi mavi anlamına geliyordu- belinden bağlı beyaz bir manto giymiş, saçları neredeyse masaya kadar iniyordu. Floresan lambaların altında bile iyi görünüyordu. Üniversite paramı insanların evlerini boyayarak kazanmıştım ve yardım etmeyi teklif ettim ona. Öyle güzel görünüyordu ki, eğer hayatımda bir kutu boya görmemiş olsaydım bile, yine de teklif ederim. O sırada reddetti, ama bir kaç ay sonra, onu caz kulübünde tekrar gördüğümde teklifin hâlâ geçerli olup olmadığını sordu. Hâlâ harika görünüyordu ve teklif hâlâ geçerliydi.”

Marguerite Duras ile damlayan musluğu onarın;

Araçlar
Ingilizanahtarı

Malzemeler
Conta

“ Adam mekanizmayı musluğa tekrar yerleştirir, sıkar, mekanizmayı parlak bir metal kaplamanın altında gizleyen halkayı takar, eğilip ana vanayı açar. Gökyüzündeki son ışık da gider, karanlıkta suyun tekrar borulara dolduğunu, contanın altındaki basıncın yükseldiğini duyarlar birlikte. Adam doğrulur, musluğu açar, musluğu kapatır. İzlerler. Beklerler. Hiçbir şey damlamaz. Hiçbir şey akmaz. Herşey durmuş, her şey tutulmuştur.

İngilizanahtarını alet çantasınıa koyar. Adam kadına bakar.
- Ağlıyorsun.
- Ağlıyor muyum?”
Sessizlik...


Edgar Allan Poe ile tavan arasına tahta döşeyin;

Araçlar 
Çatal çekiç
Bıçkı

Malzemeler
Zeminlik sunta
Çivi
Tahta tutkalı

“Üstünde son yolculuğuma çıktığım, o fethedilmez kalenin zeminini döşeyeli beri uzun günler geçti. Çatı kirişinden düşünce kırılan bacağım doğal olmayan bir açıda, yatıyorum: Karanlıkta iki misli kör; parmaklarım her bir ek yerini ve çiviyi tırmalayıp kurcalamaktan duyarsız, gözlerim karanlıkta lüzumsuz.”  


Jean- Paul Sartre ile bulantı yaratacak kadar kötü tıkanmış lavaboları açın

Araçlar

Pompa
Kova
Tel
Bez

Malzemeler
Yok

“Paketinden çıkartılmış nesne tezgahın üstünde, lavabonun yanında duruyor. Tahtadan bir sapa takılmış lastik bir yarıküre. Kendimi sanki her şeyin rüya olmadığına inandırmak ister gibi musluğu açıp bekliyorum. Mutlu bir gurultu yok, borudan aşağı hızla akıp gözden kaybolarak aşağıda ki komşuların dairelerinin içinden geçen su sesi yok. Hayır, su lavaboda birikiyor.”



Anais Nin’le birlikte panel kapıları +18 gibi boyayın
Araçlar

Tornavida
Fırça

Malzemeler
Astar

“Fırçanın her bir darbesini, sanki kılları kendi tenine sürtüyormuşçasına algılıyordu. Boyanın içindeki her hareket minicik akımlar ve girdaplar oluşturuyor, bunları kanında hissediyor, boyanın içinde kaybolmalarını izliyor ve o kadar çekici buluyordu ki, dokunmayı arzuluyordu.”




















Devamını Oku »

Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde

0 yorum

Vatikan’da bir ressam, üstelik kadın, üstelik başka dinden…


O hem Paris’te Louvre Müzesinde, hem New York ‘ta Sanat Galerisinde hemde İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde…

Sanatıyla örnek, tutkulu ve cesur bir kadın…

Dünyada bu kadar başarılar elde ederken kendi ülkesi için birşeyler yapmadan durur mu?

1914 yılında kadınlar için güzel sanatlar eğitimi veren, İnas (Kız) Sanayi Nefise Mektebi ‘nin kurulmasında çok emek sarfetmiş Mihri Hanım. Cumhuriyetin ilanından sonra bir Türk ressam tarafından yapılan ilk Atatürk portresi de ve Türkiye’de yapılan ilk mask çalışması da yine Mihri Hanım’a ait.


“Mihri Hanım bir kaç kuşak büyük gelmiş hem kocasına hem onun ailesine hem de kendi ülkesine. İnsan kendisini seçer gibi doğacağı çağı seçemiyor ne yazık ki.”


Dört ülke, dört dil, kayıtlarda gözüken yüzlerce tablo, onca yaşanmış zorluklara rağmen elde edilmiş sessiz sedasız büyük başarılar…

Emre Caner’in kaleme aldığı “Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde” kahramanını kendi zaman diliminde adım adım kovalayan bir yazarın hikayesi aslında. Mihri Hanım’ın hayatını, başarılarını, hayal kırıklıklarını, aşklarını anlatıyor. Birde arada ip uçları vererek beni merakta bırakıyor araştırma yapıp devamını ben öğreneyim diye.

Merak tüm kapıları aralar…

“Aralık 1928 Cumhuriyet gazatesinde metinden çok fotoğrafa takılıyor gözüm. Mihri Hanım otoportresinin önünde poz vermiş. Elinde fırçası, başında 1920’lere has şık şapkasıyla görünüyor. Şimdi fark ediyorum. Olgun bir kadın var karşımda. Kırkını devirmiş bir kadın. Ne zaman geçti onca yıl? Geride bıraktığı her şehirden bir yara devralmış gibi bakışları. Her aşktan, her ayrılıştan, altında yaşadığı her gökten bir iz var bu sefer Mihri Hanım’da… Gelecek her zamanki gibi gözdağı veren müphem bir boşluk. Bir çok Amerikalının hayatlarında gördüğü ilk Türk olmalı.”Burada kitabın tamamını anlatabilirim, o kadar keyifle bir o kadar da heyecanla okudum. Zaman zaman da, bundan yaklaşık yüz sene önce elde edilmiş başarıların sessiz sedasız geçip gitmesinin getirdiği hüzün vardı bende.

“Mihri Müşfik, 20.yüzyılın başında Türkiye’de kadın olarak “var olma” savaşına kendini adamış bir figür.”


Bu yazı Ben Kadınım için yazılmıştır.

Devamını Oku »

Katip Bartleby

0 yorum

Ayakkabının bağcıkları çözülmüş bağlar mısın?
Onlar özgür kalmayı hak ediyor anne. Bağlamamayı tercih ederim.

Ödevlerini yaptın mı?
Ödevsiz hayat çok rahat. Yapmamayı tercih ederim.

Çocuklarımın içine Katip Bartleby kaçmış benim haberim yok…

“Azimli bir insanı pasif direniş kadar çileden çıkaran bir şey yoktur. Direnilen kişi acımasız değilse, direnen kişinin pasifliğinin de bir zararı dokunmuyorsa , o zaman direnilen kişi, iyi günündeyse, sağduyusuyla çözemediği şeylerin üstesinden hayal gücünü şefkatle kullanarak gelmeye çalışacaktır.”

Herman Melville’nin kaleme aldığı Katip Bartleby gözüme ince gözükerek birinci sırada yerini aldı. Okumaya başlamamla daha ilk sayfalarda Katip’in “yapmamayı tercih ederim” cevaplarından ve avukatın çaresizliğinden empati misali çok etkilenmiş olmalıyım ki, bende “okumamayı tercih ettim.” Hal böyle olunca kitap da okunmamayı tercih etmiş olacak ki evin içinde kayıplara karıştı.

“sırtındaki solmuş ama derli toplu giysisiyle, acınası bir saygınlık ve koyu bir umutsuzluk içindeydi! Gelen, Bartleby idi.”


Yarın okul var saat 12.00 olmuş, niye yatmadın?
Yatmamayı tercih ederim.

Yemek hazır, herkesi sofraya bekliyoruuuum.
Sonra, ben şu an yememeyi tercih ederim.

Bu pasif direnişin sonu ne olacak, benim sabrım nerede patlak verecek merak ediyorum. Kitabın sonu beklediğim gibi sonuçlanmadı ama bu sona giden her adımı en ince ayrıntısına kadar öğrenmeyi çok istedim. Fakat Katip Bartleby bulunmayı hiç istemedi. Aramaktan vaz geçtiğimde kütüphanemin kitapları arasından bana gülümserken buldum onu.

“Onun bedenine yardım edebilirdim; ama ona acı veren bedeni değildi: acı çeken ruhuydu ve ben onun ruhuna ulaşamazdım.”

İzin vermedikleri sürece hiçkimseye yardım edemezsin demişti bir hocam. Bir yanda Katibin pasif direnişleri sonucunda ona hem acıyan, hemde öfkelenen avukatın çaresiz çırpınışları; diğer yanda kendine yapılan hiçbir teklifi kabul etmemeyi seçen, sadece çalışmayı değil yaşamayı da durduran Katip Bartleby.

Acaba avukat bu direnişe yeterince tepki verebilseydi, sonuç yine aynı mı olurdu? İşini kusursuz yapan bir katipken “yapmamayı tercih ederim” diyerek kime ve neye karşı pasif direnişe geçmişti? Düşündürücü…

“Nasıl da acınası bir arkadaşlıksızlık ve yalnızlık var gözlerimin önünde diye düşündüm birden. Yoksulluğu büyüktü ama yalnızlığı çok korkunçtu!”

19. yy ortalarında Wall Street’teki bir mühürdarlık bürosunda geçen, bireyin toplum kurallarına karşı gelişi, özgür irade, pasif dreniş gibi konuların işlendiği absurd edebiyatın öncülerinden “Katip Bartleby “ beni hem hüzünlendirdi, hemde düşündürdü.

“Gelin görün ki dar görüşlü kişilerin bitmeyen uzlaşmazlıkları, sonunda daha yüce gönüllü olanların en iyi kararlarını bile yıpratır.”

Okumayı tercih ederim
Sevgiyle Kalın




Devamını Oku »

Ateş Kırmızısı

0 yorum
“Güneş, tabiatın kendisi için biçtiği sürenin sonuna doğru yaklaştığından haberdar, İstanbul üzerine saçılmış ışıklarını toparlıyordu eteklerine ağır ağır.”

Cuma günü, öğle vaktinden önce Galata köprüsünün köşesinde heyecanla bekliyorum. Beyaz atları üzerinde üniformalı alay kumandanı ve subayların bayraklarla Galata Köprüsü üzerinden ihtişamlı geçişini…

Beyazıt tarafından gelen top sesinin hemen ardından gelmesini beklediğim naralar eşliğinde yalınayak koşan tulumbacılarla bende koşuyorum, yangına ...

Yenikapıda önce mezelerin kokusu geliyor burnuma sonra mastikanın…

İstanbul’u adım adım geziyorum bir ressamın gözünden.

“Constantinopoli bir fener balığı gibidir, sinyor. Seni başının üzerindeki ışık saçan tuzağıyla aldatır, derinlere çeker “

Orhan Bahtiyarı’ın yeni romanı Ateş Kırmızısı, İtalyan ressam Fausto Zonaro’un İstanbul daki yaşamı, kurduğu dostlukları, o dönemdeki İstanbul’un sosyal ve politik hayatını anlatıyor.

“Her ne kadar dilini öğrenmiş de olsa hala yabancı olarak kabul edildiği bu ülkede, endişelerinin gerçeğe dönmesi an meselesiydi. Maharet, akmakta olan nehrin suyunun önünde durmak değil, nehrin yatağını değiştirmekteydi.”

Ressam Zonaro’nun ilk İstanbul’a gelişi ve tablolarını satma çabası. ile başlayan macerası Saray Ressamı ünvanını alması ve çeşitli nişanlarla II.Abdülhamid tarafından ödüllendirilmesine kadar sürüyor.

Fausto Zonaro’yu dünyanın tanıması sokak sokak resmettiği İstanbul sayesinde olurken, bizlerin o dönmedeki İstanbul sokaklarını tanıması Zonaro sayesinde oluyor.

Ressamın renklerle anlatmaya çalıştığı, sessiz resimlerin dile gelmiş hali, Ateş Kırmızısı…
Betimlemeler ve akıcı anlatım sayesinde kendinizi bir anda İstanbul sokaklarında tulumbacılarla koşarken, sandığı elden ele omuzlarken bulabiliyorsunuz yada onların meşhur sandık tutulma kavgalarının içinde…

Bir sayfada Saint Esprit Kilisesi’nin yer altı mezarlığında adım adım ilerliyorken başka bir sayfada Ayasofya’nın yer altı dehlizlerinde ilerliyorsunuz.

Bir bakmışsınız güzel bir günde Osman Hamdi ile palamut avlamaya denize açılmışsınız

Bir bakmışsınız Yıldız Sarayın bahçesinde zümrüt yeşili gözleri resmediyorsunuz.

Hangi sayfada nerede olacağımı kestiremeden Ressam Zonaro’nun renklerle anlatmaya çalıştığı İstanbul sokaklarını Orhan Bahtiyar’ın kalemiyle satır satır dolaşıyorum.

Her okuduğum satır bir sonraki için merak uyandırıyor bende, araştırma isteği oluşuyor. Anlatılan İstanbul olunca bu merak ister istemez katlanarak büyüyor.

Ressam Zonaro’un eserlerinden bazıları Dolmabahçe Sarayında sergileniyor. Ancak güzel olan, Ressamın tablolarının hepsini eşi Elisa fotoğraflamış ve bir defterde, Ressam Zonaro’un İstanbul’da kaldığı 1894-1910 yılları arasında kimlere hangi tabloları sattığını tek tek kaydederek müthiş bir arşiv oluşturmuş.

“Müzeler ve kütüphaneler, karanlığı aydınlatan fenerler gibidir ve o fenerleri birilerinin taşıması gerekir. Bir el yorulduğunda görevi devredecek başka bir el bulamazsa o fener söner gider. O fenerin sönmemesi de eğitimle mümkündür.”

Ateş Kırmısı’nı okurken bölüm aralarında İstanbul sokaklarının, ve tarihi binaların resimlerine rastlıyorum. Bu çok özel çizimler Mimar ve Ressam Can Ersal’a ait.

Zonaro’nun paletinden Ayasofya’nın arka sokaklarına uzanan keyifli bir yolculuk dileğiyle…

Bu yazı Martı Dergi'sinde yayınlanmıştır




Devamını Oku »

Yalancılar ve Sevgililer

0 yorum

Kendimi bir anda Vlasia Ormanında buluyorum. Soluk soluğa koşuyorum korku içindeyim, dört nala koşarak arkamdan gelen ata bile bakmıyorum. Bir el uzanıyor ve beni atın üstüne çekiveriyor. Veee uyanıyorum.

İlk aklıma gelen at beyaz mıydı? Amaaan niye dikkat edemedim, acaba atın üstündeki kimdi? 

Diye debelenirken, yastığımın kenarında en son okuduğum romanı buluyorum. Tabi ya attaki Fatih Sultan Mehmed'di. Muhtemelen beni kovalayan da Vlad Tepeş nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda. İyide benim suçum neydi?

Kitapları yatmadan önce okumayı bırakmalıyım. Gece rüyalarıma giriyorlar. Bir sonraki gece muhtemelen Bran Kalesi’nde ki Durakula şatosunda vals yapıyor olacağım. Tam da Drakula beni ısırırken uyansam iyi olacak…


Aşk bir sihir gibidir. Hataları gölgeler ama kapatamaz. Bir süre sonra senin gerçeğinle yüzleşen, kaçacak delik arar. Peki, neden insan aşık olduğu insanı değiştirmek, kendine benzetmek ister, biliyor musun? Çünkü insan en çok kendini sever.

Sevgililer mi yalancı? Yalancılar mı sevgili? İşte onu bilemiyeceğim. Gülşah Elikbank’ın kaleminden, bir çırpıda heyecanla okuduğum, ancak okuduğumda aşkla başlayan ama sonra gizem, macera, fantastik bir serüven zaman zaman gerilim, biraz psikoloji biraz tarih, az biraz felsefe ve nihayetinde yine aşk ile biten bir roman Yalancılar ve Sevgililer…

Hayat aynı yerde, bir kadının rahminde başlayıp, aynı yerde, soğuk bir toprağın içinde sonlanırken neden hepimiz bambaşka hayatlar yaşıyoruz?

Okuyucuda merak ve macera ruhunu tetikleyen bir çekiciliği var bu romanın. Eş zamanlı kurgulanmış olayların kahramanları biraz tarihten biraz bizden. 

Bir bakmışsın tarihin derinliklerinde Fatih Sultan Mehmed ile Vlad Tepeş arasındaki çekişmeyi ve adım adım yalnızlığın içinde boğulurken canileşen Vlad Tepeş'in hikayesini okuyorsun. Bir bakmışsın  ilk aşkını yitirmiş, yönünü kaybetmiş bir genç kadın ile çocuk yaşta cinsel istismara uğramış yaralı bir kadının ortak hikayesini okuyorsun. 

Olaylara geniş açıdan bakarak okumak, okumayı daha anlamlı hale getiriyor  ve farkediyorum ki  eş zamanlı kurgu zor iş doğrusu. Aklıma Gülşah Elikbank'ın Egoist Okur ile yaptığı röportajda söyledikleri geliyor. 

Düne bakarken bugünü iyi anlamalı, bugünü yazarken mutlaka dünü bilmeli ve geleceği az çok sezebilmelisin. Zamanın kelebek etkisi diye bir şey var, yüzyıllar önce yaşanmış her olay bugünün de belirleyicisi ve bizler en ilkel atalarımızın bile mirasını taşıyoruz genlerimizde."

Gülşah Elikbank’ın kaleminden Yalancılar ve Sevgililer’i okurken tarih yapraklarının arasında geziniyorum ve bugünkü bir maceraya ulaşıyorum. Romanya’da Bükreş sokaklarında geziyor ve Drakula şatosuna giriyorum. Bu hayallerde kalmamalı diye düşünürken bir fikir beliriyor aklımda ve sevinç kaplıyor içimi acaba bana Romanya seyahati mi gözüktü?

Gölgemiz geçmişte, kalbimiz şimdi de, gözümüz gelecekte olsun.”

Sevgiyle Kalın


























Devamını Oku »

Çeyiz Sandığı

0 yorum

Evlenirken kim hangi çeyizleri getirdi yeni evine diye sorsalar, heralde madde madde sayarız. Beyaz eşyadan başlayıp, dantel masa örtüsü takımlarında biten uzun bir liste olur elimizde.

Aslında biz çeyizi doğduğumuz günden itibaren usul usul hazırlıyorduk kendimiz için.

Evde gördüğümüz her davranış, duyduğumuz her güzel ve kötü sözler, yaşadığımız olaylar, evde ailemizin anne ve babamızın davranışları, babaanne, dede, anneanne gibi tüm aile büyüklerinin evdeki davranış modelleri.

Biz bunları aldık, gözlemledik, duyduk, hissettik, kodladık ve şimdi kullanma zamanı deyip, evlendiğimiz kişinin üstüne boşaltık. E tabi birde buna egolar eklendi. İşte size çeyiz…




İlişki iki kişilik bir olaydır

Ebru Tuay Üzümcü’nün kaleminden “Çeyiz Sandığı” Babaanneden toruna mutlu bir evlilik için öğütler ön planda olsa da, aslında hayatı daha anlamlı coşkulu yaşamak isteyen, eş, kardeş, dost ilişkilerini düzeltmek mutlu olmak isteyenler için yazılmış. Hayata dair her şey…

Babaanne torun üzerine kurulmuş sıcacık bir dostluk, dede ve babaannenin hayatın tüm zorluklarına karşılık sevginin gücünü kullanmış olmaları… imreniyorum

Birbirimizi kendimize benzetmeye çalışmadığımızda, sevgi yerçekimi gibi oluvermişti, bizi ayakta tutan, dengede tutan bir kuvvet. O zamana dek birini sevince onunla aynı fikirde olmamız gerektiğini sanırdım. O bana sevmenin anlamakla bir olduğunu öğretti. Bir gün beni artık istemesen de, ben senin iyi ve mutlu olmanı istemekten vazgeçmem, çünkü bu senin değil, benim kim olduğumla ilgili.”

 

İnsan olmaya dair ilişkiler üzerine sohbetleri okurken kendi çocukluğuma gidiyorum. Hayatımdaki insan ilişkilerinin taaa en başına, kurduğum dostluklar, çocukluk arkadaşlarım, okul arkadaşlarım, ailem, anneannem, babaannem, dedem, evliliğim, çocuklar…

Ve bu salı İstanbul Oyuncak Müzesi’nde Yasemin Sungur’la Kitap İle Sohbet de Ebru Tuay Üzümcü konuk oluyor ve biz “Çeyiz Sandığı”nı aralıyoruz, içinden birer birer dökülüyor duygular söz oluyor, dalga dalga yayılıyor.

Eşi Levent Üzümcü’nün de katıldığı bu güzel sohbet, zaman zaman düşündüren, zaman zaman güldüren haller alıyor, kitabın satır aralarında gezinmemizle son buluyor. Hiç bitmesin istediğimiz bu sohbet kitapların imzalanması sırasında kısa kısa içten, samimi devam ediyor. Sevgiyle …

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.




Devamını Oku »