Akdeniz Bölgesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tatil mi?

0 yorum


Tatil deyince benim ilk aklıma gelen, gideceğim noktaya yakın çevrede nereleri gezebilirim? Nereleri görebilirim?

Hal böyle olunca tatil rotası mesafe hesaplanarak çizildi bile. Hedef Akdeniz, Merkez Antalya’nın doğusu ve çocuklarla gidilecek eğlenceli yerler ve sulu şakalar. Daha önce Antalya’nın Batısına küçük bir gezi yapmıştık ayrıntıları buradan okuyabilirsiniz.

Tersimiz döndü


İstanbul’dan sabah yola çıktık, çocuklar büyüdükçe araba yolculuğu giderek daha eğlenceli olmaya başladı. Akşam üstü Antalya’ya girer girmez, sıcağın etkisiyle bir tersimiz döndü. Lara yolu üzerinde Aktif Atraksiyon Parkı’nı ararken, gördüğümüz manzara karşısında düşündüğümüz şey “Burada Ters Giden Birşeyler Var…“

Evet, ev ters çatısı yerde, tabanı yukarıda, evin kapısı ters, içeri girdiğimizde ise her şey tavanda monte edilmiş duruyor. Masa, sandalye, koltuklar, mutfak tezgahı, dolap, yatak, banyoda küvet her şey ama herşey tavana monte edilmiş. Veee asıl eğlenceli kısım, öyle bir poz veriyorsunuz ki çektiğiniz fotoğrafı ters çevirdiğinizde ortaya çıkan manzara doğa üstü.

Havada uçan, Herkül gibi koltuğun üstünde, masanın ucunda amuda kalkan. Duvarda yürüyen, yer çekimine meydan okuyan… Daha neler neler.
Tatile tersden başlamış olduk. Ters Ev Türkiye

Sulu şakalar sevilmez mi?

Yaz tatilinin olmazsa olmazı su. Ister havuz, ister deniz , dere veya göl olsun insan o sıcakta kendini atacağı bir su arıyor. Eh birazda macera eklenirse keyif süper olur tabi.

Bu gün Belek de çok büyük bir Aqua Parkdayız. The Land Of Lagends Tema Park

Önce bileklerimize dijital bileklikler taktık, ve içeri daldık. Etrafı öğrenene kadar zaman kaybetmemek için bir harita şart. Susadım, acıktım, dondurma istiyorum, atraksiyon sonunda fotoğraf alacağım falan bu gibi durumlarda dijital bileklik devreye giriyor. Bir nevi kredi kartı kıvamında.

Gün boyu rahat rahat o kaydırak benim bu kaydırak senin gezebilmek adına eşyalarımızı güvenle dolaplara kitlemek için yine dijital
bileklik iş başında.

Tabi dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Kaydırağın iniş güzargahanı bilmeden, kalabalığın etkisiyle sıraya girip birde sıra size gelince dönüş yapamamak var.

“Sea Voyager”a dikkat. Mavi botlarla kaymakta bir sorun yok, ama macera istiyorum derseniz sarı botu alıp yukarı çıkın derim. En çok sıra orda var aynı zamanda hat safhada adranalin de var.

Bitmediiii bu parka heyecan için geldik tabi birde keşif için, sıradaki “Space Rocet” i görmediğim için adranalini sarı botlarda sanıyorum. Çok dik kaydırak lafı hafif kalır. Yukarıdan bu kadar hızla aşağıya inen birinin duramayacağını düşünüyordum. Durdu valla, ama inenler dağılmış biçimde sallanarak iniyorlardı. Tabi birde o hızla kayınca aşağıya geldiğinizde ayağa kalkmadan önce mayonuzu kontrol etmeniz gerekiyor. Bu kaydırakların hemen karşısında iki şemsiye ve bir çok minder var. Seyretmesi çok zevkli, kayması cesaret işi.


Bir sonraki keşfim “Secret Lagoon” Space Rocet kadar dik olmasa da yine de mayonuzu geride bırakma riski taşıyacak kadar dik ve hızlı. Birde onun hemen yan tarafında süprizli bir kaydırak daha var Botlarla kayılıyor, bu sefer tek renk sadece sarı bot var. Süpriz ne mi? Söylemiyeyim süprizi kaçmasın.

Benim bu parkta en sevdiğim “Typoon Coaster” yani hızlıdan da öte hız treni. Sonu sulu bitiyor. Sulu şakalar sevilmez mi? biz çok sevdik.

Tüm gün ıslak gezdikten sonra gün batımını Aqua Parkın dışında mağazaların ve restaurantların olduğu bölümde karşılıyoruz. Önce kanalda tekne ile kısa bir gezinti yaparak yemek yiyeceğimiz yeri seçtik sonra da gece boyunca fıskıyeli havuzların su ve ışık ile dansını seyretme fırsatını yakaladık.

Müzede bir gece

Gündüzler çuvala mı girdi? Tabiki hayır, sadece sıcaktan eridi. Girişi Lara plajı tarafında olan bir müze arıyoruz. Bu müze hakkında çok şeyler okudum. O devasal kumdan heykelleri görmek için sabırsızlanıyorum.

Sıcak gündüze göre daha az hissedilse de alev gibi esen rüzgar güneşin yakıcılığını hiç aratmıyor. Gece ile gündüz birbirine karışmış vaziyette. Lara plajını gece hiç böyle görmemiştim. Sahil boyunca yürürken, denize girenler, piknik yapanlar sanki günün herhangi bir saatiymiş gibi eğlenenlerle doluydu.

200 metrelik bir yürüş ile nihayet müzeye ulaştık. Sandland. 10.000 metrekare alanda, 10.000 ton kum kullanarak 9 ülkeden 22 heykeltraşın yaptığı 100 den fazla heykel var burda. Bu müzeyi özel kılan da bu bence.



Ailecek girdiğimiz müzede bir anda herkes ilgisini çeken heykelin yanına gidiyor. Saatleri ayarlayıp çıkışta buluşmak üzere kumdan heykellerin arasına dalıp, tek tek incelemeye koyuluyoruz.

Sfenks, Troya atı, Medusa, Ganesha, Pramit, Tac Mahal, Chchen Itza, Halikarnas Mozolesi , Eyfel kulesi ilk aklıma gelenler arasında. Metrelerce yükseklikteki bu muhteşem heykellerin sadece su ve kumdan oluştuğunu bilmek beni şaşkına çeviriyor.

Öğrendiğime göre Kum Heykel sanatı “Hiçbir şeyin kalıcı olmadığı ve herşeyin bir gün yok olacağı felsefesini taşıyor” muş. Bu yüzden bu eserler yapıldıkdan ve sergilendikten bir dönem sonra yıkılarak tamamen ortadan kaldırılıyormuş. Gece sıcak falan ama geldiğimize deydi doğrusu. Müzede bir gece geçirdik, keyifle…

Hiç bilmediğim düşmanlarım

Havanın sıcaklığı 42, deniz suyun sıcaklığı 30 derece olunca haliyle bizimde daha yüksek ve serin yerlere gitmemiz gerekti. Beşkonaklar Rafting bölgesi bu sıcaklarda bulunmaz nimet. Küçük araştırmalarım sonucu öğrendim ki sadece Rafting değil, macera parkuru, jeep safari, paintbaal, dağcılık gibi aktivitelerinde yapıldığı gece konaklamalı mekanlar da varmış.

Bu arada kaptanımızdan öğreniyoruz ki bundan 20 yıl önce rafting yaptığımız parkur üzerinde oynama yapılmış. Kayalarla bazı yerleri doldurarak suyun şiddetli aktığı yerleri hafifletmişler. Bende diyorum bu rafting maceramız benim aklımda niye korkutucu kalmış. Eğlenceli kısmını unutmuşum.

Bu seferki benim için daha heyecan vericiydi çocuklarımızla yapacaktık. Unuttuğumuz şey ise iki bot çıkıp birbirini batırmacasına mücadele edildiğiydi. İnsan gençken daha mı cesur oluyor yoksa?

Suya indiğimiz andan itibaren karşı bottakiler bizim ezeli rakibimiz, hiç bilmediğimiz düşmanlarımızdı. Kurallar basit, birbirini geç, geçerken ıslat, kürekle botu dürt, hatta devrilmelerini sağla sonra yanlarından hızla geç ve bir daha ki geçişe kadar yanına yanaştırma ama arayı da açma.

Her ne kadar düşmanmış gibi davransak da suyun üstünde iki bot birbirinden sorumlu.

Derece 42 yi göstersede hissedilen daha fazla yada benim sıcaktan devrelerim yanmış. Tek tesellim botla üzerinde durduğumuz suyun 10 derece kadar soğuk olması. Üzerime su gelince bildiğin cosss sesi çıkıyor.

Suyun üzerinde 2 saat 45 dakikalık verdiğimiz mücadeleden sonra, yarı ıslak vaziyette yarım saatte jeeplerle kamp alanına geri döndük. Bir oh çekelim oturalım dinlenelim derken çocuklardan birini macera parkındaki zipline’nın tepesinde, diğerini tırmanma duvarında gördüm.

Bize dinlenmek yoooook. Ama yine de gezmeye devam

Nar

Side Liman yolu üzerinde, şaşkınlıktan gözümü ne tarafa döndüreceğimi bilemiyorum. Eski ile yeni, fermuar dişlileri gibi adeta iç içe geçmiş. Anadolu dilinde Nar anlamına gelen Side kentinin adı gibi toprağıda bereketli.

Sağlı sollu Liman yolunu seyrederek sonuna geldiğimizde ışık, güzellik ve sanat tanrısı olarak hafızalarımıza kazınmış Apollon Tapınağı tüm heybetiyle bizi karşılıyor. Sanki ışıklar altında gece görünen yüzü bize bir şeyler fısıldıyor gibi.


Eldeki yazıtlardan öğrenildiği kadarıyla, M.Ö. 7 yy göçlerle gelen Yunanlılar, hâlâ tam olarak çözülemeyen Hint-Avrupa dillerinden olduğu tahmin edilen kente özgü bir dil konuşmuşlar.

Bir zamanlar köle ticaretinin yapıldığı ticaret limanları ile ünlü, 2.yüzyıl boyunca bilim ve kültür merkezi olarak anılan bu kente kimler ayak basmış acaba?

Lidyalılar, Persler ve İskender, Suriye Krallığı, Bergama Krallığı, Roma…
Ancak her kentin bir sonu vardır, her yaşamın son bulduğu gibi… Arap akınları, yangınlar ve depremler şehrin terkedilmesine sebep olmuş.  Side Kenti; Hamitoğlulları Beyliği, Selçuklu ve Osmanlı himayesine girsede bir süre uzun ve derin bir karanlığa gömülmüş.

Gün batımını Limanda seyredip Apollon Tapınağının yakınındaki Apollonik Kafeye oturuyoruz. Antik kentin duvarları yanıbaşımızda, o duvarların ardında neler neler yaşandı kim bilir?

Toprağın kokusu, suyun sesi, ağaç dalları … yaşamın anlamı…


Sıcak vurmuş yine benim başıma, doğal serinlik istiyor insan, öyle klima falan kesmiyor. Tamam Willis Carrier’i saygıyla ve minnetle anıyorum ama yine de ağacın, suyun verdiği serinlik başka.

Soluğu Manavgat Şelalesinde alıyoruz. Doğal park alanında, ağaçların arasından geçip şelalenin yanına vardığımda gözümü kapatıp bir müddet dinliyorum. Irmak suları geniş bir alan üzerinde yüksek bir debi ile 3-4 metrelik bir yükseklikten aşağıya akıyorlar. Her bir damlacığın çıkardığı ses diğeriyle öyle uyumlu ki gürültüden çok keyifli bir tını gibi geliyor insana. Suyun soğukluğu tahmini 9-10 derece. Etrafına yaydığı serinlik ağaç dallarının tireşimi ile birleşince oluyor size doğal serinlik.

Biraz burada kalıyoruz, toprağın kokusu, suyun sesi, ağaç dalları… yaşamın anlamı… günü burada tamamlayabilirm.

Bir başka alternatif, daha yukarıdaki Oymapınar Barajı ve çevresindek park alanı. Seyir terasından manzara harika.  Park alanına girmeden hemen göze çarpan Antik Side Kentinin su kemerleri hala sağlamlığını koruyor, muhteşemler.


Karanlık hiç bu kadar parlak gözükmemişti

Alanya’nın doğusunda yukarı doğru kıvrıla kıvrıla tırmanışa geçiyoruz. Yol bizi Cebireis Dağ’ının batı yamacında bulunan Dim Mağarası’na kadar götürüyor. Duyduklarım ve okuduklarım Dim Mağrası’nın Türkiyenin en güzel mağaralarından biri, olduğu yönünde. Merak giderek daha da artıyor.

Mağaradan içeri adım atarken karanlığa doğru gömülüyormuşuz hissi uyandırsada; sarkıt, dikit, sütun, perdemakarna ve duvar oluşumlarının ışıklandırılmış olması ve derinlerden gelen Ney sesi insanın içini huzurla kaplıyor. Her adımda sese daha fazla yaklaştığımı hissediyorum ve her adımda görsel şölene dönüşen sarkıt ve dikitleri ışık gölge oyunlarıyla takip ediyorum. Karanlık hiç bu kadar parlak gözükmemişti.

360 metrelik dört ana salonu keyifle, huzurla geziyorum. Evet bence de Türkiyenin en güzel mağaralarından biri…

Şimdi yemek zamanı ve biz aşağıya Dim Çayı’nın yanı başında sıra sıra kurulan salların üzerinde yemek yemeği planlıyoruz. İsteyen 10 derecelik suya dalıp çıkıyor şoklama misali sadece dalıp çıkıyor. Sıcakta yapılacak bir etkinlik daha. Ama güneşi Alanya Kalesinde batırmak daha çok keyifli olacak. Kim demiş tatilde yatılır, uzanılır, uzun oturulur, kısacası kımıldanılmaz, gittiğin yerde kalınır diye? Oturmaya gelmedik tekerlek dönsün lütfen…
























Devamını Oku »

Kyrenia / Girne

0 yorum
Dinlendirici bir tatil için Akdeniz’in incisi Girne.

Sıcağı sevmediğimi göz önünde bulundurursak en güzel zaman bahar, bana göre ilk bahar da son bahar da ayrı ayrı güzel.

İlk Ağustos sonunda gitmem gerekti Girne’ye, deniz –kum- güneş üçlüsünden gezmeye vakit kalmayacak diye düşünürken, denizin en az dışarısı kadar sıcak olmasından dolayı gezmeye daha fazla vakit ayırmış olduk.

Girne denince akla ilk gelen yer Limanı ve Kalesi. Roma dönemi ile başlayarak ve ardından Bizans, Lüzinyan, Cenevizlilerin ve Venediklilerin hakimiyetine geçmiş Girne Kalesi.
1570 yılında ise Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethi sırasında Girne savaşsız olarak teslim alınmış. Kalenin günümüze kadar gelmesinde bunun payının büyük olduğunu düşünüyorum.  Kıbrıs’a bir başka gidişimde Mağosa kalesi ve kale içi tarihi binaların savaştan sonra kalan hallerini görmüştüm. Girne Kale’si İngiliz Sömürgesi döneminde (1878-1960) polis okulu ve hapishane olarak kullanılmış.


Girne‘nin tarihi çok eski M.Ö. 10. yy kadar gidiyor. Zamanla bu ıssız sahil kasabası denizciler tarafından keşfediliyor ve her liman kentinin yaşadığı zorluklar neticesinde MS. 7.yy da Girne Kalesi inşaa ediliyor. Her dönem kaleye hakim olan milletler, ihtiyaçlar neticesinde Girne Kalesine ilaveler yapmışlar.

Kaleyi gezerken her köşede tarihin bir başka boyutuna geçiyorsunuz adeta. Kalenin dört biryanında yükselen Venedik kuleleri, Venedik savunma platformu, sarnıç, cephanelik ve top mazgalları. Lüzinyan dönemine ait bekçi odası, Bizans dönemine ait kule ve Bizans Kilisesi.

Bir Bizans Kilisesi olan St. George Kilisesi 12. yüzyılda yapılmış. Bu yapı Bizans ve Lüzinyan zamanlarında kalenin dışındaymış. Venedik döneminde ise bazı değişiklikler yapılarak kalenin içine dahil edilmiş. Girne Kalesin’e girerken sağda küçük bir kapı ve tabelası var.

Ben, Girne Kalesinde ki en güzel yerlerden birinin Batık Gemi Müzesi ve diğerinin ise Girişin üstündeki Manzara terası olduğunu düşünüyorum. Seyir terasına çıktığımızda o eşsiz güzellikteki Girne Limanını bir kez daha fotoğraflama şansımız oldu.

Batık Gemi Müzesi

Bu güne kadar ele geçen en eski batık gemiler arasında olan bu gemi Helenistik Dönem’e aitmiş. Yaklaşık 2300 yıllık olduğu söylenen bu geminin gövdesi Halep çamından yapılmış, gemide bulunan 413 adet anforanın Rodos ile Sisam kaynaklı olduğu tahmin ediliyormuş. Gemiyi 1965 yılında bir sünger avcısı tespit etmiş. Daha sonra Pennsylvania Üniversitesi araştırmacıları tarafından yapılan çalışmalarla su yüzüne çıkarılmış.

Biz Batık Gemi müzesini Ağustos sıcağında geziyorduk. Her ne kadar saat, akşam üzeri beş olsada havanın sıcaklığını tahmin edersiniz. Geminin iskeletinin olduğu oda özel klima ile soğutuluyor. Camlı bir bölmenin ardından ona bakabiliyorsunuz. Gemi çok titiz bir koruma altında.

İkon Müzesi

1860 yılında yapılmış Archangelos Michael Kilisesi ve İkon Müzesi Girne limanına çok yakın, Kilisenin yapımından 25 yıl sonra ilave edilen çan kulesi, Girne'nin her yerinden görülebiliniyor.

Kilise günümüzde Girne ve çevresinden toplanan 17.-19. yüzyıllar arasında yapılmış çeşitli örneklerden ikonların sergilendiği bir İkon Müzesi olarak kullanılıyor.


Bellapais

Girne’ye tepeden bakmak için ayrı bir fırsat olduğunu düşündüğüm bir yer. Semtin adı Beylerbeyi olarak geçiyor. 12.yy da kurulmuş olan Manastır tepeden Girne’ye hakim.

1158-1205 yılları arasında Kudüs’ten göç eden Augustinian meshebi rahipleri tarafından yapılmış.

Günümüzde ayakta kalan kısım ise Fransa Kralı III. Hugh(1267-1284) tarafından inşaa ettirilmiş. Adanın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra Kilise, ibadet amacıyla kullanılmak üzere Ortodoks Rumlara verilmiş.

Kilise ve yemekhane bugüne kadar korunabilmiş durumda. Hatta Yemakhane bölümünde yerli yabancı virtiyözlerin mini konserleri olabiliyor.

Ekim-Kasım aylarında Uluslararası Kuzey Kıbrıs Müzik Festivali’nin 12’incisi yapılıyordu.

Yemekhane gotik sanatının kusursuz örnekleri ile dolu. Yemekhane Kapısının mermer üst sövesinin üzerinde sırayla Kıbrıs, Kudüs ve Lüzinyan krallıklarının armaları asılı. Yemekhane kapısının karşısında üst üste duran Roma dönemi’ne ait iki muhteşem mermer lahit var.

Beni en çok etkileyen avlunun etrafını çeviren revakların muhteşemliği oldu. Gündüz güneşin aydınlığında, gece ışıklar altında her anı ayrı güzeldi.

Kıbrıs’a her iki gelişimde de Girne Kalesi’ni ve Bellapais Manastırı’nı tekrar gezdim. Birdaha gitsem yine gezerim. Atmosferi beni çok etkiledi. Her ayrıntıda başka bir dönemi yakalabiliyorsunuz. Tarihler arası bir gezi yapılabilir.

 

Ağa Cafer Paşa Camii

Kalenin yanında, limandan kent merkezine doğru, taş döşeli dar yoldan yokuş yukarı ağır ağır çıkarken aynı ada sahip sokağın arasında gördüğümüz Camii Kıbrıs Valisi Ağa Cafer Paşa tarafından 1589 yılında yaptırılmış.

Bugün dar bir sokak arasında sıkışıp kalmış gibi gözüksede tarihi caminin ziyaretçisi çok.

Tek şerefesi bulunan ve tek minareli kesme taştan yapılmış cami dikdörtgen planlı. Caminin duvarındaki ahşap kafesler dikkat çekiyor.




Mavi Köşk

İtalyan asıllı Rum olan Paulo Paolides tarafından 1957 yılında yaptırılmış bu köşk içinde konuşulanlarda, yapılanlarda tarihe imza atmış.

Köşkü dışarıdan kimsenin göremeyeceği ancak tepeden bakıldığında her tarafa hakim Çamlıbel Mevkiinde dağlık bir bölgede 20. yy modern mimari teknikler kullanılarak yapılmış. Köşk içinde kullanılan bir çok mermer, karo taşı, fayans vb. malzemeler İtalya’dan gelmiş.

Evin bu kadar özel olması sahibinden kaynaklanıyor elbet. Köşkün sahibi bir avukat ve aynı zamanda dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı Baş piskopos Makarios'un avukatlığını yapıyormuş. Buraya kadar herşey normal. Normal olmayan şey ise Paolides’in Avukatlık mesleğinin yanı sıra Ortadoğunun en büyük silah tüccarı olması. Bölgedeki çetelere silah sağlayarak 1963 Kanlı Noel olaylarının başlamasına yardım ettiği söyleniyor.

Köşkün bahçesinde cephanelik deposu ve gözetleme merkezi var. Silahların deniz yolu ile geldiği, katırlarla yukarı çıkarılıp, depolanıp daha sonra sevkedildiği söyleniyor.

Biz eve vardığımızda içeri gezmek için sıra bekledik. 10’ar kişlik guruplar halinde alıyorlar. Evin içinde fotoğraf çekmek yasak. Günümüzde evin bulunduğu bölge Askeri bölge sınırları içinde, Türk Silahli Kuvvetleri'nin himayesinde. Ev hakkında söylenecek söz çok, fotoğraf yok.

Ev’in odalarında renkler hakim Kırmızı oda Mafya görüşmelerinin yapıldığı, Mavi oda genel misafirlerin ağırlandığı, Yeşil oda yatak odası, Sarı oda misafir çocuklar için hazırlanmış. Çocuklar için olan odanın, binanın içinde ama binadan ayrı olarak depreme dayanıklılığı yapılmış. Kendi odasında yatağının baş ucunda geçite çıkan bir kapı var. Baskın günü buradan kaçmış. Geçitin nereye çıktığı bilinmiyor. Çıkarken tüneli havaya uçurduğu söyleniyor.

Paolides sanata düşkün bir kimse olarak biliniyor. Evin içindeki tablolar çok özel bunlardan biri Fransız bir resam tarafından kendisine hediye edilen Meryem Ana tablosu. Tablonun özelliği halesinin som altından elindeki tas ve gerdanlığın ise altın suyuna batırılarak resmedilmiş olması. Tablonun bir diğer özelliği ise odanın neresinden bakarsanız bakın elleri, dizleri ayak ucları ve gözlerinin size dönük olması. Oda biraz küçüktü bu denemeyi odanın en uzak noktalarından bakarak denedik. Gerçekten de gözler bizi takip ediyor gibiydi.

Misafir odasında bulunan içki dolabı bukalemun derisinden yapılmış. İtalya’dan gelen özel bir solisyonla bakımı yapılıyormuş. Her mevsim renk değiştirme özelliği olan bu içki dolabının, Paolides’in ölümünden sonra bakım için solisyonu gelmediğinden en son Sonbahar renginde kalmış.

Köşkte, Paolides’in bayan misafirleri için yaptırdığı bir süt havuzu var. Dönemin ünlü aktristlerinden Sophia Loren'inde köşke gelerek süt banyosu yapan misafirlerden olduğu söyleniyor.

Köşkte, çalışır durumda olan 1957 yapımı Westinghouse marka merkezi klima sistemi, içinde gizemli bir altın anahtar bulunan gizli kasası, özel olarak uzakdoğudan gelen dokuz boyutlu güvenlik aynası, kuş tüyü yastıklı stres koltukları, istenirse 24 saat şarap akan aslanlı çeşmesi, özel sirtaki taverna bölümü, köşkün bir çok yerinde bulunan günah çıkarma noktaları, deprem uyarı cihazı, sesyalıtımlı perdeler, bahçesinde dilek havuzu, Paolides’in konuşma öncesi sesini ayarlamak için çalışma yaptığı akustik özelliği olan küçük meydan var ve köşkün özellikleri saymakla bitecek gibi değil.

Köşk hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayınız.

Barış ve Özgürlük Müzesi

1974 Kıbrıs Barış Harekatı'nın başladığı 20 Temmuz gecesi, karargah olarak kullanılan evin girişinde çıkan patlama sonucunda birçok asker şehit olmuş.

Bu ev daha sonra tarihi belgelerle yaşatmak, aktarmak, Kıbrıs Barış Harekatı'nı ölümsüzleştirmek adına müzeye çevrilmiş.

50. Piyade Alay Komutanı Albay H.İbrahim Karaoğlanoğlu ile Pilot Binbaşı Fehmi Ercan’ın şehit düştüğü ev ile askeri araç ve silahların, açık havada sergilendiği bu müze ile birlikte Boğaz Şehitliği, Deniz Şehitleri Anıtı, Karaoğlanoğlu Şehitliği, Taşkent Şehitler Anıtı, Limasol Şehitler Anıtı'da Girne' de ziyaret edebileceğimiz ve saygıyla anacağımız şehitlikler arasında.

Girne’de ziyaret edilecek yerler arasında;

Girne Kalesi, Limanı, Bellapais Manastırı, Archangelos Michael Kilisesi ve İkon Müzesi, Barış ve Özgürlük Müzesi, Mavi köşk’den başka Girne çevresinde gidebileceğiniz diğer yerler;

Sokaklarının, evlerinin ve bahçelerinin güzelliği ile ünlü İngiliz Köyü Karmi, Antik Lambousa Şehri Lapta, Beşparmak Dağlarının hakimi St. Hilarion Kalesi ve Esentepe Köyündeki Antiphonitis Manastırı’nın içerisinde yer alan kainatın hakimi İsa freski oldukça etkileyici.

Yeme İçme
Gırbaç Tatlısı
Balık seviyorsanız Girne Liman caddesi üzerinde her bütçeye her damak tadına uygun restaurantlar var. Konu deniz ürünleri olunca birde Akdeniz mutfağı mezeleri ile kendinizi evinizde gibi hissedebilirsiniz. Tabiki ızgara Hellim tadına bakılması gerekenler arasında birinci sırada. 

Tatlı olarak bizim çok beğenerek yediğimiz Gırbaç tatlısı, geceye damgasını vurdu diyebilirim.  Nor peyniri (tadı lor peynirine benziyor) ve pekmez üzerine muz, kivi ve ceviz ile servis yapılıyor. 

İkinci akşam, Beylerbeyi’nde bulunan Bellapais Manstrırına akşam üzeri çıkmıştık. Hemen yanındaki Kybele Restaurant’ta atıştırmalık olarak seçtiğimiz kuşkonmaz çok lezzetliydi. Sunum ve fiyatlar çok uygun ve akşam serinliğinde Girne manzarası da harika.

Girne merkezde, sahile inen yolun sağ köşesinde kalıyor Akpınar Pastanesi. Yemek servisi de var ancak bizim en çok sevdiğimiz ev yapımı reçelleri. Ceviz macunu, patlıcan macunu en favori olanları bizim için. Küçük  boy kavanozlarda satıyorlar  paketlemede yapıyorlar, biz hediyelik olarak almıştık bavulda sorunsuz geldiler.  



Devamını Oku »

Mağusa, nam-ı diğer Famagusta…

0 yorum
Güneşin bir türlü terkedemediği kent, Mağusa. 

Sonbaharın henüz buraya uğramadığı, yazın da gitmek istemediği bir Ekim ayında gezdim Mağusa’yı. 
Güneşin alabildiğine ısıttığı bu yer, attığımız her adımda buram buram tarih kokan, yüzyıllar boyu Doğu-Batı ticaretinde transit merkezi olmuş bir liman kenti, nam-ı diğer Famagusta. 
Şimdilerin Mağusa’sı bir üniversite şehri olmuştu bile… 

Yakın çevrede olduğu kadar Kale içi de adeta bir açık hava müzesi. Kale içi yürüyerek gezilebilecek kadar küçük olmasına rağmen burada adım başı hayranlık uyandıracak yapılara rastlamak mümkün.
Gezilecek, görülecek, hakkında bilgi toplanacak, fotoğraflanacak ne çok yer var burada…

Kale içi gezilecek yerlerden bazıları,

Günümüzde Lala Mustafa Paşa Camii olarak kullanılan St.Nicholas Katedrali, Venedik Saray kalıntıları, Greklerin St. George Kilisesi, Namık Kemal zindanı, Osmanlı dönemi Magosa Medresesi, günümüzde Sinan Paşa Camii olarak bilinen St. Peter ve St. Paul Katedrali, Doğu Akdeniz Üniversitesinin Kültür Merkezi olarak kullandığı Nestorian kilisesi, Cafer Paşa Hamamı, St. Francis Kilisesi… Bunlar bir çırpıda saydıklarım ama bir gün boyunca anca gezebildiklerim. 


Bazılarının kapanış saatine denk geldik içeriyi görmek, fotoğraf çekmek isterdim. Kimini kapı aralığından kimini kapı deliğinden fotoğrafladım. Ne demişler  "Merak, tüm kapıları aralar"…

Namık Kemal

Kale içinde büyük meydanda, Namık Kemal Meydanı’nda kafelerden birine oturduk. Aynı anda Lüzinyan, Venedik ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan bu üç tarihi döneme tanıklık etmiş meydanda olmak çok heyecan vericiydi. 

Bir yanımda Lüzinyan krallarının Kudüs kralı olarak taç giydikleri St.Nicholas Katedrali; diğer yanımda Osmanlı Dönemi Magosa Medresesi ve tam karşımda Venedik Saray kalıntıları arasında Namık Kemal’in 38 ay sürgün hayatı yaşadığı iki katlı ev.

Yakın tarihimize tanıklık eden Namık Kemal’in sürgündeki zindan’ı veya evi, müze olarak ziyaretçilere açık. Venedik Sarayı avlusunda bulunan iki katlı evin avluya açılan tekgözlü odası Namık Kemal’in sürgün odası. Namık Kemal, "Vatan yahut Silistre" oyununun 5 Nisan 1873 tarihinde İstanbul Gedik Paşa tiyatrosunda oynanmasından sonra 9 Nisan 1873 tarihinde Kıbrıs'a sürülmüş. Önceleri alt kattaki zindana kapatılan şair, bir süre sonra Kıbrıs Mutasarrıfı Veys Paşa'nın izni ile üst kata çıkarılmış. Şimdi müze olan üst katta Namık Kemal’e ait eşyalar ve belgeler sergileniyor.

St. Nicholas Katedrali / Lala Mustafa Paşa Camii
Namık Kemal Meydanında ki en eski ve en görkemli yapı St. Nicholas Katedrali elbette. Lüzinyan kralları, önce Lefkoşa’daki St. Sophia Katedrali’nde Kıbrıs Krallık tacını, sonra da Mağusa’daki St.Nicholas Katedrali’nde Kudüs Krallık tacını giyerlermiş. 1298 -1312 yılları arasında inşaa edilen bu Katedral’in Fransa’daki Reims Katedralinden etkilenmiş batı cephesi mimarisi ve Gotik tarzda işlemeli pencereleri ile en az içi kadar görenleri kendine hayran bırakıyor. Adanın Osmanlı hakimiyetinden sonra bu katedral Lala Mustafa Paşa Camii olarak hizmet vermeye başlamış. Camii olmasıyla beraber iç duvarlar beyaza boyanmış.

Lüzinyan dönemi, Mağusa’nın zenginliği, ihtişamı, lüksü en fazla yaşadığı altın dönem olarak adlandırılıyormuş. Bu dönemde tüccarlar Kadetral yaptırmak konusunda sanki bir yarışa girmişler.

St.Peter ve St.Paul Katedrali / Sinan Paşa Camii

1360 yılında yapılan St. Peter ve St. Paul Katedrali, 1571 yılındaki Osmanlı bombardımanına rağmen sağlam yapısı ile ayakta kalabilmiş. Osmanlı döneminde Sinan Paşa Camii olarak kullanılmış.

Kuzey girişi eşsiz bir taş işçiliğine sahip. Biz gezerken kapısı kilitliydi, aralık olan yerden iç mekanıda fotoğraflamaya çalıştım. En az içi de dışı kadar ihtişamlı görünüyordu.

Kale içine deniz tarafından Porta Del Mare kapısından girdiğinizde ilk gözünüze çarpan heybetli yapı St. George of the Latins kilise kalıntıları.

Greklerin St. George Kilisesi



1360 yıllarında inşa edildiği sanılan, Lüzinyan döneminden beri Ortodoks Grek (Rum) Kilisesi olarak bilinen bu kilisede Bazı söylentilere göre Salamis Başpiskoposu St. Epiphanios'un (M.S 310- 406) tüm mücevherleri kilise temelinde saklıymış. 

Osmanlının Kıbrıs fethi sırasında (1570 - 1571) top bombardımanı sonucunda harabeye dönüşsede hala tüm ihtişamını yansıtabiliyor.

St. George kilisesinin biraz çaprazında denizden gelen saldırılar için korunma, savunma amaçlı yapılmış Küçük bir Kale var. 

Othello Kalesi olarak anılıyor. 1310 yılında yapılmış bu eski kale Venedikliler ve İtalyanlar döneminde ayrı ayrı yeniden şekillendirilsede Othello adı, 1500 lü yıllarda İngiliz Sömürge döneminden kalma.

Namık Kemal Meydanının kuzey batısında yer alan Cafer Paşa Hamamı, arşiv belgelerine göre 1601 yılında inşaa edilmiş. 
Lüzinyan döneminden kalma St. Fransis Kilisesi'nin (1226) avlusunda bulunan Cafer Paşa Hamamı, plan ve mimari üslubu olarak (ılıklık ve sıcaklık bölümleri) Osmanlı dönemi yapı özelliklerini yansıtığı söyleniyor. Sadece "Soyunmalık" odası Orta Çağa ait St. Fransis kilisesinin orjinal odalarından birisiymiş. 

Nestorian Kilisesi

Gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımdan kapanma satini kaçırdığım diğer yapıt Nestorian Kilisesi. (Agios Georgios Eksorinos) 

Kapılar kapalı olabilir ama kapı delikleri ve yüksek çözünürlü fotoğraf makineleri bu merakı yeniyor.

Bu kilisenin Zengin bir İtalyan Tüccar olan Francis Lakhas tarafından 1359 yılında inşa edildiği söyleniyor.

Osmanlı döneminde işlevini yitirsede daha sonraları Rum Ortodoks kilisesi olarak kullanılmış. 

Kilise artık Doğu Akdeniz Üniversitesi için bir kültür merkezi olarak kullanılıyormuş bahçe girişinde tabelası vardı. 

Ayrıca 8 Aralık 2013 Pazar gününden itibaren 57 yıl aradan sonra yeniden ayin yapılmaya başlanmış. 



Yakın yerler
St. Barnabas İkon ve Arkeoloji Müzesi 

St. Barnabas’ın ilginç bir hikayesi var. Çok eskilere, 45 yılına dayanıyor. Salamis Mağosa doğumlu olan St Barnabas Kıbrıs da Hıristiyanlığı ilk yaymaya, anlatmaya başlayanlardan biriymiş. Bu faliyetlerinden dolayı öldürüldüğünde cesedi öğrencileri tarafından gizlice alınmış. Salamis'in batısında bir yeraltı mağarasına gömerken de göğsüne St.Mathews'un yaptığı incilin kopyasını koymuşlar.

St. Barnabas Manastırı

Cesedin yeri bilinmediği içinde incil uzun yıllar gizli kalmış. 432 yıl sonra piskopos Anthemios, mezarı rüyasında gördüğünü söyleyerek, açılmasını istemiş. Mezar açıldığında St. Mathews incili dolayısıyla, St. Barnabas teşhis edilmiş.

Sonrasında buraya tahmini 491 yılında inşaa edilen Manastır M.S. 7. yüzyılda başlayan Arap Akınları sırasında yakılıp yıkılmış. Bu kiliseden günümüze sadece taş döşemeli bir yola ait kalıntılar ve birkaç mermer sütun gelebilmiş.


Bu gün gezdiğimiz Manastır 1756 yılında yapılmış. Kilisenin çan kulesi ise burada görevli olan üç kardeş papazın mali katkılarıyla 1958 yılında inşa edilmiş.

St. Barnabas Mezarı
1991 tarihinde manastırda başlatılan yeni düzenlemelerle manastır odaları Arkeoloji Müzesi’ne dönüştürülürken, kilise de İkon Müzesi’ne dönüştürülmüş.

Kilisede ikonlar, Manastır odalarında ise, Neolitik Devir’den başlayarak Bizans döneminin sonuna kadar tarihlenen arkeolojik eski eserler sergileniyor.

Manastırın yaklaşık 100 metre doğusunda Aziz Barnabas’ın cesedinin bulunduğu yer altındaki antik mezarın üzerine ise küçük bir kilise inşa edilmiş. 



Salamis Antik Kenti

Mağusa’nın 6 km kadar kuzeyinde yer alan Salamis antik kentini gezerken İzmir ilinin Selçuk ilçesi sınırları içinde kalan Efes Antik kenti gözlerimin önünde canlandı. Orayı gezerkende bir merak vardı içimde. Binlerce yıl önce yaşanılan bir kentin üzerinde geçmişin izlerini aramak…

Antik kentteki en eski buluntular bize M.Ö. 11. yüzyıla ait olduğunu söylüyor. Bunu arkeologların bulduğu sikkeler söylüyor. Bu sikkelere göre kent önce Asurlar, Mısırlar ve Persler’in hakimiyetine geçmiş. Daha sonra Büyük İskender ve Roma dönemi başlamış. Salamis Kenti MS 332 ve 342 yıları arasında meydana gelen Büyük depremlerle yıkılmış.

Salamis Kenti 19. yüzyılın sonlarında keşfedilmiş. 1952-1974 yılları arasında yapılan kazılarla büyük bölümü ortaya çıkarmışlar. Malum 1974 yılında kesilen kazı çalışmalarına 1998 yılında tekrar başlanmışlar ve kent bugünkü halini almış.

Kentteki yapılar

Çok geniş bir bölgeye yayılan kentin içinde gezip görülecek bir çok yapı var.

Kenti çevreleyen Surlar ve limanlar;
Etraflarında heykeller, havuzlar ve hamam bulunan Gymnasium
Gösterilerin yapıldığı, kulis ve giyinme-soyunma odlarının bulunduğu, freskler, sütunlar ve heykeller ile süslenmiş sahne bölümünden günümüze sadece temelleri kalmış olan Tiyatro;
Zemininde mozaik döşemesi bulunan Roma Villası;
Avlusunda bir su kuyusu bulunan tabanında mozaiklerin olduğu Kampanopetra Bazilikası,
Yapıldığı dönemde Kıbrıs’ın en büyük bazilikası olduğu sanılan, vaftiz odasının döşeme seviyesinin altında ısıtma sistemi bulunan St. Epiphanos Bazilikası;
Şehre su dağıtımı yapan su kemerleri ve Bizans sarnıcı;
Salamis'in hem toplantı hem de alışveriş merkezi olan Agora (pazaryeri) ve Zeus Tapınağı… hepsi görülmeye değer
















Devamını Oku »

Likya Yollarında...

0 yorum
Kısacık bir zamanda yüzyılları aşıp, tarihin kokusunu içimize sindirme mutluğunu yaşadık. 

Bayram tatilini de fırsat bilerek Ekim ayında Fethiye’den yola çıkıp, altı gün gibi kısacık bir zamanda yüzyılları aşıp, tarihin kokusunu içimize sindirme mutluğunu yaşadık.  Çocuklarla gezeceğimiz için gelecek sorulara karşı tedbirliyim, dersimi önceden çalıştım. Çocuklarla keyifli bir geziydi ve Müze Kart'ımızı doya doya kullandık. 

Kayaköy (Müze kart ile giriş ücretsiz)

Aşağı Kilise            
Bugün hayalet köy diye anılan Kayaköy çok geniş bir alana yayılmış. Bir ucu ölü denize kadar uzanıyor. Içeride iki adet kilise var Yukarı kilise, yerleşimin ortasına yakın hakim bir tepenin üzerine kurulmuş. Yüksek duvarlarla çevrili atrium, siyah-beyaz çakıl taşlarının oluşturduğu geometrik desenli mozaik döşeme ile kaplıdır. 

Yerleşimin batı sınırında bulunan orijinal adı Panayia Pirgiotissa olan Aşağı Kilise, günümüze daha iyi korunarak ulaşmıştır. Korunmasında ki en önemli etken, yapının 1960'lı yıllara kadar camii olarak kullanılmasında saklı.

Kayaköyde kaldığımız pansiyon “Kayamisafirevi” taş binalardan oluşuyor. Dolayısı ile içerisi serin, dekorasyonu ile bir o kadar sıcak , samimi.

Ölüdeniz 

Ölüdeniz, adı gibi durgun bir göl niteliğinde. En fırtınalı günlerde bile diğer sahiller dalgalarla boğuşurken Ölüdeniz'de sadece çırpıntılar meydana geliyor.

Ancak durgun gibi gözüken Ölüdeniz, gözle görünmeyen üç nedenle kendini hemen her gün yenilemektedir. Bunlardan ilki, Ölüdeniz'de mevcut yoğun kaynak suyu çıkışları, dipte içeriden açıkdenize doğru bir akıntı yaratmaktadır. İkincisi, bu kaynak sularının yarattığı tuz farkından dolayı açıkdenizden içeriye ve dışarıya devamlı bir sirkülasyon oluşmasıdır. Üçüncüsü ise gel-git etkisi ile iki-üç günde bir deniz ortalama yarım metre yükselir ve alçalır. Bu da büyük miktarda deniz suyu giriş ve çıkışı sağlamaktadır. Sahilin çakıltaşlı olması denize gişiri zorlaştırsa da ölüdenize girmek ve deniz bisikleti kiralamak çok zevkli.

Letoon Antik Kent (Müze kart ile giriş ücretsiz)


1988 yılında Unesco'nun, dünya mirası listesine aldığı antik kentlerden biri. Kentte en eski yerleşim izleri M.Ö. 7. Yüzyıla kadar gider. Kalıntılar ve ele geçen kitabeler buranın dinsel ve politik bir alan olduğunu göstermektedir Kentte üç ayrı tapınak bulunuyor. Bunlardan en kuzeydeki Leton, ortadaki Artemis güneyindeki Apollon'a adanmış. Tapınakların güneybatısında bir çeşme, hemen doğusunda kilise yer almaktadır.

Kentin kuzeyinde Stoa ile arkasını kısmen doğal yamaca dayamış  Helenistik Döneme  ait tiyatro bulunmaktadır. Sahnesi olmayan oldukça büyük grek planlı bu tiyatro girişte sizi karşılıyor.

Yeraltı su seviyesinin yüksek olması kazıları zorlaştırdığı gibi kazılan bölgelerin bir sure sonra takrar su altında kalmasına engel olunmamaktadır.

Patara Antik Kenti (Müze kart ile giriş ücretsiz )
Patara Zafer Takı

Patara antik kentinde yer alan en görkemli yapılardan olan Roma Zafer Takı (Metius Modestus) girişte sizi karşılayacaktır. Zafer takının M.S. 1. Yüzyıl sonlarına doğru yapıldığı bilinmektedir. Antik kente tepeye doğru kutsal alanlar, tiyatro, Bizans bazilikası yer almakta olup Tiyatro tepenin eteklerinde ve arkası tepeye yaslanmış konumdadır.

Patara, Likya Birliğinin başkentliğini yapmıştır. Likya birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biri ve belki de en önemlisidir.

Antik kenti gezdikten sonra caretta caretta’ların yumurtalarını bıraktığı o eşsiz sahile varıyoruz. Dalgaların dövdüğü, İncecik kumlardan oluşan sahilin tadını çıkarmak çok keyifli. Sahilde yiyecek, içecek için bir büfe ve ayrıca duş ve tuvalet mevcut. Eğer müze kartınız varsa  sahil girişi içinde ücret ödemiyorsunuz.

Antiphellos Antik Tiyatro (Kaş)

4000 kişilik kapasitesi olan ve 26 basamaktan oluşan tiyatro, M.S. 2. yy da onarım görmüştür. Sahnesi olmayan tiyatronun en önemli özelliği denize cephesi açık olan bir tiyatro olmasıdır.

Bu gün şehrin içine sıkışıp kalmış olan bu tiyatronun en üst basamağından görülen gün batımı manzarası çok ünlü. Hele bir de sahnede arya söyleyen birine rastlarsanız keyfini çıkarın derim. arya görüntülerini buradan izleyebilirsiniz

Arkeolojik çalışmalar, M.Ö. 6 bin yıllarında da burada yerleşim olduğunu göstermekte.

Kral Mezarı

Halk arasında Kral Mezarı olarak bilinen Uzun Çarşı’daki Likya yazıtlı Anıt Mezar ( M.Ö 4.yy) günümüze ulaşan en güzel ve görkemli lahitlerden biridir.

Kekova

Kaş’a 35 dakika mesafede Üçağız Köyü, Kekova (batıkkent) için teknelerin kalkış noktası. Buradan kalkan tekneler ilk once Kaleköy (symena) koyuna uğrarlar. denizden ulaşımın olduğu bir köy. Tekne bir saatlik bir mola ile bizim kaleye tırmanmamıza fırsat tanıdı. Kale M.S. 2yy yapılmış. Manzara muhteşem kalenin sağında ve solunda bir çok lahit mezar mevcut. Sahilde yarısı suya gömülü lahitin çevresinde rengarenk kanoları seyretmek çok zevkliydi.

KaleKöy (Üçağız/ Kekova)
Turkuaz rengi denizde ilerlemeye devam ediyoruz ikinci durağımız Burç Koyu, Osmanlılardan kalma kale ve top var. 

Üçüncü durağımız Gökkaya koyu , denize girmek için ideal. Biz ekim ayında gittiğimiz için şanslıydık yazın bu koyda yer bulmak çok zormuş. 

Tersanekoyu / Kekova



Sonraki durağımız Korsan Mağarası bu koyda yüzülebilecek güzel yerlerden biri. Mağara önceleri Fok balıkların ve yarasaların uğrak yeriymiş. Şimdilerde sadece yarasalar kalmış.

Bir sonra ki durağımız Kekova adası, ada M.Ö. 3yy'daki depremler sonucu ana karadan ayrılmış ve üzerindeki şehirle birlikte sular altına gömülmüş. Gezi teknelerinin çoğunun altında penvcereler var. Adaya yaklaşarak dolaşırken altta ki pencerelreden batık şehrin anforalarını seyredebilirsiniz. 
Kekova’nın denize girilebilen tek koyu Tersane koyu. Sahilinde bir kilise kalıntısı var. Tekne gezimizin son durağı akvaryum koyu 

Üçağız köyü ve Kekova bölgesi görülmeye değer doğal güzellikleri ve tekneleri ile ziyaretçilerini bekler. 

Meis adası (Kastelorizo)
 
Eğer vizeniz varsa Kaş‘tan bir gün önceden herhangi bir acentaya pasaportlarınızı ve feribot bilet ücretinizi bırakmanız yeterli. Ertesi sabah feribot saatinden 15 dakika önce gidebilirsiniz. 

20 dakikalık bir mesafede, şirin bir sahil kasabası. Adada bir cami, bir kilise ve bir adet de müze bulunuyor. Sahilde deniz taksiler var, sizi Mavi mağaraya götürüyorlar. Gidiş dönüş 45 dakika sürüyor. Kişi başı 10 Euro, Tekne 6 kişilik mağara girişinde herkes kaptan dahil teknede yere yatıyor, giriş çok alçak. Fakat içeri girdiğinizde müthiş bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. 

12 m yükseklik (sudan yukarı) ve 15m derinlik güneşin sudan yansıyan ışınları mağarayı mavi ışıkla aydınlatmış. Muhteşem büyüleyici bir görüntü. 

Meis
Adada ayrıca yüzmek isterseniz feribottan inince solda camii’nin yakınında denize giriliyor. Yada deniz taksilerle Island Beach‘e gitmek mümkün. Eğer günübirlik gittiyseniz plajlarda duş imkanı kısıtlı. Sahilde kilise den sonra kafeler ve pansiyonlar var. “Remezzo Cafe” yi tavsiye ederim. 

Kaş’tan akşam yemeği için Meis‘e 18.00 de kalkıp 23.00 de dönen bir feribot var. Avea ve Turkcell adanın heryerinden çekiyor rahat rahat çektiğiniz fotoğrafları anında internete yükleyebilirsiniz.

Myra Antik kenti (Demre) (Müze kart ile giriş ücretsiz)

Myra Kaya mezarları
Kaya mezarları, Likya yazılı kitabeler ve sikkeler, Myra’nın en azından M.Ö. 5. yy’dan itibaren varlığını sürdürdüğünü gösteriyor.

Likya Birliği’nin metropolisi olan şehirde, Likyalı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı inşa edilmiş ve onarılmış.
 

Bizans döneminde ise Myra, dini yönden olduğu kadar idari yönden de önde gelen şehirlerden biri olup günümüze dek ününü Aziz Nicholas’ın M.S. 4. yy.’da şehrin piskoposu olmasına ve ölümünden sonra aziz mertebesine ulaşıp adına kilise yapılmasına borçlu. 
Myra Antik Tiyatro


Myra, 7. yy.’dan itibaren gerek deprem, su baskını ve Myros çayının getirdiği alüvyonlar, gerekse Arap akınları sebebiyle önemini yitirip 12. yy.’da köy hüviyetine dönüşmüştür.

Günümüz kalıntılarını, akropolün güney eteğinde yer alan tiyatro ile her iki yanında yer alan kaya mezarları oluşturur. 

Snt Nicholas

Olympos Antik Kenti

Doğudan Akdeniz’e açılan Olympos Antik Kenti, ortasından geçen Akçay (Olympos Çayı) ile ikiye bölünüyor. Bu konumuyla tarih boyunca liman kenti olma özelliği taşıyan Olympos, günümüze gelen antik kentler arasında farklı bir yapı sergiliyor. 

Kentin kesin kuruluş tarihi bilinmemekle beraber, tarih sahnesinde Likya Birliği için bastığı sikkelerle MÖ 168-78 yıllarında ilk kez görülür. 



Olympos Antik kente Çıralı sahilden de giriş mevcut. Kente girerken iki anıt mezar ve Kaptan Eudemos’un lahiti size selamlıyor.

Çıralı sahilinde kaldığımız pansiyon, Yıldız Pansiyon.
Pansiyon bahçesi, Portakal, nar, avakado ağaçları ile dolu. Bu ağaçlar arasında serpiştirilmiş ahşap evler var. Çok huzurlu, rahat ve keyifliydi. 

Ağaçların arasında odamıza giderken tavuklar bize eşlik ediyordu. Küçük oğlumun “Anne ilk defa canlı tavuk görüyorum“ demesi aklımızdan çıkmayan güzel anılardan sadece biriydi. 

Denize yürüme mesafesinde olan bu pansiyonun tek dez avantajı sıcak suyu güneş enerjisiyle sağlamaları. Tabi bizim gibi Ekim ayında gidip bir de yağmura yakalanınca güneşi dört gözle bekliyorsunuz. Neyseki Güneş ertesi gün yüzünü gösterdi, denize de girebildik duş da aldık. 

Chimaira (Yanartaş ) 


Çıralı sahilden yola devam ediyoruz. Tabelalar bizi doğruca Yanartaşa çıkarıyor. Arabadan inip zorlu tırmanışa başlıyoruz. Ekim ayında gittiğimiz için yukarı tırmanışı gündüz rahatlıkla yapabiliyoruz. 

Yaz aylarında neden gece ziyaretçisinin çok olduğunu yukarı çıkınca anladım. Kayaların aralarından çıkan alevler muhteşem bir görüntü oluşturuyorlardı. 

Sağda solda bulduğumuz dal parçalarını yanan ateşte tutuşturduk ve her hangi iki kayanın arasına uzattık, parlayan ateşle yandığını izlemek çok keyifliydi. Burada en çok eğlenenler çocuklardı. Keyifle ateş yaktılar. 




Devamını Oku »