Bükreş


Meraklı meraklı dokunuyorum ağaçlara, aslında tam karşımda duran ağaç kütüklerinden yapılma bir ev. Hayretle seyrettiğim evin sadece kendi değil, çatısıda ağaçtan.

Herastrau Gölü kıyısında sıralanmış birbirinden güzel Romen çiftlik evlerinden örneklerin sergilendiği 272 adet ağaç ev, değirmenler ve kiliseler ile bir açık hava müzesi burası. (Dimitri Gusti, National Village Museum)

 
National Village Museum
Bükreş’e geldiğimiz ilk gün havaalanından hemen buraya geldik. 1936 yılında kurulmuş Ulusal Köy Müzesi, Hanri Coanda Havaalanına 15 km uzaklıkta. 

Göl kenarında evlerin arasında geziniyoruz, bu ağaç evler yüzyıllardır burada sanki, zaman ve mekan değişse de ağaç aynı, hissi yaratıyor.



Palatul Parlamentului 

Doğa harikası bu yerden şehrin merkezine doğru yol alırken gördüğüm Parlamento Sarayını hüzünle karşılıyorum. 

Dönemin lideri Nikolay Çavuşesku tarafından 1984 de 19 Ortodoks kilise, 6 sinagog, 3 protestan kilise ve 30.000 tarihi konut yıkılarak yerine bu 1.100 odalı Parlamento binası yaptırılmış.


Dambovita nehiri kesen Calea Victoriei Caddesi boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. En lüks ve en eski cadde olarak anılan Calea Victoriei boyunca görebileceğiniz birçok müze var. 

National Museum of Romanian History

İlk karşımıza çıkan Romen tarihi Ulusal Müzesi (National Museum of Romanian History)

Odeon Tiyatrosu (Teatrul Odeon ) önüne geldiğimizde Atatürk Büstü ile karşılaşıyoruz bizim için büyük süpriz oluyor.


Yeni binaların arasında tarih sayfasından kopmuş gibi duran Kretzulescu Kilisesi (Doğu Ortodoks Kilisesi) 1720 yılında inşaa edilmiş. 1940 yılındaki depremde hasar görsede bugün hala eski tarihi görünümünü koruyor.
Romanian Athenaeum
Kilisenin yanında Ulusal Sanat Müzesi (The National Museum of Art of Romania) ve karşı sırasında 1888 yılında açılan ihtişamlı kubbesiyle göz kamaştıran Konser salonu Athenaeum (Romanian Athenaeum). Bükreş’de gezilebilecek yerler arasında.

Hiç gittiğiniz şehrin sokakların da kaybolup, kendinizi bulduğunuz oldu mu?

Cartureşti
Yürürken yolda her köşeyi bir kitapçı tutmuş gibi geliyor bana. İkinci el kitapları dizmişler yol kenarına, her gelen bir karıştırıyor "okumadığım ne kaldı" diye. En az ikinci el kitaba olan ilgi kadar yeni basımlara da ilgi var.

Kitaplar sokaklardan dükkanlara taşınmış, Kitapların gücüne inanların gizlice yaşadığı bir yer, Cartureşti… 
Carte, ceai, muzica (kitap-çay-müzik)...
Beyaz, hiç birşeye bu kadar yakışmamıştı. Raflarda kitapları karıştırıp en yakın rahat koltukta kitabı tanımaya çalışabilirim yada en üst kata çıkıp çayımı ve kahvaltımı yudumlarken okuyabilirim.

Tabi birde olmassa olmazı tarihi eski şehir (Old Center). Masaların dükkanlardan dışarılara taştığı, yemek, müzik ve eğlencenin keyfini çıkaracağınız, restaurantların kafe ve barların olduğu nostaljik kent.





Fotoğraf makinemiz elimizde yollardayız….

Bükreşten yola çıkıp Braşov'a giden büyülü yol boyunca sırasıyla Sinaia, Busteni, Azuga, Predeal ve Poiana Broasov kayak merkezlerinden geçtik.

Şanslıyız, baharın habercisi güneş, yolların kenarına bıraktığı tüm renklerden yansıyan güzelliğini, dağların tepesindeki beyaz şapkalara inat, tatlı bir tezatla bize sunuyor.

Sinaia Manastrı
Yol boyu elimden fotoğraf makinesini düşürmüyorum ama yine de gözümün gördüğünü, yüreğimin hissettiğini bu küçük kutuya hapsedemiyorum.

ilk durağımız Sinaia,

Bahçe içinde en fazla iki katlı evlerin yol boyu sıralandığı, çocuksu bir heyecanla karşıladığımız yol kenarındaki kırmızı telefon kulubeleri ve yeşillikler içindeki kasaba, huzur dolu bir yer olarak hafızama kazındı.

Tepede ki Sinaia Manastrı’nda verdiğimiz fotoğraf molası sırasında tanıştığımız görevliler Türk olduğumuzu duyunca ilk söyledikleri “Muhteşem Süleyman!"  Anlaşılan dizi uluslararası boyutta ün kazanmış. Fotoğraflar çekiliyor, sohbet koyulaşmadan biz ağaçların arasından tırmanışa devam ediyoruz.  

Yeşilin binbir tonu ve su şırıltısı eşliğinde ilerlerken tepede gördüğüm muhteşem yapı bana, Alice’in tavşanının önümüze çıkıp bizi Şatoya giden gizli yoldan yukarı çıkaracak gibi hissettiriyor.

Masalsı yapısıyla önce heyecanlandıran sonra merak ettiren saray, şato, kale adına ne derseniz deyin Kral I.Carol’un yazlık sarayıymış. Ben yaz- kış kalabilirim burada.

I.Carol Yazlık Sarayı / Peleş Castle

Karpat dağlarının arasında muhteşem bir manzarası var. 1873 de inşatı başlanan bu sarayın en önemli özelliği; Avrupa’da ilk merkezi ısıtma ve aydınlatma tesisatının döşendiği ve ilk asansörün yapıldığı saray olmasıymış. Duvar resimleri, tavan süslemeleri, dış cephesindeki freskler, bahçe düzenlemeleri en ince detayın bile atlanmadığı 170 oda ve 30 banyodan oluşan bu sarayın yapımı 10 yıl sürmüş. Ne diyelim “Müsaitseniz, bizde güle güle oturuna gelmek istiyoruz”...

Yollar bizim bu gün, git git bitmiyor. Sinaia’dan sonra Braşov’a doğru yola çıkıp  Drakula’nın mekanı Bran Kalesini ziyarete gidiyoruz. Acaba Bran Kalesi'nin avlusunda oturan 5 Drakula biz olabilir miyiz?

Meraklısı için detaylar  Braşov yazısında...


































0 yorum :

Braşov


Okuduğum kitapların etkisinde kalıp anlatılan mekanları, şehirleri ziyaret ettiğim çok olmuştur. Bu sefer zamanlama süpriz oldu benim için, bu ziyaret beklediğimden erken geldi.

Gülşah Elikbank, Yalancılar ve Sevgililer basım aşamasındayken yaptığı bir söyleşide Romanya’da ki, Drakula efsanesinden bahsetmişti. Ben hafızamın gidilecek yerler listesi bölümüne bir not etmiştim. Kitabı okuduğumda ise emindim artık buraya gitmek istediğimden.

Merak, tesadüf, mucize, evren herşey benden yana, tabii birde iflah olmaz bir gezgin olan kızkardeşimin süpriz gezi planları…

Bu gezide, kızkardeşim ve üniversite arkadaşlarının yıllar sonraki buluşmalarına ben sonradan dahil oldum. Uluslararası bir buluşma oldu.

Herkes farklı şehir ve ülkelerden geldi İstanbul’a ve oradan Romanya’ya, bizi bekleyen dünya tatlısı sevgi dolu, konuksever ikiliyle buluşmaya…

Yılların verdiği dostluk, araya giren onca zamana karşı mesafeleri kısalttı, gönülleri bir yaptı.

Vampir efsanelerinin dilden dile dolaştığı, soğuk, kasvetli ama bir o kadar da bilmece gibi olan, kuşların bile zor ulaştığı dağın eteklerindeki şatolar kadar şaşırtıcı; 

Baharda yeşilin her tonunu görebileceğiniz, gökkuşağı rengi çiçeklerin yerlere serildiği, suların şırıltısı ve kuş sesleri arasında gezebileceğiniz kadar da doğal güzellikleri olan Transilvanya bölgesi, bu gezimizin konusu.

Drakula Şatosuna yada gerçek adıyla Bran Kalesi’ne ziyaret için gittiğimizde, girişten önce kurulan mini pazar tezgahları arasında dolaşırken, önce çığlıkları duydum sonrasında şapkam başımdan gitti. Arkamı döndüğümde bak, bak bitmeyen maskeli yaratık elinde benim şapkamı sallıyordu. Bizi, şatoya girmeden önce korku evine davet ediyormuş meğer.



13.yy inşa edilen Bran Kalesi stratejik bir konuma sahip, bir dönem gümrük olarak bile kullanılmış. 

Tarihi kaynaklara göre, Eflak hükümdarı Vlad Ţepeş'in (Kazıklı Voyvoda) bir kaç kere Bran geçidinden geçmişliği varmış (1448-1476 yılları arasında) ama bu kalenin tarihinde önemli bir rol oynamamış.  Bizim bu tarihe bir katkımız olsun dedik, hepimiz Drakula olduk, avluda toplandık.

1920 yılında kale Romanya Krallığı'nın resmi ikametgahı olmuş. İçeride Kraliçe Marie tarafından toplanan mobilya ve sanat eserleri sergileniyor. İçerisi labirent gibi merdiven in çık bir odaya gel, koridordan geç merdiven çık başka bir odaya gel. Güncel yaşamda yorucu tabii. Birde şatonun alt bahçesi yani büyük bir park alanı var. 1937 de Kraliçe Marie yorulmasın diye park ile şato arasına asansör konmuş.

Tüm bunlar biryana Kralice Marie’den çok, Abraham Bram Stoker’ın 1897 de yazdığı Drakula, bu şatoda daha çok ünlü. Hatta bu yaz etkinlikler arasında Drakula Müzik ve filmin galası var.

“Oscar'a Aday besteci Philip Glass ve Grammy Ödülü Kronos Quartet ‘ın sahne aldığı Drakula Müzik ve Filmin galası 2-5 Temmuz da Bran Kalesi 'nde.”

Bir zamanlar kuşların bile zor ulaştığı bu kale, manzarasıyla beni büyüledi. Gezi ekibi gurme olmasa ben yine yemek yemeği unutabilirdim.

Broşov da şehrin kalbinin attığı Piata Sfatului meydanındayız. Bu meydan sayısız restaurantlara, kafelere, büyük ve küçük otellere ev sahipliği yapıyor. Prato italyan mutfağının lezzetli yemeklerini damak tadınıza göre hazırlıyor, yemekler kadar tatlılarda muhteşem.

Sıradışı dekore edilmiş yerler, bana ilgi çekici gelir. Tavana kadar yükselen kütüphanenin yanındaki masada yemek yerken kendimi zaman tünelinden geçmiş gibi hissettiğim Festival 39 ve içeri girer girmez tavanda asılı sandalyeler ile dikkat çeken İtalyan mutfağından lezzetli makarnaları ile Trattorian Artisan Food ve sabahın serinliğinde bile turkuaz ve pembenin sıcaklığında kahvelerimizi yudumlarken mavi kadehlerde ışık oyunlarını seyrettiğimiz sevimli kış bahçesi Hirscher

Meydanda Braşov Tarih Müzesi ve saat kulesi (Muzeul de Istorie Brasov) var. Müzenin tam çaprazında ki sokak arasından Kara Kilise (Biserica Neagră ) göze çarpıyor. 

13. yy dan bu yana deprem ve yangınlar sonucu değişikliklerle günümüze kadar gelmiş olan bu kilisenin adının neden kara kilise olduğunu merak ediyorum doğrusu.

Öğrendiğime göre 1689 yılındaki büyük yangından sonra dış cephe duvarları kararınca kilisenin yeni adı Kara kilise olmuş. Daha birsürü efsane var ama inanın en gerçekçisi buydu. Kilise içinde ki org ve Osmanlı halıları dikkat çekici.


Yukarı doğru sokak aralarında dolaşmaya devam ederken daracık bir sokak (Strada Sforii) dikkatimizi çekiyor. Sokağın ortasında kollarımı iki yana açtığımda sanki kucaklar gibi duvara değebiliyorum. 120 cm eninde, 80 m uzunluğundaki bu sokağında bir hikayesi var elbet. 17.yy da itfaye çalışmalarına yardımcı olmak amacıyla açılmış ancak şimdilerde turistik bir mekan olmuş desek yalan olmaz. Fotoğraf çektirebilmek için sıra bekliyoruz.
 
Yola devam ederken Tiberiu Brediceanu Parkı'na çıkıyoruz. Karpat (Tâmpa) Dağlarının eteklerinden karınca misali yukarı çıkanları seyrederken azım açık kaldı. Neyseki yukarı teleferikle 3 dakikada çıkıldığını öğreniyorum. Içim rahat.

Braşov Karpat dağları arasında doğasıyla insanı büyüleyen harika bir yer. Çevrede çok fazla kayak merkezi var. Sinaia, Busteni, Azuga, Predeal ve Poiana Broasov bunlardan bir kaçı.

Baharda burası yeşilin binbir tonu ile çok güzel, eminim kışın her yer karla kaplıyken de yine güzel olur.

Çok yoğun bir o kadar da keyifli bir hafta sonu geçirdik. Ayrılık vakti geldiğinde sanki bir haftadır buradaymışız hissine kapıldım.

Gönlümden geçen yerlere gitmek için önce hayal etmem, istemem sonra niyet etmem gerekiyormuş daha sonrasında, zaman, yol, yöntem hepsi bir olup gerçekleşiyormuş yeterki gönüller bir olsun.

 
Braşov’da yeni kurulan dostluklara…

Sevgiyle …














0 yorum :

Katip Bartleby


Ayakkabının bağcıkları çözülmüş bağlar mısın?
Onlar özgür kalmayı hak ediyor anne. Bağlamamayı tercih ederim.

Ödevlerini yaptın mı?
Ödevsiz hayat çok rahat. Yapmamayı tercih ederim.

Çocuklarımın içine Katip Bartleby kaçmış benim haberim yok…

“Azimli bir insanı pasif direniş kadar çileden çıkaran bir şey yoktur. Direnilen kişi acımasız değilse, direnen kişinin pasifliğinin de bir zararı dokunmuyorsa , o zaman direnilen kişi, iyi günündeyse, sağduyusuyla çözemediği şeylerin üstesinden hayal gücünü şefkatle kullanarak gelmeye çalışacaktır.”

Herman Melville’nin kaleme aldığı Katip Bartleby gözüme ince gözükerek birinci sırada yerini aldı. Okumaya başlamamla daha ilk sayfalarda Katip’in “yapmamayı tercih ederim” cevaplarından ve avukatın çaresizliğinden empati misali çok etkilenmiş olmalıyım ki, bende “okumamayı tercih ettim.” Hal böyle olunca kitap da okunmamayı tercih etmiş olacak ki evin içinde kayıplara karıştı.

“sırtındaki solmuş ama derli toplu giysisiyle, acınası bir saygınlık ve koyu bir umutsuzluk içindeydi! Gelen, Bartleby idi.”


Yarın okul var saat 12.00 olmuş, niye yatmadın?
Yatmamayı tercih ederim.

Yemek hazır, herkesi sofraya bekliyoruuuum.
Sonra, ben şu an yememeyi tercih ederim.

Bu pasif direnişin sonu ne olacak, benim sabrım nerede patlak verecek merak ediyorum. Kitabın sonu beklediğim gibi sonuçlanmadı ama bu sona giden her adımı en ince ayrıntısına kadar öğrenmeyi çok istedim. Fakat Katip Bartleby bulunmayı hiç istemedi. Aramaktan vaz geçtiğimde kütüphanemin kitapları arasından bana gülümserken buldum onu.

“Onun bedenine yardım edebilirdim; ama ona acı veren bedeni değildi: acı çeken ruhuydu ve ben onun ruhuna ulaşamazdım.”

İzin vermedikleri sürece hiçkimseye yardım edemezsin demişti bir hocam. Bir yanda Katibin pasif direnişleri sonucunda ona hem acıyan, hemde öfkelenen avukatın çaresiz çırpınışları; diğer yanda kendine yapılan hiçbir teklifi kabul etmemeyi seçen, sadece çalışmayı değil yaşamayı da durduran Katip Bartleby.

Acaba avukat bu direnişe yeterince tepki verebilseydi, sonuç yine aynı mı olurdu? İşini kusursuz yapan bir katipken “yapmamayı tercih ederim” diyerek kime ve neye karşı pasif direnişe geçmişti? Düşündürücü…

“Nasıl da acınası bir arkadaşlıksızlık ve yalnızlık var gözlerimin önünde diye düşündüm birden. Yoksulluğu büyüktü ama yalnızlığı çok korkunçtu!”

19. yy ortalarında Wall Street’teki bir mühürdarlık bürosunda geçen, bireyin toplum kurallarına karşı gelişi, özgür irade, pasif dreniş gibi konuların işlendiği absurd edebiyatın öncülerinden “Katip Bartleby “ beni hem hüzünlendirdi, hemde düşündürdü.

“Gelin görün ki dar görüşlü kişilerin bitmeyen uzlaşmazlıkları, sonunda daha yüce gönüllü olanların en iyi kararlarını bile yıpratır.”

Okumayı tercih ederim
Sevgiyle Kalın




0 yorum :

Ateş Kırmızısı

“Güneş, tabiatın kendisi için biçtiği sürenin sonuna doğru yaklaştığından haberdar, İstanbul üzerine saçılmış ışıklarını toparlıyordu eteklerine ağır ağır.”

Cuma günü, öğle vaktinden önce Galata köprüsünün köşesinde heyecanla bekliyorum. Beyaz atları üzerinde üniformalı alay kumandanı ve subayların bayraklarla Galata Köprüsü üzerinden ihtişamlı geçişini…

Beyazıt tarafından gelen top sesinin hemen ardından gelmesini beklediğim naralar eşliğinde yalınayak koşan tulumbacılarla bende koşuyorum, yangına ...

Yenikapıda önce mezelerin kokusu geliyor burnuma sonra mastikanın…

İstanbul’u adım adım geziyorum bir ressamın gözünden.

“Constantinopoli bir fener balığı gibidir, sinyor. Seni başının üzerindeki ışık saçan tuzağıyla aldatır, derinlere çeker “

Orhan Bahtiyarı’ın yeni romanı Ateş Kırmızısı, İtalyan ressam Fausto Zonaro’un İstanbul daki yaşamı, kurduğu dostlukları, o dönemdeki İstanbul’un sosyal ve politik hayatını anlatıyor.

“Her ne kadar dilini öğrenmiş de olsa hala yabancı olarak kabul edildiği bu ülkede, endişelerinin gerçeğe dönmesi an meselesiydi. Maharet, akmakta olan nehrin suyunun önünde durmak değil, nehrin yatağını değiştirmekteydi.”

Ressam Zonaro’nun ilk İstanbul’a gelişi ve tablolarını satma çabası. ile başlayan macerası Saray Ressamı ünvanını alması ve çeşitli nişanlarla II.Abdülhamid tarafından ödüllendirilmesine kadar sürüyor.

Fausto Zonaro’yu dünyanın tanıması sokak sokak resmettiği İstanbul sayesinde olurken, bizlerin o dönmedeki İstanbul sokaklarını tanıması Zonaro sayesinde oluyor.

Ressamın renklerle anlatmaya çalıştığı, sessiz resimlerin dile gelmiş hali, Ateş Kırmızısı…
Betimlemeler ve akıcı anlatım sayesinde kendinizi bir anda İstanbul sokaklarında tulumbacılarla koşarken, sandığı elden ele omuzlarken bulabiliyorsunuz yada onların meşhur sandık tutulma kavgalarının içinde…

Bir sayfada Saint Esprit Kilisesi’nin yer altı mezarlığında adım adım ilerliyorken başka bir sayfada Ayasofya’nın yer altı dehlizlerinde ilerliyorsunuz.

Bir bakmışsınız güzel bir günde Osman Hamdi ile palamut avlamaya denize açılmışsınız

Bir bakmışsınız Yıldız Sarayın bahçesinde zümrüt yeşili gözleri resmediyorsunuz.

Hangi sayfada nerede olacağımı kestiremeden Ressam Zonaro’nun renklerle anlatmaya çalıştığı İstanbul sokaklarını Orhan Bahtiyar’ın kalemiyle satır satır dolaşıyorum.

Her okuduğum satır bir sonraki için merak uyandırıyor bende, araştırma isteği oluşuyor. Anlatılan İstanbul olunca bu merak ister istemez katlanarak büyüyor.

Ressam Zonaro’un eserlerinden bazıları Dolmabahçe Sarayında sergileniyor. Ancak güzel olan, Ressamın tablolarının hepsini eşi Elisa fotoğraflamış ve bir defterde, Ressam Zonaro’un İstanbul’da kaldığı 1894-1910 yılları arasında kimlere hangi tabloları sattığını tek tek kaydederek müthiş bir arşiv oluşturmuş.

“Müzeler ve kütüphaneler, karanlığı aydınlatan fenerler gibidir ve o fenerleri birilerinin taşıması gerekir. Bir el yorulduğunda görevi devredecek başka bir el bulamazsa o fener söner gider. O fenerin sönmemesi de eğitimle mümkündür.”

Ateş Kırmısı’nı okurken bölüm aralarında İstanbul sokaklarının, ve tarihi binaların resimlerine rastlıyorum. Bu çok özel çizimler Mimar ve Ressam Can Ersal’a ait.

Zonaro’nun paletinden Ayasofya’nın arka sokaklarına uzanan keyifli bir yolculuk dileğiyle…

Bu yazı Martı Dergi'sinde yayınlanmıştır




0 yorum :

Ertuğrul Fırkateyni ve Sakura


Hava birden soğudu, gökyüzü siyaha dönmek üzere.

Yavaştan başlayan yağmur giderek şiddetini arttırırken, ıslık çalan rüzgar kayaları döven dalgalara eşlik ediyor.

Dev dalgaların arasında son çırpınışlarını veren fırkateyn suya gömülürken acı çığlıklar göğe yükseldi.

Kimbilir kaç bulut geçti, kaç mevsim değişti. Denizler tanrısı Poseidon daha kaç kere kızdı da denizleri alt üst etti.

Kaç çocuk babasını özleyerek uyudu, Ertuğrul Fırkateyn’i Kushimoto açıklarında okyanus sularına gömüldüğünden bu yana…

II Abdülhamid, Japon heyetinin İstanbul’u ziyaretine karşılık 1890 yılında hediyelerle birlikte Japonya’ya bir gemi gönderir.

Geminin kumandanı Mirliva Osman Paşa bu gemiyi İstanbul’dan Japonya’nın Yokohama Limanı’na 11 ay da getirmiş. getirmesine ama şimdi dönüş için değil 11 ay, 11 günleri bile yoktur.

Japonya, kazadan sağ kurtulan 69 denizciyi ve ölenler için topladıkları yardımı Askeri gemi ile birlikte İstanbul’a gönderir. Ve Japonlar, Kushimoto da Ertuğrul Fırkateyn’i adına bir Şehitlik anıtı ve müze inşaa ederler. Güzel olan, her yıl anıt önünde anma törenlerinin yapılması.

Kushimoto’da 1974 yılında inşa edilen "Türk Müzesi"nde Ertuğrul Fırkateyni’nin maketi, gemideki asker ve komutanların fotoğrafları ve heykelleri bulunmaktadır.

Tüm bunların, baharın müjdecisi, kısa hayatların ve ani ölümlerin simgesi; hem hayatın güzelliklerini ve yaşama sevincini hem de hiç umulmadık bir anda ölümün gelebileceğini hatırlatan Sakuralarla ne ilgisi var diyeceksiniz?


Baharda, 7 ile 10 gün süren bu kısa ömürlerini fotoğraflamak için gittiğim Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi’nde Sakuraların arasında rastladım Ertuğrul Fırkateyn’i anıtına.

Öğrendim ki Japon Sakura Vakfı, bu facianın 115. yılında Ertuğrul Fırkateyn’inde ki denizcilerin anısına her biri için sakura ağacı hediye etmiş.

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi’nde Ertuğrul adası var ve bu ada da 527 Sakura ağacı. Anıtta tüm mürettebatın adları yazılı, ayrıca her ağaçın altında minik plaketlerde o ağacın hangi denizciye ait olduğu…

Sakuralar tüm dünyada barışı ve dostluğu simgelermiş. Ağaçlardan yerlere düşen taze sakura çiçekleri arasında gezinirken, fırtınaları, denizcileri, iki ülke arasındaki dostluğu, saygıyı ve sevgiyi yüreğimde hissettim.

Baharın gelişiyle hayata yeni bir başlangıç yapmak, yine yine yeniden yaşama sarılmak için çok sebebim var

“İnsan doğayla bütünleştiği oranda doğru davranır” demiş Lao Tzu , "Tao Yolu Öğretisi"nde

Sevgiyel kalın, doğada kalın.


Bu yazı Martı Dergi'sinde yayınlanmıştır.










0 yorum :