Yeniden Masal Şehrinde...





Cam kenarında olmama rağmen gözüm koridorda, hosteslerin gelmesini bekliyorum, içim içime sığmıyor. Çantamda hazırlıklar tamam, telefonum uçak modunda fotoğraf çekmek için bekliyor. Nihayet hostes elindeki pastayı bize doğru uzattı. Tabii ben hemen Happy Birthday yazan taçları çıkardım çantamdan. Kız kardeşim heyecandan şaşkın inanmıyorum diyip duruyor. Ben her saniyeyi kaçırmadan fotoğraflıyorum. Gülüşmeler ve şakınlığın ardından ikimizde poz vermeyi ihmal
etmiyoruz…





Evet, 38 bin feet de doğum günü kutlaması. Birazdan kaptan pilotun anonsunda duyuyoruz doğum günü çocuğunun adını, alkışlar eşliğinde.

Pegasus Havayolları doğum günü pastasını organize ediyormuş diye okumuştum. Uçuşumuz tam da doğum gününe rastlayınca bu fırsatı kaçırmak istemedim. 

İlk kutlamayı yaptığımız 38 bin feet’den sonra günün kalanını Masal Şehri yada diğer adıyla Prag’da geçireceğiz. Kutlamalara devam...




Prag deyince hep aklıma Kafka geliyor. Dönüşüm, Dava, Milena’ya Mektuplar…

Bir de Nazım Hikmet ...

Müzenin bahçesinde otururken, gişedeki memurla yaptığımız küçük sohbet geliyor aklıma. Bana verdiği haritayı açıyorum baştan sona Kafka… 

Okuduğu okullar, kaldığı evler, çalıştığı iş yeri, katıldığı dernekler ve tiyatrolar, sosyal yaşam merkezleri gazinolar, Dava, Yargı, Dönüşüm... adlı romanları yazdığı evler ve dolaştığı caddeler, büstünün ve heykelinin olduğu sokaklar kısacası Franz Kafka’nın Prag’ı…







Kafka Müzesi’nin çevresindeki sokaklarda  dolaşırken yol kenarında birikmiş bir kalabalığa rastlıyoruz. Önce bir anlam veremediğim bu kalabalığa yaklaştıkça konuşmalardan anlıyorum ki meğerse Avrupanın en dar sokağının (Narrowest Street)  önünde yeşil ışık yanmasını bekliyorlarmış. Yanlış duymadınız sokak tek kişinin geçebileceği darlıkta karşıdan gelen olursa geçmek için bir milim yer yok.  Zaten bu merak öldürecek, bir kediyi bir de bizi. Bizde sıramızı bekliyoruz aşağı sokağa iniyoruz ve tabi nehir kenarında biraz bakındıktan sonra tekrar aynı sokakta  ışığın yeşile dönmesini bekliyoruz.  Dikkat kırmızı ışıkta  geçmek yasak  


Gün bitmeden bir süpriz daha yapmak istiyorum. Çek’lerin en meşhur çorbası Bramboračka ‘nın tadına bakmak ve mini bir pasta ile – tabi ki bu sefer yerde- doğum gününü kutlamak için Kafe Slavia’ya doğru gidiyoruz. 


Narodni Divadio ( Ulusal Tiyatro )‘nun tam karşısında bulunan Café Slavia 1881 den beri hizmet veriyormuş ve vakti zamanında şairlerin, yazarların, entellektüelerin buluşup fikirlerini tartışabilecekleri bir mekan olarak ün yapmış. Duvarları dünyaca ünlülerin fotoğraflarıyla dolu. Nazım Hikmet’in Parg’ta kaldığı süre içerisinde buraya uğradığını okumuştum. İçeri girer girmez fotoğrafını arıyorum duvarlarda… 
...
Prag'da ay doğuyor limon sarısı
Faust'un evi önünde duruyorum,
Çalıyorum açılmaz kapıyı gece yarısı...

Nazım Hikmet Ran

Prag’da günün nasıl geçtiğini anlamadık bile sanki açık hava müzesinde gibiyiz. Astronomik saat kulesinin karşı sokağından giriyoruz, kaybolmak için…

Her adımda başka bir güzellik göze çarpıyor. İçi kadar girişin heybeti ile çarpıcı Clam Gallas Palace sanat galerisi; dünyanın en görkemli 10 kütüphanesinden biri olan, 1722’de açılan Klementinum kütüphanesi; geçici sergi yerindeki Oyuncak Müzesi, (Toy Museum); Madame Tussauds Balmumu ve Heykel Müzesi (Wax Museum); dünyanın yeni gözdesi Apple Müzesi (Apple Museum) ve LEGO müzesi (Lego shop and Brick Museum) 


Tüm bunların yanı sıra Prag’a her geldiğimizde sokaklarda dolaşırken rastladığımız bankta oturan bir adam var. Yıllar onu hiç değiştirmemiş, sohbete başladığımız yıl 2006 – 2011 ve yıl 2017 kaldığımız yerden sohbete devam ediyoruz.

Farklı tatlarda biralarıyla olduğu kadar lezzetli yemekleriyle de ünlü Prag sokaklarında dolaşırken kokusu ile bizi cezbeden Trdelnik’i elmalı mı? Kremalı mı? Yoksa sade mi? Yemeli mi? Yememeli mi? 

Bir, üç gün daha kalırsak şeker komasına gireceğiz. Bu kadar tatlı benim bünyeme aykırı… 






Prag’ın gündüzleri gibi geceleri de büyüleyici. Astronomik saat kulesinin seronomisini dinledikten sonra Hybernia Operası’nda (Dıvadlo Hybernia) Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü (Swan Lake) bale gösterisine gidiyoruz. Eeee tabi balerin bir kız kardeşe sahipseniz ve klasik müzik hayranı iseniz bu seyahatlerin olmazsa olmazı Opera ve Bale gösterileri. 





Prag’ı bu sefer bir başka gezdik. Bu gezide, çilekli pasta tadında, bol süprizli, biraz dans, biraz şiir, biraz bale, bolca point denemeleri, oyuncaklarla dolu birden çok oda, Astronomik saatin sesi ve Kafka’nın el yazısıyla Milena’ya mektupları vardı. 


İyi ki doğdun, gezgin gezi arkadaşım, sırdaşım, kreatörüm, moda danışmanım, yaratıcı, yetenekli organizatör, birbirimize destek olduğumuz kan kardeşim, ablam, hayata bakış açımı genişleten güzel kadın, İyi ki varsın, sen hep hayatımda ol…





Meraklısına not : Bir önceki Prag ve Karlovy Vary gezi yazısına buradan ulaşabilirsiniz. 








0 yorum :

Sicilya

Dört günlük bir ada macerası bizimkisi

Teatro Massimo

Sabahın ilk ışıkları, dilini bilmediğimiz bir memlekette ortak bir dilde anlaşarak arabamızı kiralamaya çalışıyoruz.  Her kafadan bir ses çıkıyor, uzun uğraşlar sonrası yeni arabamıza kavuşuyoruz. 6 kafadarın, 4 günlük bir ada macerası bizimkisi.

Yolda olmak hissini seviyorum. Farklı kültürler, farklı mekanlar, ilginç yemekler, büyüleyici manzaralar…

Yaklaşık 2,5 saat sonra Palermo’ya varıyoruz. Herkes dersini çalışmış. Nereleri gezmeli? Ne almalı? Nerede, ne yemeli? Ne içmeli? Yol güzergahı, otel …

Gezilecek yerler arasında bir yer var ki, içeri girip girmemekte tereddütteyim.

Cappuccini Manastırı hakkında birşeyler okurken o kadar da ürkütücü gelmemişti. 1599 da ölen rahibi mumyalayarak, manastırın altına -oyarak oluşturdukları yeraltı mezarlığına– yerleştirirler. Uzun seneler sonra mumyanın hala bozulmadığını görünce de bu manastırın gizemli bir koruyucu güce sahip olduğunu düşünürler. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ve artık ölen her rahip ve asillerden kadın, erkek, çocuk herkes mumyalanarak buraya konur. Taa ki Manastırın altında yer kalmayıp devlet tarafından yasak konana kadar. 

Capuchins Manastrı
Önceleri, böyle gizemli bir Manastırı gezmek fikri ilginç gelmişti. Ne olabilirdi ki? Alt tarafı bir kaç mumya görecektik. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bir tane görmüştüm. Lahitin kapağı aralıktı ve mumya gözüküyordu. Hiçte o kadar korkunç değildi.

Fakat mahsene doğru merdivenlerden inerken attığım her adımda içeride tanımlayamadığım kimyasal bir koku yükselmeye başladı. Koridor boyunca yerden tavana kadar dizi dizi sıralanmış, üzerlerinde ki giyimlerinden rahip yada soylu kişiler olduğunu anladığım yüzü gözü yok olmuş vücutlar asılıydı. Buranın bir müze olduğu mantığını kabul edersem gezinin sonunu getirebilirim diye düşündüm. Ama o koku beni mahvediyordu, ben hızlı bir turla guruptan ayrılarak dışarı çıktım. 

Kendi kendime söylediğim ilk şey cennet gibi bir adadayız ve ilk gün geldiğimiz noktaya bak. Aklımıza bile getirmediğimiz “Ölüm” hayatımızda her zaman var. Hiç aklımızdan çıkmayan “Yaşam” sonsuz olsun istiyoruz.

Çıkıştaki dükkandan tüm Sicilya adasında ki gezilecek yerleri anlatan bir kitap aldım. An’da kalmalıydım.  (Burada kısa bir not düşmek isterim. İçeride fotoğraf çekmek yasak, zaten duvarda asılı olanları görünce aklınıza bile gelmiyor. Ben bu fotoğrafı "Art and History Sicily" adlı kitaptan aldım.) 

Cappella Palatina
Neyse ki, 1132 yılında inşaata başlanan, Bizans Mimarisinin ön planda olduğu altın kaplamalı süslemeleriyle ve bu ihtişamın yapılması için inşaatın 8 yıl sürmesi ile üne kavuşan Platin Şapel (Cappella Palatina) güzelliğiyle biraz olsun içimi ferahlattı. Bu arada Cappella Palatina’nin UNESCO Dünya mirası listesinde olduğunu öğreniyorum.

Palermo, bir liman kenti. Tarihi dokusunu bozmamış, dar sokakları kadar geniş caddeleri ve meydanları, bir çok tiyatro salonu ve hemen hemen her binanın üzerinde bir hikayenin anlatıldığı heykellerden oluşan figürleri var.

Teatro Massimo

İtalya'nın en büyük ve Avrupa'nın üçüncü büyük opera salonu olan Teatro Massimo gecenin karanlığında gizemli ışıklar altında parlarken, büyülenmemek elde değil. 

Ertesi günü güneşin tılsımı ile içeriyi gezerken her halinin bir başka güzel olduğuna karar verdim.

Palermo sokakları güzel mimarisiyle göz doldururken, bir şehri hem gece hem de gündüz gezme şansını yakaladığım için kendimi şanlı hissediyorum.


Öğlene doğru Palermo’dan yola çıkıp, önce Cefalù ardından Messina’ya uğrayıpda Catania‘ya vardığımızda, havanın kararmasına aldırmadan ilk işimiz şehrin merkezindeki meydanı ve çevresini keşfetmek oldu.

Cathedral of Sant'Agata
Piazza Duomo ‘da Saint Agatha Katedrali (Cathedral of Sant'Agata), Fil Sarayı (Palazzo degli Elefanti), Amenoa çeşmesi (Fontana dell'Amenano) ve hemen karşılarında ortada duran Fil Çeşmesi (Fontana dell'Elefante) …

İşte, sonunda karşımızda! Fotoğraflardan gördüğümüz, hakkında çokça efsane bulunan Fil figürlü bu çeşme hiyeroglif yazılardan ve Mısır tarzı figürlerden oluşuyor.

Üzerindeki siyah fil, lav kayasından oyularak yapılmış. 1669 ve 1693 yıllarında meydana gelen Etna’da ki patlamalar ve depremlerden sonra kentin tarihi kalıntılarınında kullanıldığı yeniden doğuşun simgesi olarak inşaa edilmiş. 

Efsanelerden birine göre şehri kötülüklerden koruyor.

Sabahın ilk ışıkları ile yine meydandayım, günün telaşlı koşturması başlamadan, meydanı boş bulmuşken fotoğraflar çekiyorum. Bir gece önce göremediğim bir detay gözüme çarpıyor. 

Sant’Agata Katedralinin yanındaki Via Vittorio II caddesinin köşesinden, şehir içinde turlamak için mini trenler kalkıyormuş hemde Turist danışma ofisinin önünden. Bunu kafamın içinde bir kenara not ediyorum, bu hakkımı Etna’nın Silvestri kraterine çıktıktan sonra şehre döndüğümüzde kullanacağım. 

Silvestri Krateri

Dünyanın dördüncü, Avrupa’nın birinci etkin yanardağı olan Etna’nın izin verilen bölümüne kadar araba ile gidip kısa mesafe bir yürüyüşle küçük kraterlerinden biri olan Silvestri kraterine varacağız, plan bu.

Dağın eteklerinden yukarı doğru tırmanırken yemyeşil doğa bizi karşılıyor.  Evler , meyve - sebze bahçeleri, üzüm bağları… Hepsi bu potasyum ve fosfor yönünden bereketli topraklarda yetişiyor. Yanardağın eteklerinde yaşayan 18 köy varmış.

Silvestri kreter bölgesine yaklaştıkça, tepelerinde kayaklar takılı arabaların sayısı artmaya başladı. Daha ileride teleferik önünde ellerinde kayaklar çoluk çocuk sıra bekleyenleri görünce ince montla geldiğimize pişman olduk. Ne yapalım biz de Silvestri kreteri ile yetineceğiz artık.


Havanın soğuk ve yağmurlu olmasına aldırmadan krater çevresinde dolaşıyoruz, bizim gibi dolaşan kişi sayısı çok, Çevreden minik krater taşları topluyorum hatıra olarak. Arabayı park ettiğimiz alana yakın hediyelik eşya dükkanına girdiğimde Lav taşlarından envai çeşit objelerle karşılaşıyorum, her biri ayrı bir sanat eseri.

Biraz içimiz ısınsın, gün batımında Taormina’da akşam yemeği ile noktalamak güzel olabilir.

Gezi boyunca hep mi pizza yenir? Yenir valla! Pizza, bruschetta ve Cannoli Siciliani tatlısı dört gün boyunca benim olmazsa olmazımdı.


Zaman zaman yağmurlu, arada bir kaybolmalı, adada zamanın çoğu yollarda geçse de arabada geçen zamanda şoför hariç herkes yola karışsa da keyifli bir dört gündü. 

Bir dahaki sefere bahar döneminde gelmeyi dileyerek adadan ayrılıyoruz.

































0 yorum :