Yalancılar ve Sevgililer


Kendimi bir anda Vlasia Ormanında buluyorum. Soluk soluğa koşuyorum korku içindeyim, dört nala koşarak arkamdan gelen ata bile bakmıyorum. Bir el uzanıyor ve beni atın üstüne çekiveriyor. Veee uyanıyorum.

İlk aklıma gelen at beyaz mıydı? Amaaan niye dikkat edemedim, acaba atın üstündeki kimdi? 

Diye debelenirken, yastığımın kenarında en son okuduğum romanı buluyorum. Tabi ya attaki Fatih Sultan Mehmed'di. Muhtemelen beni kovalayan da Vlad Tepeş nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda. İyide benim suçum neydi?

Kitapları yatmadan önce okumayı bırakmalıyım. Gece rüyalarıma giriyorlar. Bir sonraki gece muhtemelen Bran Kalesi’nde ki Durakula şatosunda vals yapıyor olacağım. Tam da Drakula beni ısırırken uyansam iyi olacak…


Aşk bir sihir gibidir. Hataları gölgeler ama kapatamaz. Bir süre sonra senin gerçeğinle yüzleşen, kaçacak delik arar. Peki, neden insan aşık olduğu insanı değiştirmek, kendine benzetmek ister, biliyor musun? Çünkü insan en çok kendini sever.

Sevgililer mi yalancı? Yalancılar mı sevgili? İşte onu bilemiyeceğim. Gülşah Elikbank’ın kaleminden, bir çırpıda heyecanla okuduğum, ancak okuduğumda aşkla başlayan ama sonra gizem, macera, fantastik bir serüven zaman zaman gerilim, biraz psikoloji biraz tarih, az biraz felsefe ve nihayetinde yine aşk ile biten bir roman Yalancılar ve Sevgililer…

Hayat aynı yerde, bir kadının rahminde başlayıp, aynı yerde, soğuk bir toprağın içinde sonlanırken neden hepimiz bambaşka hayatlar yaşıyoruz?

Okuyucuda merak ve macera ruhunu tetikleyen bir çekiciliği var bu romanın. Eş zamanlı kurgulanmış olayların kahramanları biraz tarihten biraz bizden. 

Bir bakmışsın tarihin derinliklerinde Fatih Sultan Mehmed ile Vlad Tepeş arasındaki çekişmeyi ve adım adım yalnızlığın içinde boğulurken canileşen Vlad Tepeş'in hikayesini okuyorsun. Bir bakmışsın  ilk aşkını yitirmiş, yönünü kaybetmiş bir genç kadın ile çocuk yaşta cinsel istismara uğramış yaralı bir kadının ortak hikayesini okuyorsun. 

Olaylara geniş açıdan bakarak okumak, okumayı daha anlamlı hale getiriyor  ve farkediyorum ki  eş zamanlı kurgu zor iş doğrusu. Aklıma Gülşah Elikbank'ın Egoist Okur ile yaptığı röportajda söyledikleri geliyor. 

Düne bakarken bugünü iyi anlamalı, bugünü yazarken mutlaka dünü bilmeli ve geleceği az çok sezebilmelisin. Zamanın kelebek etkisi diye bir şey var, yüzyıllar önce yaşanmış her olay bugünün de belirleyicisi ve bizler en ilkel atalarımızın bile mirasını taşıyoruz genlerimizde."

Gülşah Elikbank’ın kaleminden Yalancılar ve Sevgililer’i okurken tarih yapraklarının arasında geziniyorum ve bugünkü bir maceraya ulaşıyorum. Romanya’da Bükreş sokaklarında geziyor ve Drakula şatosuna giriyorum. Bu hayallerde kalmamalı diye düşünürken bir fikir beliriyor aklımda ve sevinç kaplıyor içimi acaba bana Romanya seyahati mi gözüktü?

Gölgemiz geçmişte, kalbimiz şimdi de, gözümüz gelecekte olsun.”

Sevgiyle Kalın


























0 yorum :

Bologna





Akrep yelkovanı son hızla kovalarken, geç kalacağımızı düşünmenin heyecanı ile kalbim iki katı hızla atıyor.

1800’lü yıllardan kalma olduğunu düşündüğüm Milano Central Station’nın heybetli ihtişamına kapılıyorum.

Binanın içine girdiğimde gözlerimi alamadığım tavan süslemelerini bir fotoğraf gibi hafızama kazıyorum. 

Milan Cenral Station
Adımlarım peşi sıra birbirini kovalarken attığım her adımda 50, 100, 150, 200 yıl birden değişim gösteren bir zaman makinesinde gibiyim…

21. yy hızlı trenine bindiğimizde perondaki tek eksiğimiz elinde gül ile bizi uğurlayan bir sevgiliydi.
1,5 saatlik bir yolculuk sonrası Bologna’ya vardık.


Camdan manzara seyretme fırsatım oldu fakat ne yalan söyleyeyim görüntü çok net değildi, hızlı teren cidden hızlı…

Bologna tren istasyonu eski şehir merkezine yürüme mesafesinde. Sabahın erken saati meydanı boş bulduk, bol bol fotoğraf çekiyoruz.

İlk işimiz en zoru başarmak, 12. yy dan kalma iki kuleye çıkmak. (the two towers Asinelli and Garisenda).

12. ve 13. yy da zengin ailelerin yaptırdığı kuleler saldırılar sırasında savunma amaçlı kullanılmış. 180 den fazla yapılan kuleden, bu güne kalanlarla yetineceğiz biz malesef. Asinelli kulesi 97m ve Garisenda Kulesi 48m

 
Asinelli Tower

Biz önce Asinelli Kulesine çıkıyoruz. Kule gözüme çok yüksek gözükmüyor nedense, iş merdivenleri tırmanmaya gelince nutkum tutuluyor, dizlerim isyanda. Bu çıkışın birde inişi var. En azından tepeye çıktığımızda güzel manzarada bir iki fotoğraf çekip soluklanıyoruz. İniş bir felaket merdiven dar ve yukarı çıkan sayısı artmış. Birbirimize yol vere vere iniyoruz. Bu yorgunlukla Garisenda kulesini aşağıdan selamlıyorum.

Benim gezilerdeki şansım kızkardeşim, Araştırmış bulmuş, kuleden iner inmez sağ köşesindeki Gelateria Gianni’den Ricotta’lı dondurma ile yorgunluk attıyoruz.

Fountain of Neptune

Kulenin diğer karşı köşesinde Pasajın içinde yer alan Roxy Bar ‘da kahvelerimizi yudumlarken yediğimiz nefis tatlılarla enerji topladık. Geziye kaldığımız yerden devam.

Piazza Maggiore meydanındaki Neptün Çeşmesi’nin çevresi kalabalıklaşmaya başladı, iyiki sabah fotoğraf çekmişim. Kuşlar ve insanlar çeşmeyi sarmalamış.

1567 de yapılmış çeşmenin bir özelliği de dünyanın dört büyük nehrinin (Ganj, Nil, Amazon ve Tuna) simgelendiği yarı insan yarı balık bronz heykellerin bulunması.

Neptün Çeşmesinin hemen karşısında bulunan Salaborsa Kütüphanesine giriyoruz alt katı arkeoloji müzesi.

Piazza Maggiore de Salaborsa Kütüphanesinden çıkınca karşısında bizi bekleyen kırmızılı mavili mini trene atlıyoruz. Oldum olası severim bu oyuncak gibi gözüken trenleri.

Bir saatlik bir şehir turu yapıyoruz, Basilica di Sun Luca‘ya kadar çıkıyor. 12. yy da yapıldığı sanılan bu Basilica yıllar geçtikçe ilave edilen binalar ve yapılan tadilatlarla bu günkü halini almış. Şehrin en tepesinde yer almasına karşın yaz yada kış herkes rahatlıkla gelebilsin diye yapılan yolun üstü kapalı.

Biz trenle yanlarından geçerken yürüyen insanları görüyoruz. Biz enerjimizi kulelere tırmanırken harcadığımız için şuan trende olmaktan çok mutluyuz.

Library of Archiginnasio

Bir sonraki durağımız Piazza Galvani meydanındaki günümüzde Archiginnasio Belediye Kütüphanesi (Biblioteca comunale dell'Archiginnasio) olarak kullanılan bina. Aslında 16.yy da üniversite olarak inşaa edilmiş. Hukuk, felsefe, tıp, matematik, fizik ve fen bilimleri bölümlerinden oluşan bir üniversite.

Anatomikal Theater
Anatomik Tiyatro diye anılan Üniversitenin tıp okutulan salonunu geziyoruz. 

Binada tavan, duvarlar ve tabanın her biri ayrı sanat eseri rengarenk süslemelerle dolu.

Anatomik tiyatro ise bunun aksine sadece ortadaki masa görünümlü  mermerin dışında her yer; tavan, duvarlar, sıralar ve taban dahil ahşap kaplama. Tavanda ve duvarda yapılan her heykel ahşaptan yapılma.

Bugün müze olarak kullanılan bölümlerin dışında kütüphanesinde çok değerli kitaplar, yaklaşık 35.000 el yazması ve incunabula bulunuyor. (1500 yılından önce Avrupa da basılmış kitap)


Bologna da sadece sebze meyve, balık ve çiçek satan dükkanların olduğu dar sokaklarda gezinirken gün hiç bitmesin istiyorum. Ancak akşam treni ile Milano’ya dönüyoruz. Bu keyifli gezi sadece bir gün sürsede hafızamızda bir ömür sürecek gibi gözüküyor.


0 yorum :

Çeyiz Sandığı


Evlenirken kim hangi çeyizleri getirdi yeni evine diye sorsalar, heralde madde madde sayarız. Beyaz eşyadan başlayıp, dantel masa örtüsü takımlarında biten uzun bir liste olur elimizde.

Aslında biz çeyizi doğduğumuz günden itibaren usul usul hazırlıyorduk kendimiz için.

Evde gördüğümüz her davranış, duyduğumuz her güzel ve kötü sözler, yaşadığımız olaylar, evde ailemizin anne ve babamızın davranışları, babaanne, dede, anneanne gibi tüm aile büyüklerinin evdeki davranış modelleri.

Biz bunları aldık, gözlemledik, duyduk, hissettik, kodladık ve şimdi kullanma zamanı deyip, evlendiğimiz kişinin üstüne boşaltık. E tabi birde buna egolar eklendi. İşte size çeyiz…




İlişki iki kişilik bir olaydır

Ebru Tuay Üzümcü’nün kaleminden “Çeyiz Sandığı” Babaanneden toruna mutlu bir evlilik için öğütler ön planda olsa da, aslında hayatı daha anlamlı coşkulu yaşamak isteyen, eş, kardeş, dost ilişkilerini düzeltmek mutlu olmak isteyenler için yazılmış. Hayata dair her şey…

Babaanne torun üzerine kurulmuş sıcacık bir dostluk, dede ve babaannenin hayatın tüm zorluklarına karşılık sevginin gücünü kullanmış olmaları… imreniyorum

Birbirimizi kendimize benzetmeye çalışmadığımızda, sevgi yerçekimi gibi oluvermişti, bizi ayakta tutan, dengede tutan bir kuvvet. O zamana dek birini sevince onunla aynı fikirde olmamız gerektiğini sanırdım. O bana sevmenin anlamakla bir olduğunu öğretti. Bir gün beni artık istemesen de, ben senin iyi ve mutlu olmanı istemekten vazgeçmem, çünkü bu senin değil, benim kim olduğumla ilgili.”

 

İnsan olmaya dair ilişkiler üzerine sohbetleri okurken kendi çocukluğuma gidiyorum. Hayatımdaki insan ilişkilerinin taaa en başına, kurduğum dostluklar, çocukluk arkadaşlarım, okul arkadaşlarım, ailem, anneannem, babaannem, dedem, evliliğim, çocuklar…

Ve bu salı İstanbul Oyuncak Müzesi’nde Yasemin Sungur’la Kitap İle Sohbet de Ebru Tuay Üzümcü konuk oluyor ve biz “Çeyiz Sandığı”nı aralıyoruz, içinden birer birer dökülüyor duygular söz oluyor, dalga dalga yayılıyor.

Eşi Levent Üzümcü’nün de katıldığı bu güzel sohbet, zaman zaman düşündüren, zaman zaman güldüren haller alıyor, kitabın satır aralarında gezinmemizle son buluyor. Hiç bitmesin istediğimiz bu sohbet kitapların imzalanması sırasında kısa kısa içten, samimi devam ediyor. Sevgiyle …

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.




0 yorum :

Sizin Hiç Maviniz Var Mı?


Bir annenin en büyük zaafı ve aynı zamanda en güçlü yanıdır çocuğu.

Gece yarısı nefes alışındaki düzensizlikten bir terslik olduğunu anlamam uzun sürmedi, ilk deneyimden sonra uykuların en hafifini uyudum hep.

Apartopar acile koşmalar, iğneler sonra, geceden sabaha hastenelerin değişen yüzünü görmek. Sıkıntılı dönemlerdi onlar. Çocukların hastalanması daha çok acı veriyor bana.


Herkes kendi yaşadığını bilir, hep zor gelir. En zoru o yaşıyor sanır. Biraz gözümüzü açınca çevreyi biraz süzmeye başlayınca anlarız daha da zorların olduğunu. Halimize, elimizdekine şükrederiz. Uzun zaman önce şükürlerimi çoğalttım, söylenmelerimi azalttım bu hayatta.

Sizin hiç maviniz var mı? Özge Uzun’un kaleminden, anneliğin hikayesi, onun ve oğlu Dağhan’ın hikayesi.

Çoğu zaman hayatında tökezlenip düşsede umudu hiç yitirmeyen bir annenin hikayesi…

İlk beş yılda altı operasyon, ağrılar, acılar, iyileşmeler rehabilitasyonlar…

Umut, hiç bitmeyen umut… Onlar yaşarken koca yedi yıla sığdırdıkları minik Dağhan’ın hikayesini ben yedi saatte okudum. Okudum ama 70 yılda çıkmaz bu hikaye içimden benim.

Özge Uzun’un bir dileği var, İleride bu kitabı oğlu Dağhan’ın okuyabilmesi. Tabi bir de bu kitabı şimdi okumasını istediği kişiler var.

Bu kitabı en çok erkekler okusun istiyorum…

Kadınları anne olduktan sonra anlamakta güçlük çeken, onlardan uzaklaşan, doğan bebekle beraber onları yalnızlığa iten erkekler


Bu kitabı en çok önyargıları olanlar okusun istiyorum…

Her yaşananın altında bir bit yeniği arayan, “vah vah” ile başlayıp “ama” diye devam edenler…

Bu kitabı hayatta kötü şeylerin hep kendilerinin başına geldiğini düşünenler okusun istiyorum.

Bu kitabı şükretmiyi gerçekten bilmeyen, en ufak sorunları kocaman yapan, sahip oldukları mucizelerin farkına varamayan anneler okusun istiyorum…


İçten, samimi, tamamen kendi içinde yaşadıklarını en salt haliyle yansıtan, bir annenin hikayesi Sizin Hiç Maviniz var mı?


Bu yazı Ben Kadınım'da yayınlanmıştır





0 yorum :

Milano


Yıl 1893 yer La Scala Operası. Bu gece Verdi’nin, Shakespeare'in oyunlarından uyarlayarak hazırladığı son operası Falstaff’ın prömiyeri var. 

Alt salonda erkekler smokin, kadınlar uzun ve abartılı elbiseler giymişler, gösterinin başlamasını bekliyorlar. 

Biz ise bundan yaklaşık 120 yıl sonra salonda yerimizi aldık. Falstaff Operasının başlaması için sabırsızlanıyoruz. Bulunduğumuz yerden gördüklerime inanamıyorum. Gözlerim beni yanıltmıyorsa alt salonda smokin ve tuvalet giymiş seyirciler oturuyor. Yüzlerce yıl sonra bile gelenek değişmemiş.


İtalya’nın kuzeyinde, bir kültür şehri Milano’dayız. Milano’ya gitmeye karar verdiğimiz tarih aralıkları için uçak biletinden önce La Scala Opera biletlerimizi aldık. Teknolojiyi bu yüzden seviyorum uzaklar yakın oluyor.

Şehrin merkezinde bulunan İtalyan markalarının yer aldığı dükkanlar ve nefis kahvelerin yudumlandığı Galleria Vittorio Emanuelle II’nin hemen arkasında bulunan La Scala Opera binası, gece sergilediği gösterilerin dışında gündüz, gezilebilecek müze ve aynı zamanda değerli sanatçılar yetiştiren bir müzik okulu. Ama ben yine de salonda bir gösteri seyredin derim.

Duomo Meydanına kuş bakışı bakmak nasıl olur diye düşünürken, Avrupa'nın dördüncü büyük Katedrali’nin en tepesinde bulduk kendimizi. Gün batımı manzarası gerçekten de harika. Bu arada Katedralin dışı kadar içi de muhteşem.

 
Milano da Duomo meydanındaki Galleria Vittorio Emanuelle II, La Scala ve Duomo Katedral’i üçlemesinden sonra keyifle gezilecek yerler arasında Sforzesco Kalesini unutmamak gerek, içinde bir çok müze ve sergi alanı var. Hepsini gezmeye kalkınca ayaklarımıza karasular indi.

“Dinlenmek” düşüncesi bile güzel. Randevusunu aylar öncesinden aldığımız “Son Akşam Yemeği” için Santa Maria Dele Grazie de soluğu alıyoruz. Davinci’nin tablosunun gizemi kadar içeri girişimizde esrarengiz. 

İçeriye bir defada 15 kişiden fazla almıyorlar. İlk kapı açılıyor, herkes içeri girmeden ve o kapı kapanmadan diğeri açılmıyor. Böyle üç bölümden geçtik kapılar açıldı, kapandı, açıldı. Ben uzay üssüne mi giriyorum yoksa 500 yıl önce yapılmış bir duvar resmini mi görmeye giriyorum bilemedim. İçerideki oksijenin bile hesabı yapılıyor bizle beraber içeri giren sineğin vay haline…
Tahmin edileceği gibi içeride fotoğraf çekmek yasak. 


İçeride sıra sıra dizilmiş uzun banklar var, girer girmez önlerden bir yere oturduk, dinlenirken duvardaki Davinci’nin eserini inceliyoruz. Şimdi daha farklı bir gözle bakıyorum, bu resime. Masa örtüsünün, tabakların deseni, yiyecekler insanların yüzleri, elleri, bakışları herşey çok detaylı ve gerçekmiş gibi resmedilmiş. Renkler solmuş olsada detaylar gözden kaçmıyor.


14. yy da Leonardo da Vinci Kıbrıs adasını ziyareti sırasında Larnaka bölgesinden aldığı Lefkara işi masa örtüsünü Milano Katadreline hediye ettiğine pişman olduğu için onu son akşam yemeğine resmetmiş olabilir mi? Niye olmasın? 

 Peki masadaki tabaklar oturanların ellerinin her bir duruşu her detay bize mesaj veriyor olabilir mi? Da Vinci’nin bunları resmederken aklından neler geçtiğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz. 

Bu duvar resmi bir çok kereler restaurasyondan geçirilsede ilk günkü gizemli mesajını korumaya devam ediyor.

Gün bitti gibi gözüksede yeni yerler için hazırlıklar devam ediyor. Ertesi gün Bologna'yı gezebilmek için tren saatini kontrol ediyorum. Yeni  yerler, yeni heyecanlar...







0 yorum :

8 Mart Kutlanmalı mı?


Bu sabah akıllı bıdık telefonumdaki mesajların ve elektronik posta kutusunun sağ üst köşesinde, rakkamlar saniyede üç beş artarak ekranın ışığını harekete geçiriyorlar. Bilmediğim acil bir durum mu var? diye düşünmeden edemedim. Meğerse kozmatik, züccaciye ve tekstil firmaları günün anlam ve önemine uygun indirim oranlarıyla yarışa geçmişler.

Hadi bakalım bu gün nasıl geçecek diye düşünürken, köşede çiçek satan teyze bile yoldan geçen her erkeğe “bugün kadınlar günü, özel buket hazırladım abim” diye sesleniyor. Ah bu Kapitalist sistem, bize daha ne oyunlar oynayacaksın?

Her salı olduğu gibi İstanbul Oyuncak Müzesi’nde Yasemin Sungur’la Kitap İle Sohbet ‘deyim. Bugün konumuz “Şiirler ve Şarkılar ile ADIM KADIN“ ve “Anlamda Türkiye'de KADIN OLMAK"

Çok özel konuklarımız ve konuşmacılarımız var keza mevzu derin.  Sohbetiyle ve şiirleriyle olduğu kadar şarkılarıyla da bize eşlik eden Mehtap Meral ve Türkiyede ki tek kadın akordeon sanatçısı Özge Metin.

Konuşmacı kitapdaşlarım uzmanlık alanlarında bize eşlik ediyorlar.


‘Hoş Geldin Kadınım’ ile Filiz Temizel, günün anlam ve önemi İlknur Karapolat, rakamların dilinden anlayan Alev Türkkan, endüstrileştiremediklerimizden Zeliha Dağhan, şiddeti dört ayrı parçaya bölerek konuya derinden giren Didem Yeşim Pektok ve her zaman olduğu gibi – bu sefer Lilith efsanesiyle- konuya farklı bakış açıları kazandıran Oktay Valunya ile sohbetimiz şiirler ve şarkılarla süslendi.


Konuşulanlardan  hafızama takılı kalanlar;

- Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur.

- Kadın yada Erkek, kimliklerimize sahip olmayı başardıktan sonra insan olabiliriz.

- Sihirli bir kelime “Lütfen”,  hayat kurtarır.

-Kadın ve erkeğin eşit olduğu tek nokta nüfus dağılımı.

-Her 8 Mart’ta emekten önce şiddet vurgulanıyor.

-Dünyada 130 ülkedeki kadınlar, Türkiyede ki kadınlardan daha fazla hakka sahip.

- Adem‘in ilk karısı Havva mı? Lilith mi?

- Aile içinde değersizleştirilen ve en çok şiddet gören kişi, kadın.

- Ölüme giden yolda ilk adımlar evde duygusal şiddetle başlıyor.

- Dilerim 8 Mart, kendi gücümüzü konuştuğumuz bir güne dönüşsün.


8 Mart Kutlanmalı mı? Bu soruyu çok soruyorum” diyor Yasemin Sungur

Kutlansın tabi, yaşamdaki her güzel şey kutlansın. Asıl yapılması gereken mesele 8 Mart mücadelesini başlatan kadınların ruhundan uzaklaşmadan insan olmak yolunda kadınların mücadele geleneğini kutlamalıyız ki onlar bize bunu armağan etmişler. Ve biz kadınlar hem kadınlarla hemde erkeklerle. birlik içinde olmalıyız, dayanışma içinde olmalıyız.”

Konu kadın, konuşmacılar kitapdaşlar olunca, ortaya uzun soluklu bir sohbet çıktı. Bize konuşmak için bir gün yetmedi biz 364 gün daha konuşmaya çözüm yaratmaya, farkındalık yaratmaya ve birlik olmaya devam edeceğiz gibi gözüküyor.

Güne şiirle başlamıştık, bu güzel sohbetin ardından şarkıyla bitiriyoruz.

Tüm Kadınların, Dünya İşçi ve Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.
Sevgiyle Kalın



Sen çok deniz aştın mart güneşi

Çok toprak ılıttın

Ekinlere kımıl düştüğünde

Duymadın mı çığlıkları

Soğuk vurduğunda meyveleri

İniltileri

Sözcükler boğuyor beni

Sen çok kadın gördün mart güneşi

Savaşta direneni, işkencede öleni

Rosa Lüksemburg’un moraran bedenini

Karadeniz’de kum çekenleri

Ağ örenleri

Sarı sıcakta pamuk toplayanları

İncir işleyenleri

Tarlada tezgahta doğuranları

Sözcükler yetersiz, sözcükler katı

Sen çok ülke gördün mart güneşi

Sen çok kadın gördün

Yoldaşlarıyla grev yapanları

Eşitlik türküsü çağıranları

Dur ve tanığım ol şimdi

Dur ve tanığım ol mart güneşi

Hindistan ekmeğiyle besleniyor Amerikan bifteği

Kokakolayla vuruluyor Afgan bebekleri

Dur ve tanığım ol

Kutlarken 8 Martı dünya kadın emekçileri

Söz veriyorum

Tüm dünyada ödenene kadar alın teri

Susmayacağım

Sözcükler boğsa da beni


Sennur SEZER


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.







0 yorum :

Kadının Adı Var


Adı size yanıltmasın. Bu gösteri sadece kadınlara yönelik değil. “Kadına ve erkeğe eşit uzaklıkta, insana yakın gösteri.


Bazen ön yargılarımı, bir türlü kıramadığım kalıplaşmış düşüncelerimi alırım bir ceket gibi üzerime, öyle giderim gideceğim yere, kalkanımdır o benim.


Gösteri başladığında, bildiğimiz yada bildiğimizi sandığımız ama gerçekte farkına bile varmadığımız kadına, insana, hayata dair bir çok şey gözler önüne serildi.

Nokta atışıyla tam kalbime ve aklıma dokundular. Bende kalkan falan kalmadı. Bildiğin çırıl çıplak oturuyorum, savunmasız.

Kadının düşmanı kadındır” Soru işaretleri kafamda üçüncü tura geçti. Cevap mı? Bir kadının yetiştireceği çocuklarında saklı…

Sahnede anlatılanlar sadece bir kurgudan ibaret değil. Geçmişte yaşanan, biz durdurmadıkça daha da yaşanak olan olaylardan ibaret. Hayatın ta kendisi.

Zaman zaman gösterinin içinde bulduk kendimizi, onların anıları bizimkilere karıştı, bizimkiler onlarınkine…

Geçmişteki davranışlarımızın sonucunun, bugün yaşanan taciz, tecavüz, çocuk gelinler ve cinayetlerle çok ilgisi var. Kadın erkek hepimizin payı var bugün gelinen noktada.

Bugüne kadar kadına yapıştırılmış, yakıştırılmış ne varsa hepsini altüst ediyorlar, sihirli değnekleriyle.

Onların kanatları yok ama süpürgeleride yok.

Hayata sımsıkı tutunmuş umut dolu, vicdanlı, yardımsever, benim diyen her babayiğidin taşıyamayacağı bir yükü omuzlarına almış, bu cesur üç kadın. İçlerinden geldiği gibi açık yüreklilikle hayata dair, her birimizin yüreğine, aklına dokunuyorlar. Kelebek etkisi yapıyor her gittikleri yerde dalga dalga yayılıyorlar.

Psikoterapist, aile içi şiddet konusunda uzman ve yazar Ebru Tuay Üzümcü,
Yönetim Danışmanı, Eğitimci ve yazar Banu Özkan Tozluyurt,
Spiker, TV programcısı ve yazar Özge Uzun, sevgiyle bağlanmışlar hayata ve yaptıkları işe.

Bu hayattaki misyonları toplumun gelişmesi için kadının gelişmesi. İstatistiklerle, hayattan örneklerle de bunu ortaya koyuyorlar.

1 çok büyük bir sayı aslında. Sen bir adım, ben bir adım derken bir bakmışsın bin değil, yüzbin adım olmuş. Elele gönül gönüle tek bir yumruk tek bir yürek olmuşuz.

Gelin birlikte kulak verelim onların hikayesine, bizim hikayemize …

Yeni başlayan yolculuklarında, gönülden dinleyerek, anlayarak, destekleyerek…

Yolunuz açık olsun.

Bu üç Cesur kadın ile "Kadının Adı Var"ı konuştuk, fikrin oluşumunu, dünü, bugünü. Biz sorduk onlar cevapladı. Ortaya sıcacık bir sohbet çıktı. Röportajı Martı Dergisi'nde okuyabilirsiniz.



0 yorum :

SIFIR

Üstü üç taşlı taç saplı üç tunç tası çaldıran mı çabuk çıldırır, yoksa iç içe yüz ton saç kaplı çanı kaldıran mı çabuk çıldırır?

İlk okumada zor oluyor değil mi? Evet bende de öyle oldu. ilk beş okumadan sonra kelimelerin anlamları ortaya çıktı, oturmaya başladı.

Sonraki okumalarda yavaş yavaş hız kazandım. Şimdi bir nefeste sonuna kadar hatasız okuyabiliyorum. Amaç daha da hızlanıp bu çümleyi bir nefeste birden çok kere okuyabilmek!

Bir günüm diğeriyle aynı olunca bugün günlerden ne? Hangi aydayım hangi mevsimdeyim ne önemi var? Her sabah aynı güne uyanıyorum nasılsa, önemli olan ne kadar hızlı olduğum !…

İşte hayatımız da aynen böyle. Hızlı, hemde herşeyi aynı anda yapabilme becerisini kazanarak daha da hızlanıyor. Zaman hızla akıyor oysa, birde biz onu daha da hızlandırmaya çalışıyoruz.

Bu hız tutkusu bir gün bizi öldürecek. İbre çıktı birkere 120’ye iner mi 50’ye?

Camdan bakarken herşeyi silik, soluk görüyorum, renksiz kokusuz. Biraz yavaşlasam hangi yolda olduğumu görebileceğim. Çevremdeki çiçeklerin kokusunu almak, renklerini seçebilmek, üzerindeki uğur böceğini, arıyı keşfetmek güzel olabilir.

Hızlanırken neleri ıskaladığımızı yada ezip geçtiğimizi farketmiyoruz bile. Amaç gerçekten de daha da hızlanıp bu cümleyi bir nefeste birden çok kere okuyabilmek mi dersiniz?  Ya sonra?

Hızlandık bir çok beceriyi kazanmak için. Bir yandan da hırslandık. Kim daha çok para kazanıyor. Kimin arabası evi, yazlığı yatı, katı, pırlantaları, hanı, hamamı, uçağı, jeti, şatosu var? Bizim neyimiz eksik?

Peki ya bu hız tutkusu içinde biz yükselirken yanımızdakiler, kalbizimin sesini dinleyerek, bizimle gülüp bizimle ağlayanlar mı?

Yoksa ilk tökezlemede sendelerken bir tekme savurup yerimize geçmeye çalışanlar mı? Yada arkamızdan gülecek olanlar mı?

Kendi değerlerimizi arttırmak için sahip olduğumuz eşyaları, parayı, mevkiyi hesaplar olduk. Gerçek değerleri unuttuk. Artık eminim, birbirimizin tabağında gözümüz var.

Hayatta yol alırken seçimler yaparız, kimi zaman doğru kimi zaman yanlış. Neye ve kime göre doğru veya yanlış orası tartışılır.

Yine de seçimlerimizi yaşarız.

Bize dağıtılan kartları değiştiremiyoruz, bu doğru. Ancak eli oynama şeklinin bizim seçimimiz olduğunu unutmamak gerek. İnsanlar problemlerin şikayeti için harcadığı enerjinin onda birini o problemi çözmeye harcarsa, işlerin ne kadar düzeldiğini görüp hayret edecekler. Şikayet etmek bir strateji olarak zaten işe yaramıyor. Herkesin sınırlı zamanı ve enerjisi var. Sızlanmakla geçen her saniye, insanı hedeften uzaklaştırırken mutsuz da ediyor.

Ben o taşlı, tunçlu, taslı olan cümleyi sakin sakin, her kelimeyi içime sindirerek de okuyabilirim. Tadını çıkararak, tıpkı hayatın her anından, büyük keyif aldığım, her sabah başka bir güne uyandığım gibi…

Güne bezgin, gergin veya kızgın mı başlayacaksın, yoksa mutlu mu? İşte o her sabah bunu hatırlatıyor insanlara. Yaşadıklarımızın aslında kendi seçimlerimiz olduğunu ve birbirlerini sevmeyi öğrenen insanların çoğaldığı toplumlarda savaşın , kavganın, tecavüzün olmayacağını.

Evet, bu çümleleri okurken - bir tek bunu değil aslında- kitabın başından sonuna içinde yaşayarak okudum SIFIR’ı.

Kendi iç yolculuğumda bana yeni bakış açıları kazandırdı.

Tunç Kılınç’ın kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı SIFIR, bir arayışın öyküsü, hayata dair bir yorum. Hız kesmek ve camdan dışarı seyretmek için bir fırsat…

Hayatı güzelleştirmek istiyorsan dünyanın en tehlikeli şeyini sevmeyi öğrenmelisin, insanı! Buna da kendini sevmekle başlayabilirsin.”

Sıfır hızda

Sevgiyle Kalın

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır 

0 yorum :

Anlatılan Senin Hikayendir



“İnsan vardır albenisi çoktur, bakmalara doyamazsın. İnsan vardır dövbenisi çoktur, dövmelere doyamazsın.”

Paratoner Barış, tüm dövbenisi olanları kendine mi çekiyor? Daha kaç kişiyi dövme sözü verecek kendine?
Fenerci Ahmet son bir çaba ile Denizfenerindeki ışığı yakabilecek mi?

Yaşam denen şey öyle ince bir çizgi ki! Nerede, hangi dil, din, ırk ve cinsiyette kimin çocuğu olarak, zengin mi fakir mi, sağlam mı sakat mı doğacağımızı bilmiyoruz.

Ancak içimizdeki sevgiyle bize verilenleri daha da iyileştirmek, geliştirmek elimizde.

Yeterki UMUT hiç tükenmesin. "Güneş her sabah yeniden doğar."

“Anlatılan Senin Hikayendir” Cengiz Toraman’nın yazıp yönettiği ve Levent Üzümcü’nün oynadığı müzikli bir gösteri.

Bu gösteri sadece İstanbul’da değil, bir bakmışsınız Yalova, İzmit, Ankara, İzmir’de bir bakmışsınız Adana, Hatay, Aydın, Bodrum’da…


Anlatılan hikaye, bu toprakların hikayesi, hepimizin hikayesi…


Mübadelede sevgilisini Yunanistan’a uğurlamak zorunda kalan Ege'li Mehmet’in hikayesi;

Köyünün doğal güzelliği için altın madenine karşı mücadele eden Çamlık köyündeki köylülerin hikayesi;

Yunanistan ile Türkiye arasında kalan sularda denizcilik yapan Barış'ın hikayesi;

Denizfenerin’in yolunu kaybetmişlere tuttuğu ışığın hikayesi;

Aslında herbirimizin hikayesi farklı gibi gözükse de; soluduğumuz hava, içtiğimiz su, çektiğimiz hasretlik ve tuttuğumuz yas aynı…



Levent Üzümcü’nün yorulmak bilmez enerjisi, muhteşem performansıyla, şarkılarla, türkülerle, danslarla seyrettiğimiz bizim hikayemiz.

İçinde sevgi, vicdan, dostluk, dürüstlük ve kahramanlık barındıran, güldürürken hüzünlendiren, hüzünlendirirken düşündüren…

Umut dolu bir hikaye...

Anlatılan Sizin Hikayeniz.

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır























0 yorum :