Brüksel

0 yorum
Palais Royal de Bruxelles

İnternet varsa dünya elinizin altında deniyor ama ben yazılan çizilenin ötesini görmek, anı biriktirmek için gidiyorum.


Gideceğim yeri önceden araştırmak gibi bir huyum var. Haritadan kalacağım oteli ve gezeceğim yerleri işaretleyerek havaalanı ve şehir içi ulaşımı kontrol ederim. Şehrin önemli yapılarının tarihlerini okur hangilerini gezmem gerektiğini planlarım. Müzelerin bazıları için önceden alınması gereken biletler varsa onları internetten alırım. Bildiğin ders çalışır gibi, tabi dersime çalışmadığım bir konu var, o da yemek malesef. O konuda da benimle seyehat edenlere güveniyorum.

Üç gün Brüksel’de kalarak yakın çevreyi gezme şansını yakaladık. Batının Venedik'i Brugge ve diplomasi şehri Lüksemburg ve daha sonra kübik evler gibi ilginç mimarisi ile Roterddam ve ilüzyon müzesi ile bizi şaşırtan Den Hag gezi rotamız oldu.

Çocuklara Brüksel’e gideceğiz dediğimde bana ilk söyledikleri çikolata ve waffle yemek konusunda sınırsız olmak istedikleriydi. Oraya vardığımızda sokakların bile waffle ve çikolata koktuğuna şahit olunca sınırsız yeme hakkını kendime de verdim. Bir müddet sonra alışkanlık yapıyor sanırım, artık sokaktaki koku, dükkandan gelen davet bizi hiç etkilemedi. O ilk gün yediğimiz kadar bir daha hiç yemek istemedik.

Brüksel’e gitmeye karar verdikten sonra yaptığım tüm araştırmalarda Manneken Pis hakkında o kadar çok efsane okudum ki doğrusu onu görmeyi ben de merak ediyordum.

Sabah otelden çıkmadan şehir haritasında işaretlediğim gezilecek yerleri gözden geçirirken dikkatimi çekti Manneken Pis’e göre Jeanneke Pis ile ilgili hiçbirşey bilmiyordum. 

Tabi sağolsun Wikipedia hemen cevap verdi. Bu işeyen minik kız çocuğu 1600’lerden bu yana gelen Manneken Pis efsanelerine inat 1985 den beri fotoğraflar için poz veriyormuş.

Fakat gerçeğini bulmak internetteki kadar kolay olmadı. Adresi haritada bizim kaldığımız otele çok yakın gözüküyor. Yürüme mesafesinde. Otuzdan fazla restauranın olduğu dar sokaklarda dolaşırken çıkmaz sokağın birinde rastladık izine.

Beklediğimden daha sade, duvarın içine doğru yerleştirilmiş önünde de demir parmaklıklar var. Adeta saklanmış gibiydi. Jeanneke Pis’in aksine işeyerek kahraman olan efsanevi Manneken Pis çocuk heykelinin fotoğrafını çekmek için önünde tahminimizden daha uzun bir süre sıra beklememiz gerekti.

Brüksel’in simgesi haline geldiğinden neredeyse geçtiğim her dükkanın önünde onun her boyuttan halini görmüştüm. Bizi en çok şaşırtanı ise Waffel dükkanında dev boyutttaki Manneken Pis idi.

Herçeşit kıyafetle görebilirsiniz onu. Gerçekte de küçük heykelin kıyafet değişim zamanlarını törenle yaparlarmış, bir çok ülkeden özel kıyafet göndermişler, bizlerde olmayan bir gardroba sahip kerata.

Pazar günü sokaklardaki bisikletlileri takip ederek bulduğumuz Brüksel Kraliyet Sarayı Bahçesi (Palais Royal de Bruxelles) bir panayıra ev sahipliği yapıyordu. Müzik, oyun, dans, yemek herşey var. Park alanında çiftlik hayvanlarının bulunduğu bölümde yavru domuzların birbirleri ile oynamalarını seyretmek çocukların ilgisini çekti.


Kraliyet Sarayının hemen yakınında bulunan  Kiliseyi  (St Jacques sur Coudenberg) ziyaretimiz sırasında Belçika Kral’ı ve ailesinin girişteki panoda fotoğraflarını gördüm. Sessiz sedasız tahta geçen Prens Philip, eşi ve birbirinden güzel dört sarışın çocuğuyla birlikte…

Kilise’nin hemen karşı cadesinde bulunan Müzik Enstrümanları Müzesi (Musical Instrument Museum) önüne geldiğimizde bu şehir beni birkez daha şaşırttı.

Beş katlı bu müzede 1200 den fazla müzik aleti bulunuyor. İçeride mini konser alanı, atelyeler ve müzik konulu kütüphane var. 

Katlarda gezinirken müze girişinde aldığımız sesli rehber kulaklıklarla her müzik aletinin tınısını dinleyebilme şansını yakalıyoruz.
Muhteşem şehir manzarasıyla çatı katında bulunan restaurant ise bize bonus oldu.

Bu şehirde dikkatimi çeken birşey Brüksel de çok fazla opera binası var. Bizim otelimizin hemen yakınındaki en eski olanı 1700lü yıllarda inşaa edilmiş, La Monnaie Opera binası. (Theatre Royal de La Monnaie)

İçinde opera ve bale gösterileri dışında sergi alanları ve resim atelyeleri de mevcut. Tüm bunların yanında hafta sonları Opera binasının önündeki meydana bisiklet, kaykay ve scooter tutkunları için platform hazırlanmış, büyük küçük her yaştan insan orada. Bizde keyifle izledik onları.

Pazar günü Brugge’a gitmek için yola çıktığımızda yolları bisikletliler için trafiğe kapattıklarından navigasyonun kafası karıştı ve bizi otobana çıkartmak için epey dolaştırdı. İyiki de öyle olmuş. Koekelberg Tepesi'nde bulunan Sacred Heart Basilikasının (National Basilica of the Sacred Heart in Koekelberg) yeşillikli arazisinden geçme şansımız olmayacaktı. 1905 yılında Çok geniş bir arazi üzerine kurulan Basilika‘nın bahçesi Brüksel’i en iyi panaromik olarak seyredebileceğiniz yerlerden biri.

Brüksel deyince elbette akla gelen yiyeceklerde var; balık, midye, bira, patates kızartması, wafale ve çikolata gibi… 

Foodsquare Grand Place da lezzetli yemeklerin, restaurantların olduğu meydan da Chocolates Factory’de lezzetli çikolataların tadına bakabilir ve birbirinden ünlü markaların olduğu  Galeries Royales St. Hubert Pasajı’nda alışveriş yapabilirsiniz.

Yada Cumartesileri kurulan halk pazarından çilek, böğürtlen, yabanmersini gibi meyveler, tahta oyuncaklar ve Brüksel danteli mini örtüler alabilirsiniz. Her tezgahta el emeği yapılan yerel lezzetlerin tadına bakmak da cabası...
Bazen yaptığım planı bozup yakaladığım anı değerlendiririm, bunu kız kardeşimden öğrendim. Onun her an yapılacak B planı, olmadı C planı vardır. Hiç olmadı E planı der. E planı eve dönüş.

Neyse ki E planına kalmadan yapılacak alternatifler bulduk. 











Devamını Oku »

TEK AYAK ÜSTÜNDE DENGELİ BESLENİYORUM

0 yorum

“Hayır olmaz. Gece 12.00 de bunları yemeği aklından bile geçirme… 

Şimdi küçük boy domatesi al rendele, yoğurt ile karıştır biraz tuz biraz nane. Afiyet olsun.”

İyi de bu durumda ben hala açım!

Bu benim iç sesim, o kadar çok yerden bilgi geldi ki neyi yemeli neyi yememeli? Neyin içine neyi katmalı? Saat kaçta yemeli? … meli… malı …. meli … malı … 

Artık iç sesim ve ben ayrı ayrı yerlere çekiştiriyoruz beni. 

Niyeyse sürekli canım yasak olanı çekiyor. Birde gizlice yiyorum ama kimden gizliyorsam?

Alışverişler adeta kimya dersine döndü. Önce E’ler vardı.  E311 E102 E120 gibi maddelerin zararlı olduğu; E125, E200, E250 gibi maddelerin şüpheli olduğu bilgisi hızla yayıldı.

Uzun bir süre bu E’leri kovaladım. Sonra bir gün baktım artık E’ler yok, uzun uzun açıklamalar var. Ancak kimya dersine devam, kim bunlar?

Emülgatör, soya lesitini, askorbik asit, asitliği düzenleyici, asit esterleri, polisorbatlar, laktik asit, kabartıcılar sodium bikarbonat….

Derken, benim almaya çalıştığım masum bir çikolatalı bisküvi mi? yoksa zehir mi?

Elimde çikolatalı bisküvi düşünüyorum, vicdanımla başbaşayım sanırım kendimi zehirlemek üzereyim.

Markette reyonda dizili elmaların hepsi bir boyda pırıl pırıl, sanırsınız Cadı'nın Pamuk Prenses’e verdiği elmalar bunlar.

Ya sarımsaklar, küçük bir file sarımsak aldım elime birde ne göreyim Çin malı. Camımın önündeki saksıya eksem çıkar sarımsak biz niye ithal ediyoruz? Kızıyorum kendime,  evde kalan sarımsakları birer ikişer ekiyorum cam önü saksıma.

Sürekli kafamın içinde sorguluyorum. Mis gibi Anamur muzumuz var, Alanya muzumuz var. Niye saman gibi olan o kocaman Çikita muzları daha ucuz marketlerde?

Ben gündüz televizyon açmıyorum diye annem ve eşimin annesi Sabah programlarından izledikleri yeni bilgileri, doktorların tavsiyelerini bana aktarmaya başladılar. Her ne kadar dinlemesemde bir müddet sonra o bilgilerin bilinç altında yer etmeye başladığını farkettim.

Tamam öğrenmenin yaşı yok kabul. Hergün yeni yeni şeyler öğrenmek de güzel. Ancak uygulamaya gelince sıkıntı yaşamaya başlıyorum. Beynimin bir yerine not alınmış bir kere

Etin yanında C vitamini sebze olmalı karbonhidrat olmaz.”  Önden bir tarhana çorbası içemedim. Etin yanında makarna yiyemedim.

Yoğurt etin yanında yendiğinde etin demir salınımını engeller” miş. Ah İskender bu sana yapılır mı?

Akşam 07.00 den sonra yemek yemeyin mide dinlensin” deniyor. Gece 12.00 ye kadar oturuyorsam ve bilgisayarda çalışmam gerekiyorsa midemden gelen sesler bana eşlik ediyor. Gözümün önünde tereyağlı kızarmış ekmekler resmi geçitte.

Yemekten hemen sonra yenen meyveler şekere dönermiş” diye diye akşamları yediğimiz meyveninde tadı kalmadı.

Ekmek makinesi aldık artık ekmeğimizi evde yapacağız. İyi güzel de un, ya un ne olacak? O da sağlıklı olmalı, kepekli, tahıllı falan. O da yetmedi mayalanması için koyduğun bir tatlı kaşığı şeker bile doğal olmalı. Yumurta? Yumurtayı nereden alıyoruz? Bakalım o serbest gezen tavuğun yumurtası mı yoksa tutsak olanının mı?

Yaşasın arama motorları, gözünü seveyim. Hemen araştırıldı doğal besinler satan firmalar bulundu, internetten siparişler verildi. İçimde hala şüphe var acaba o gelen sebzeler organik tarım mı? ilaçsız tarım mı? tohumların genleriyle oynanmış mı? oynanmamış mı? Niye babamın arka bahçesine ektiği salyangozların delik deşik ettiği pazılar gibi pazılar gelmiyor oralardan? Niye annemin saksıya ektiği cılız maydanozlar gibi maydanozlar gelmiyor oralardan? Bu şüphe kemiriyor beni.

Sanırım iç sesim ve ben ilk defa aynı fikirdeyiz "Artık Yeter"

Yediğimiz sebze ve meyvenin sentetik mi, hormonlu mu yoksa organik mi olduğunu sorgulamaktan sıkıldım.

Alışverişte her pakedin arkasını okuyarak ve katkı maddelerinin zararlı mı yoksa zararsız mı olduğunu çözmeye çalışmaktan sıkıldım.

Reklamlarda özendirilen yiyeceklerin çok sıklıkla tüketildiğinde çocuklara zarar vereceği konusunda ikna etmeye çalışmaktan sıkıldım.

Ben hala kendimle mücadele veriyorum yemeli mi yememeli mi? İşte bütün mesele bu.

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 


Not: Yazıyı ilk okuttuğum kişi benden 3 kat daha yaratıcı 5 kat daha çılgın  insan, bu fotoğrafların tasarlanmasındaki yaratıcı fikirleri  için  sevgili kardeşime ve fotoğrafların tamda istediğim gibi olması için uğraşan, her defasında yeniden çek dediğimde bana sabır gösteren oğluma  sonsuz teşekkürler. 




















Devamını Oku »

TERSİNE DÜNYA

0 yorum

Bir sahne düşünün, evinde yere çömelmiş yerleri silen biri, bir türkü tutturmuş tatlı tatlı, temizlik yapıyor telaşlı…

Eve arkadaşı gelir, birlikte hem sohbet ederler hemde örgü örerler. Buraya kadar tamam garip bir şey yok değil mi?

Bir sonraki sahne, fileli tişörtler, uzun paçalı iç çamaşırları, çoraplarında jartiyerler loş ışıkta, sandalyelerle dans eden erkekler… Niye şaşırdınız ki ?

Her iki sahneninde kahramanları erkekler.



Mimikler, tavırlar o kadar komik duruyor ki. Alışmamışız pala bıyıklı, göbekli adamların bu tarz davranışlarına.

Düşünsenize, yol kenarında durup elinde tesbih sallayarak bekleşen bir kadın gurubunun olduğunu. Önlerinden geçen delikanlılara rahat vermiyorlar. Nezarethanede olan karısını ziyarate gelen adamı, görevli kadın polisler taciz ediyor.

İş yerinde kadın patronun odasında patronla yalnız kalan adamın tacize uğrarken ki durumu… Karısından dayak yiyen adamın dramı…

Pala bıyıklarını süpürge etmiş, hayatlarını kadınlarına ve çocuklarına adamış erkekler. Evin içinde her an kadınların hizmetine amade bekler… Karısından gördüğü şiddete rağmen sevgisinden hiç eksiltmeyen saf, namuslu ev erkekleri…

“Karım o benim, sever de döverde…”


Komik değil mi? Trajikomik…

İlk anda sahnede seyrederken bende kahkahalarımı tutamadım. Ne zamanki o ilk etki geçti bir sonraki sahneye geçerken kararan ortamla beraber benimde içim karardı. Nefesim daraldı. Gerçek dünya ile başbaşayım… 

Binbir kare geçti gözümün önünden. Üçüncü sayfa haberleri manşet manşet resmi geçitteler. Bunu tam tersine çevirdiğimizde nasıl oluyorda bu kadar gülebiliyoruz, bize komik geliyor kabullenemiyoruz. Gerçek dışı bir o kadar da gerçek.

Evet gerçekler acıtıyor. Şaka yolluda olsa tersine çevirdiğimizde nasıl gerçek üstü, komik gelebiliyor bize aslında acı veren gerçekler.

Orhan Kemal’in 1968 yılında yazdığı romanı Tersine Dünya ile insanların rollerini ters yüz ederek, kadınlar ve erkeklerin bu dünyada üzerlerine bir etiket gibi yapışmış, taşlaşmış kalıplarını sermiş gözler önüne.

1986 da Mustafa Gültekin tarafından tiyatroya uyarlanan “Tersine Dünya” Devlet Tiyatroları oyuncularının performansıyla bu yıl yeniden sahnede.

İzlerken güldüren, güldürürken düşündüren bir oyun. Sahne, kostümler, müzik, danslar ve oyuncular harika.

Usta yazar Orhan Kemal dikkatle özenle, evirmiş çevirmiş ince ince işlemiş. Belli ki bu konu hakkında farkındalık oluşturmakmış dileği.

Kimimiz güldük geçtik, kimimiz için için kinlendik, hırslandık. 

Kimimiz ne zaman değişir bu düzen diye hayıflandık. Hatta aramızda eyleme geçenler bile oldu. Gözlerden kaçmayan tek gerçek , hepbirlikte kadın ve erkek olarak bu durumu düzeltebileceğimiz.

Birlikte, elele…

Ve şimdi değişim zamanı…


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 


Devamını Oku »

Tarihten Yapraklar

0 yorum
Sersem Kocanın Kurnaz Karısı

Tek bir oyun beni, tarihin tozlu raflarından aldığım kitapların sayfalarında yaprak yaprak dolaştırdı.

Sadece ismini bildiklerim, ismini bilip ne iş yaptığını bildiklerim ve adını ilk kez duyduklarım. Hepsi ama hepsi bu oyunda toplanmış. Hepsi de döneminin değerli insanları ve Türk Tiyatrosuna emeği geçmiş oyuncular, yazarlar, çevirmenler, tiyatro severler…
Tek bir oyun “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” 
Ahmet Vefik Paşa

Haldun Taner’in 1969 da yazdığı bu oyun, Fransız yazarı Molière’in George Dandin adlı ünlü eserini sahneleyen Tomas Fasulyeciyan Tiyatro Grubu’nun, çektikleri sıkıntıları, Bursa’da valilik yapan gerçek bir tiyatro aşığı Ahmet Vefik Paşa’nın desteği ile ayakta kalmaya çalışmaları ve tiyatroyu halka sevdirmeleri konu ediliyor.

Sahnede kimler yok ki Tomas Fasulyeciyan, Ahmed Fehim, Virjinya Zagakyan, Küçük İsmail, Hıranuş, Holas, Satenik, Vizental Efendi, Şebrenk Bacı ve Ahmet Vefik Paşa …

Kuşkusuz tiyatronun bugünlere gelmesinde onların, ve sonrasında bu bayrağı devir alan çocuklarının, torunlarının emeği çok büyük.

Tiyatro aşığı Ahmet Vefik Paşa, Bursa da kurduğu Osmanlı’nın Anadolu’daki ilk tiyatrosu, (1879) “Temâşâhâne-i Osmânî” ile Molière’den çevirdiği 30 dan fazla oyunun da 3 yıl boyunca burada sahnelenmesine ön ayak oluyor. Provaları bizzat seyrederek oyunlara katkıda bulunur.

Tanzimat döneminde batılılaşmaya çalışan toplumdaki değişimlerin geleneksel değerlerle çatışması beklenen birşeydir. Ancak kaçınılmaz son ise yeterince anlaşılamayan Paşa'nın sürgün edilmesi, tiyatronun kapısına kilit vurulması…

Haldun Taner

Temâşâhâne-i Osmânî ile ilgili bilgiyi Bursa Devlet Tiyatrosu’nun internet sitesinde okuyunca hüzünlendim. Bu tiyatro binasının 1916 yılında bir kış günü çatısı çökmüş, 1918 yılında geriye kalanlar sökülmüş ve 1923 yılında ise arsanın sinema olması planlansa da 1939 yılında satılmış. Daha sonra da buraya Ziraat bankası yapılmış.

Devlet Tiyatroları Doğumunun 100. Yılında Haldun Taner’i bu oyunla anmak istemiş. Bu vesileyle Türk Tiyatrosuna emeği geçen değerli sanatçıları yeni nesile tanıtmış, benimde rafların tozunu alarak, bu satırları biraraya getirmeme yardımcı oldular..

Sevgiyle, saygıyla anıyorum…

Devamını Oku »

Rotterdam

0 yorum


İlginç, sıra dışı görünümlü objeleri severim, özellikle mimari alanda olanları daha heyecan verici gözükürler. Devasa boyutta yer çekimine aykırı gibi görünen bir çok bina gördüm Rotterdam’da.

Bayram rotamız toplamda 1500 km sürdü ve bazen aynı günde iki ayrı şehre uğradığımız oldu.   (Bayram rotamız ; Amsterdam- Brüksel- Lüksenburg-  Brugge – Rotterdam – Den Haag – Zaanse Schans)  
Bu gezi sırasında Rotterdam ve Den Haag için aynı günü planlamıştım ve akşamına Zaanse  Schans da otelimize varacaktık. Zamanı iyi kullanmak açısından ve gece yollarda süprizlerle karşılaşmayalım diye Rotterdam‘da gezilecek iki nokta seçip sonra yola devam etmeye karar vermiştik. Ama planlananın ötesinde çok daha fazla görülmeye değer yer olduğunu görmek beni heyecanlandırdı.

Rotterdam da Kruisplein meydanında bulunan Küp Evler (Kijk-Kubus) en çok ilgimizi çekenleri idi.

Mimar Piet Blom’un yaptığı bu 45 derece eğik duran küplerin içindeki yaşamı çok merak ediyorum doğrusu. Apartman dairesi olan bu yaşam alanlarının içini gezmemiz mümkün olmadı malesef.

Dairelerden birinin camına yapıştırılan kiralık yazısı birden bende yeşil ışık yaktıysa da, önceden randevu almayışımız ve 2 saat içinde şehirden ayrılacak olmamız küp dairelerin sadece dışını görmekle yetinmemiz gerektiğinin habercisiydi.

Rotterdam şehri II Dünya savaşı sırasında bonbalanmış. Harabe haldeki bu şehri 1950’den 1970’e kadar yeniden inşaa etmişler.

Rotterdam’da bir diğer görmeyi istediğim yer Erasmus köprüsüydü. Ben van Berkel tarafından tasarlanmış bu köprü şehrin kuzey ve güney yakalarını birbirine bağlıyor. Kübik evlerden çıkarak Erasmus köprüsünün üstünden nehrin karşı tarafına geçtik. Bir çok yüksek ama bir o kadar da ilginç şekilli binaların bulunduğu bir yer. Köprüden geri dönerken sanki çölün ortasında bulunan vaha gibi parlayan Noordereiland adasını gördük.

Nieuwe Maas Nehri üzerinde bulunan Noordereiland yeşil alanları, sıra sıra kırmızı kiremitli evleri ile tarihi dokusunu korumaya devam ediyor. II Dünya savaşı sırasında bombalanan binaların yerine benzerlerini yaparak bu adanın tarihi dokusunu korumayı başarmışlar.


Rotterdam’a gelmişken birde şehri tepeden görelim derseniz Euromast kulesi tam da size göre. 

Hugh Maskant tarafından tasarlanan Euromast kulesi 1960 yılında Rotterdam’ın en yüksek binası olarak inşaa edilmiş. Rotterdam da giderek artan yüksek binalar 1970 yılına kuleye ilave seyir terası konmasına sebep olmuş. Halen Roterdam’ın en yüksek binası konumunda.

Hollanda’nın Amsterdam’dan sonraki en büyük şehri (nüfus olarak) Rotterdam benim için görsel bir şölen gibiydi. Bu kadar çabuk gitmek zorunda olmasak  heralde oradan günlerce ayrılmazdım.












Devamını Oku »

Deli Kadın Hikayeleri

0 yorum
“Bırak evi bok götürsün!” dedi. Ben söz dinleyen biriyim, bıraktım gitti.

Çarşafların ütüsüz serilmeyeceği, havluların ve iç çamaşırların ütülenmesi bilgisini de, üzerime yapışan köle etiketinide bir kenara bıraktım. Bu gazla greve bile gidebilirim.

Kadınlığın hallerini düşündüren yazar Mine Söğüt her köşe yazısında beni biraz daha derinlere götürüyor. Düşünmenin ötesinde eyleme geçme isteği uyandırıyor.

Mine Söğüt’ün kaleminden “Deli Kadın Hikayeleri”, köşe yazıları kadar düşündürürken gülümseten cinsten değil ne yazıkki. Daha derin, daha da derin içine çekiyor, düşündürüyor, üzüyor, yaralara tuz basıyor.

İlk okuduğum hikaye iki tokat patlattı, uykum kaçtı.

Ben kitaplarımı ya akşam yatarken yada gün içerisinde bekleme eylemi içindeyken okurum. Bazı kitaplar vardır kalabalığın içinde bile rahatlıkla okunur. Onlar benim yolculuk kitaplarımdır. Çantamda dolaşırlar, şehir içi, şehir dışı, ülke dışı…

Bazı kitaplar vardır okuması keyiflidir ama her an elimden bırakabilirim, onlar bekleme kitaplarımdır. Doktor sırası beklerim, çocukların aktivitesinin bitmesini beklerim, okuldan gelmelerini beklerim.

“Deli Kadın Hikayeleri”ni kendi hayatımda hiçbir katagoride sınıflandıramadım. Okurken ağlamam gerekebilir mesela, bağırmam da gerekebilir. Kitabı fırlatıp bu düzene bir küfür patlatasım gelebilir. Sonra oturup bir daha, bir daha ama bir daha okurum. Çünkü rahatım kaçtı birkere… Korunaklı kabuğumdan başımı çıkarıp gerçek dünya ile yüzleştim birkere… Gerçekler canımı yaktı.

“Deli Kadın Hikayeleri” ile tanıştım. Ama nasıl tanışmak … Her bir hikaye birbirinden gerçek, birbirinden etkili. Günümüzün hikayeleri, geçmişin hikayeleri, hiçbirşey yapmadan devam edersek geleceğin hikayeleri de olmaya devam edecek.

Belki de yazılanlardan birinin bile gerçek olma olasılığını düşünmek beni korkuttu. Üzdü, hemde çok üzdü… Ben böyle düşünürken Mine Söğüt ile yapılan röportajlardan biri gözüme çarptı. Cevap hazır…

-Soru ; Sizin için yapılan gerçeküstücü yazar tanımına katılıyor musunuz?

-M. Söğüt ; Ben son derece gerçekçi yazarım. Tam tersine belki can sıkıcı gerçekçiliğe sahip bile olabilirim. Tamam hepsi masallar, efsaneler ama onların masal, efsane ve inanç olduğunun altı çizilerek yer alıyor üç kitabımda da. Ve bütün bunların gerçek hayatlar, gerçek karakterler, dokunabileceğiniz, kafanızı çevirirseniz yanınızda görebileceğiniz kadar tanıdık insanların hikayeleri ve üstümde bıraktıkları etkilerden yararlanarak yazılıyor. Kanatlı, ayakları yere basmayan şeyler değil. 
Hepsi tam tersine gerçekçi romanlar. (Mine Söğüt ile Röportaj Radikal gazetesi 15/5/2007)

Evet gerçekçi hikayeler, gerçek romanlar. Hemde can acıtan cinsten.

Kitapdaşım Didem Pektok der ki “Deli Kadın Hikayeleri'ni okuyacak hiçbir kadın eski aklı ile kalmayacak”

Değişime hazır mısınız?

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 

Devamını Oku »

Den Haag

0 yorum

İlizyon, çocukluğumdan beri beni büyüleyen bir kelimedir. Merak uyandırır, düşündürür. Hatta öyle düşündürür ki körükörüne inanmak yerine işin mantığını aratır.

M.C. Escher (Maurits Cornelis Escher) grafiker, matematik ve simetri üzerine yaptığı çalışmalar sonucunda 2 boyutlu ve 3 boyutlu ögeleri aynı anda içeren birçok çalışmaları ve çizimleriyle ünlü.

Hiç duymadığınız bir isim olabilir. Kısa zamana kadar benim içinde öyleydi. Hayat bu tesadüflerle dolu. Bayram rotamıza Den Haag (Lahey) de bulunan Escher in Het Paleis müzesini de ekledim. Birkaç yüz km daha yol yapmamız gerekti ama değdi doğrusu.
 (Bayram rotamız ; Amsterdam- Brüksel- Lüksenburg- BruggeRotterdam – Den Haag – Zaanse Schans)

Tarifi mümkün olmayan görsel bir yolculuk

2002 yılından itibaren müze vakfı Esceher’in eserlerini bir arada sergilemeye karar veriyor. Köşkün her odasında bulunan ilginç ayrıntılar var.  Mesela her odanın avizesi devasa boyutta gitar, vazo, dünya, şapka vb… Yada odaya girdiğinizde aynalar aracılığıyla odanın diğer bölümlerini de görüyorsunuz.

Her o da bir başka süpriz. Fazla kafa yormak istemeyenler için “Aslında hepsi göz aldatmacası” deyip çıkılabilir. Her birinde üzerinde düşünülmesi gereken ayrıntılar gizli.

Karşınızda duran resme uzaktan baktığınızda yanyana duran üç tane benzer binanın ön cephesini görebilirsiniz. Biraz sola kayarak bakın binaların yan yüzleri de gözükmeye başladı. Biraz yaklaşın artık binaların yan iç cephelerini görüyorsunuz. Bunun nasıl yapıldığını keşfetmek için dibine girip incelemek gerekiyor ama arkada meraklı bir gurup hemen beklemeye başlayınca diğer resme geçiyorsunuz.






Benim en sevdiğim oda, mercek şakası. Aklı tırmalayan soru; aynı boyda iki insanın aynı mekanda durup nasıl oluyorda birinin devasa diğerinin küçük gözüküyor olmasıydı. Ama fotoğraflar çekilirken biz çok eğlendik.

Sonraki oda da aynalı küreyi al eline, odanın her bir köşesinde saklanmış arkadaşlarınla özçekim yap. 


Den Haag’a kadar gelmişken bu kadarla kalmayalım diyorsanız
Hollanda’nın tamamını birkaç adımda keşfetmek isteyenler -hemde tepeden bakarak- Minyatür Hollanda var. ( Madurodam )

Ya da karikatüre meraklıysanız. Dick Matena’nın 200 den fazla orjinal çizimlerinin ve kitaplarının sergilendiği Museum Meermanno var.

Kraliyet sanat müzesi Mauritshuis ve Hollanda miras alanında korunan Binnenhof bölgesi var. 13. yy. Gotik tarzda inşaa edilen binalar bugün parlamento binası olarak kullanılıyor. İçlerini görmeyi isterdim doğrusu.

Keyifli bir gezi ve keşif oldu bizim için. Merak bütün kapıları aralar.






Devamını Oku »

Yaşar Kemal ve İnce Memed

0 yorum
Mucizelere inanır mısınız? Ben inanırım, hayatın kendisi mucizedir.

Herkesin hayatında onları değiştiren, farkındalıklarını arttıran dönüm noktaları vardır. Kimileri bu uyarıları, tesadüfleri dikkate almaz aynı yönde devam eder, kimileri bu mucizeleri fark eder, hayatına katar yürür gider.

Kütüphanemde sayısını unuttuğum ve her geçen gün alma açlığıyla yenilerini eklediğim kitaplarım var. Aldığım yenileri değilde zaman zaman okuduklarımı yeniden okurum. Yıllar sonra farklı bir ben olarak okurum. 18’inde ki ben ile 30’unda ki ben farklı bakar roman kahramanına. 40’ından sonra ki ben ise Önce yazara bakar onun hayatını inceler, romanın geçtiği dönemi inceler sonra romanı bir daha okur. Bu sefer yazarın gözünden görmeye çalışırım kahramanı.

2014 yılı benim için böyle bir yıldı, yeniden ama yeniden herşeyi keşfetmeye çalıştığım bir yıl. Yaşar Kemal’in hayatı ile romanları arasında gidip geldiğim bir yıl. Yaşar Kemal’in hayatını internetten araştırmak bana yetmedi. Hastalığı dolayısıyla kimselerin ulaşamadığı bir dönemde, onu tanıyan bilen birilerinden dinlemeyi daha çok istedim.

Tesadüf diye birşey yok, sadece zamanı geldiğinde ve üstünde düşündüğünde, olmasını istediklerin birer birer gerçekleşiyor. Feridun Andaç’ın Edebiyat Seminerlerinden biri “ Yaşar Kemal- Değişimin Anakara’sını Yaratmak” idi. (şubat 2015) Hemen kayıt oldum. Artık Yaşar Kemal’in romanlarına bir başka açıdan bakabilecektim.

Fark yaratan anlar 

Gördüm ki Yaşar Kemal’in hayatında da fark yaratan anlar ve kişiler var. İster mucizeler, açılan kapılar de, ister dönüm noktaları. Adına her ne dersen de yaşamı değiştirip bir başka yöne akmasını sağlayan farkındalıklarımızdır onlar.

Beni en çok etkileyen, daha 5 yaşındayken camide gözü önünde babasını öldürmeleri ve yaşadığı şok etkisiyle dilinin tutulması.  Hayata zor başlamış Yaşar Kemal, tıpkı kahramanı İnce Memed gibi… Yaşamları hep mücadele içinde, zor şartlarda…

Feridun Andaç ile söyleşisinde şöyle der;

“Ben de İnce Memed gibi mecbur insanım. O, Abdi Ağa’ya başkaldırıp dağa çıkmaya mecburdu; ben de okumaya yöneldiğim günden beri mecburdum yazmaya… Anlayacağın aga, ben de İnce Memed de mecbur insanlarız…”

Yaşar Kemal Romanlarındaki Görsel Yolculuk

Lise yıllarımda, sadece eşkiya gerçeğine bakış, dönemsel bir olayın anlatımı olarak gözlemlediğim İnce Memed, bugünkü ben olarak baktığımda uyanışın, başkaldırının, cesaretin, merhametin yer aldığı, adaletin sorgulandığı, irdelendiği bir roman. Bununla birlikte okuduğumda beni adeta içine alan, muhteşem doğa betimlemeleri…

O çakır dikeninin acısını, sazlıkların sesini, sarı çiğdem çiçeklerini, ırmağın dağların taşlara açtığı oyukları hepsini ama hepsini görüp, hissettim… Okurken karşıma çıkan görsel bir yolculuktu benimkisi.

“Çakırdikeni bittiği yerde bir iki, üç dört tane bitmez. Öyle üst üste, öyle sık biter ki arasından yılan geçemez. İğne atsan çakırdikeninden yere düşmez.
Baharda zayıf, açık yeşildir. Hafif bir yel esse, toprağa değecekmiş gibi yatar. Yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peyda olur. Sonra yavaş yavaş dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu… Sonra mavi gittikçe koyulaşır. Bu en güzel mavidir. Bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. Gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. Gün batarken sular nasıl kızarır, çakır dikeni tarlasıda öyle kızarır.”


Kitaplar her okuyanı ne kadar etkiler hiç bilinmez. Ama Yaşar Kemal’in hayatını derinden etkileyen kitapları veren Güzin Dino, onun hayatındaki dönüm noktalarından biri. Seminerden kısa bir not;

“Yazar Güzin Dino, okumayı seven, araştıran, gözlemleyen Yaşar Kemal’e bir çok kitap temin eder. Kitapların arasında Cervantes’in Don Kişot kitabından 3 adet görünce ertesi gün ikisini geri götüren Yaşar Kemal’e 'Yaşar, ben sana Don Kişot’u üç kere okuyasın diye verdim' der.”

“Yaşar Kemal’in anlatım yolculuğunun ardında okuma eylemi yatıyordu, evet. Hayatı, okuma bilgisinin zenginliğini ayrıştran okumayı bir uğraşa dönüştürmüştü kendisi de.” (Feridun Andaç’ın Yaşar Kemal’i anlattığı Sözün Büyücüsü kitabından)

Hayat bize bir kapı açar bizde seçim yaparız. O kapıdan geçmeye, o yoldan gitmeye yada gitmemeye. seçim bizim… İnce Memed’in de seçimleri var hayatında, birde vaz geçemedikleri… ilk göz ağrısı, sevdiceği Hatçe ...

Yaşar Kemal’in de hayatında büyük rol oynayan, hayat arkadaşı, dostu, aşkı, sırdaşı, öğretmeni, editörü, çevirmeni kısacası herşeyi, dünyaya açılan penceresi Tilda. Yaşar Kemal’in yazarlık yolunda önemli bir dönemeç bu aşk dolu başlangıç. En güzel romanlarını bundan sonra yazdığı söyleniyor.

Ağaları, jandarmayı, zalimliği, zulmü, acıyı, ölümü bir kelime ile anlat deseler hiç düşünmeden “Diken” derdi İnce Memed. Köylülerin dikeni ateşe vermesi ise direnci, başkaldırıyı simgeliyor olsa gerek.

Her ciltte başka bir dikenin hikayesini anlatmış Yaşar Kemal. İlkinde Çakır dikeni, ikincisinde Karaçalı, üçüncüsünde Keven ve dördüncüsünde ise Deve dikeni.

Dünya, Yaşar Kemal’i İnce Memed ile tanımış, aşkı Tilda sayesinde. Kırkdan fazla dile çevrilen İnce Memed’i ilk yayımlandığı yıldan iki yıl sonra tüm dünya okurları ile paylaşmışız ve halen paylaşmaya devam ediyoruz.

Yaşar Kemal “Edebiyat bir mucizedir “ der;

Semih Gümüş ise “Yaşar Kemal bize bir mucizedir” der.

Ben mucizlere inanırım, ya siz?


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.

Devamını Oku »

Cumhuriyet ve Kadın

0 yorum

Bugün Cumhuriyet tarihinde kısa ama anlamlı bir gezi yaptık.

Oyuncak Müzesi'nde Yasemin Sungurla Kitap ile Sohbet gurubu için  İTK Usakizade Köşkü Müdürü Ahmet Gürel 'in hazırladığı “Cumhuriyet ve Kadın” konulu belgesel gösterimi ile başlayan sohbetimiz, seçtiğimiz birbirinden değerli Cumhuriyet Kadınlarının yaşam öyküleri ile devam etti.

TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi arşiv kayıtlarından ulaştığım “1900 sonrası Türk Biliminsanları” listesinde herbiri birbirinden değerli biliminsanlarının arasından iki kişiyi seçmek çok zor oldu benim için. Hepsinin emeğine saygım sonsuz.

Onlar gurur kaynağımız iki bilim insanı, onlar çalışkan örnek Cumhuriyet kadını…


NASA’da çalışan ilk Türk bilim kadını ünvanı Prof.Dr. Dilhan Eryurt’un

Yaptığı araştırmalarla “Güneş'in parlaklığının oluşumundan bu yana gittikçe artmadığını, geçmişte çok daha parlak ve sıcak olduğunu ortaya koyması yeni başlayan uzay uçuşlarının seyrini değiştirir.


Aya ilk iniş için yaptığı başarılı çalışmalar ve ardından gelen 1969’da Apollo Başarı Ödülü ile ödüllendirilmesi bir tesadüf değil elbet.


Laboratuvarda geçen bir ömür… 

Böcekleri inceleyerek insanların hayatlarını değiştiren bilim insanı Prof. Dr. Semahat Geldiay

İnsanı anlamak için, insanla benzerlik gösteren böceklerde sinir hormonlarını ve onları salgılayan hücreleri kullanarak, devrim yaratan projelere imza atması, yazdığı makalelerle dünyanın öbür ucunda bile onunla çalışmak isteyen bilim insanlarının olması sırf bu yüzden.
Onlar  Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni biliminsanlarını yetiştirdiler. 

Onlar tarihe damga vuracak buluşlarıyla insanların dünyasını değiştirdiler.

Onlar gurur kaynağımız iki bilim insanı, Cumhuriyet kadını…







Devamını Oku »

Gitme Zamanı...

0 yorum

Çok kalabalık, her kafadan bir ses çıkıyor, gürültülü. Herkese laf yetiştiriyorum. Konudan konuya, mekandan mekana atlıyorum. Bir bakıyorum kendimle kavga halindeyim, bir bakıyorum karşımdakiyle.

Kalabalıktan kaçıyorum ama kalabalık kafamın içinde benimle her yere geliyor.

Yoruldum... Benimkisi zihin yorgunluğu. Bu gün sabahtan beri evde yalnızım, sadece kafamın içindeki kalabalık ve ben. Kendi sesimi bile duymadım. Sadece zihnimden geçiyor kelimeler. Ama öyle sakin sakin değil ardından atlı kovalıyormuş gibi…

Kendim soruyorum, cevaplıyorum. Cevabı beğenmiyor reddediyorum, savunmaya geçiyorum. 

Bugün, aklından düşünceler geçen kadınım ben…
Kütüphanemden bir kitap alıp rastgele bir sayfa açıyorum bana iyi gelsin diye.
Sorular var cevaplanmadan önce düşündüren. Sorular var, saniyesinde cevapları karşıma çıkan.
Cevapların arasında sıkışıp kaldığımızda, tüm oklar aynı yönü gösterdiğinde farklılıkları görmek, yeni yollar bulmak adına “Gitme Zamanı” gelmiş demektir.

Aret Vartanyan’ın kaleme aldığı “Gitme Zamanı” elimde, şimdi dudaklarından sözcükler dökülen kadınım…

“Gerçekten hayattan ne beklediğin değil, nasıl bir hayatı şekillendirmek istediğinin cevabını ara.”

Düşünmeden edemiyor insan, sorguluyor bu hayatı ve hayattan beklentisini. Ama hiç düşünmüyor nasıl bir hayatı şekillendirmek istediğini.

Nereden geliyorsun?

Kimsin?

Nesin?

Nereye gidiyorsun?

Bir yanda günlük yaşamın içinde insanın kendisini, çevresini, yaşantısını sorgulaması… Bir yanda görünmeyenin ötesi, gizemli, kadim bilgileri bu güne taşıyan mistik bir yolculuk… Diğer yanda aşkın, kavgaların, ihanetin anlatıldığı bir yaşam…. Her başlangıç bir son…

Bir yanda görünen dünya, diğer yanda ötesi …

“Kendinden, özünden uzaklaşarak yok olmak yerine, varoluşuna saygı duyarak, cesaretle, vazgeçmeden yüreğinde taşıdıklarını yaşayanlar, nasıl görünürse görünsün, ne söylenirse söylensin, her “zaman”da kazanan olacaklardır.”

Yüreğinde sevgiye kocaman yer açmış bir kadınım…



Devamını Oku »

Haritam var yine de kayboldum

0 yorum

Erkeklerin yer ve yön duygusu kadınlara göre daha gelişmiştir. İtiraz edemiyorum bilimsel deneylerle kanıtlanmış bir gerçek bu, onların genlerinde var. 

Binlerce yıldır avlanmak için yaşadıkları yerden uzaklaşıp, zihinsel haritalar yaratarak uzaklık hesaplayan ve tekrar yaşadığı yere geri dönebilen insan cinsi erkekler.

Kadınların genlerinde kodlu olan bulundukları yaşam alanını, çocukları korumak, kollamak ve düzeni sağlamak olsa gerek zira ben elimde harita varken bile kaybolabiliyorum.

Haritada hedefi işaretliyorum, eşime gösteriyorum işte burayı gezmeliyiz. Önce eşim ve çocuklardan gelen itirazlara dayanmalı ve onları ikna etmeliyim, burasının gerçekten görülmeye değer olduğuna. 
Sonraki aşama kolay, eşimin yön bulma duygusuna güveniyorum. Onu takip etmeliyim. Arada küçük bir sorun var. O zihninde haritaladı, yolu belirledi ve hedefe kitlendi, gerisi teferruat. Onda tek çekmece açık “hedefe gidilecek”. 

Bendeki durum daha farklı neredeyse 8 çekmece birden açık. Mesele arayı fazla açmadan takip edebilmekte…

Önden giden, yolu bileni takip et.

Her şekerleme, çikolata, waffle ve elektronik eşya satan dükkana dalan büyük çocuğu takip et, hedefe döndür.

Elinde direksiyon varmış ve vites atıyormuş gibi hayali araba kullanan küçük çocuğu takip et, yön ver, hedefe döndür.

Arada sağa sola bakıp neredeyiz, hangi dükkanlar var, gezilecek ilginç mekanlar var mı, bir şeyler yiyip içmek için mekanlar nasıl, gibisinden etrafı incele.

Arada bir hafızadan alınacaklar listesini gözden geçir.

Beğendiğin yapıların, bisikletin, sokağın, tabelanın ve ilginç gelen yada güzel gelen her şeyin fotoğrafını çek.

Sokağın tadını çıkar…

Aynı anda birden fazla işi yapma becerisi kadınlarda daha fazla gelişmiş deniyor.  Aslında bir çok işi hem kadınlar hem erkekler yapabiliyor. Kadın- Erkek diye kesin çizgilerle ayırmak yanlış olur.

Aklıma yakınlarda okuduğum “Erkekler Soldan Kadınlar Sağdan” adlı  kitap geldi. Davranış Bilimleri Uzmanı Psikolog Aşkım Kapışmak, kadın- erkek arasındaki düşünsel farklılıkları esprili bir dille anlatıyor bu kitabında.

Her ne kadar kadınların beyninin sağ lobunu, erkeklerinde sol lobunu kullandığı söylense de istisnalar mümkün. 

Eşim ve oğullarım kendi ortak konuları olan bir müzeye girdiler. Elimde haritam tek başıma Amsterdam sokaklarındayım, Çanta ve Cüzdan Müzesini arıyorum. Yol boyunca dört ayrı kişiye sormak zorunda kaldım. Sonuncusu, kadın olan haritayı tutuşumu düzeltti, üzerine kalemle yolu çizdi ve karşı caddeye yönlendirdi. Ben müzeyi elimle koymuş gibi buldum. İstisnalar kaideyi bozmaz...

Her şeyin çözümü içimizde sabır,  hoşgörü ve sevgiyle bakalım her şeye ve herkese…

Sevgiyle kalın,

Devamını Oku »