Yanlış Bilineneler

Halvet

Herkesin sevdiği ve ilgiyle izlediği Muteşem Yüzyıl dizisi bizim evde de gündeme oturdu. Normal zamanda akşamları televizyon karşısında kilitlenip kalmadığımız için çocuklar bizim ne izlediğimizle ilgilenmiyorlardı. Geçen hafta arkadaşlarımız yemeğe geldi. Eve misafir gelince çocukların rutini bozulur ve şımarırlar ya aynen öyle oldu . Bizim çocuklar da misafirlerle beraber televizyona kilitlendi, diziyi seyrediyorlar. Küçük oğlumu odasına götürmeye ikna ettim oyuncaklarıyla bir oyun kurdum. Lego denince akan sular duruyor. Oynamaya başladı. Elde var bir.

Şimdi salondan çıkma sırası büyük oğlumdaydı. İçeri girmem ile soruyu sorması bir oldu. “Anne halvet ne demek? ” Misafirler dahil herkes bana bakıyor. “Sana doğrusunu anlatmak için araştırmam gerekiyor. İstersen beraber bakalım belki internetten buluruz“ dedim. Sakinim ama bir o kadar da tedirgin gerçekte anlamını bilmiyorum kelimenin. Neyseki reklam arası imdada yetişti. Biz araştırmaya başladık. İnternette zaman alıyor, o siteye gir, buna gir ,hangi bilgi doğru biraz canımız sıkıldı. Aklıma NTV Tarih dergisinin eki geldi “Harem”, belki orada doğruyu bulabilirdim. Necdet Sakaoğlu ‘nun yazdığı Harem ile ilgili açıklamalarda Halvet’in tanımıda vardı. Oğlumla beraber okuduk. Uykusu geldiği için dizinin devamını seyredemedi. Ama bize de yanlış bilinen bir şeyin doğrusunu öğrenme fırsatı verdi.

Necdet Sakaoğlu’nun notlarına göre Halvet ;  “Harem için sevindirici bir haber “Halvet”ti . Padişah, bahar ve yaz mevsimlerinde, haremden gelen istekleri de dikkate alarak halvet izni verirdi. Hasbahçenin çevresindeki yollar, kapılar kesilir, Sarayburnu açıklarındaki deniz trafiği durdurulurdu. Surların üzerine arkaları dönük olarak sıralanan silahlı Bostancılar, bahçenin her köşesinde yine arkaları dönük nöbete giren harem ağaları, Hasbahçe’nin yakınından uzağından kuş uçurtmazlardı. Kıskanç ve mutaassıp kimi padişahların ise halvet günü müezzinlerin ezan okumak için minarelere çıkmalarını yasakladıkları olmuştur. Halvet boyunca cariyeler hasbahçede gönüllerince eğlenirlerdi. Eklemekte yarar var: Harem halkının biniş kapılarından çıkıp Hasbahçeye gitmeleri sırasında da geçtikleri yerlere iki taraflı zokaklar gerilerek kapalı bir koridor yapılırdı. İkindiye doğru Kızların Harem’e dönmeleri koşuldu. Halvet yapılan hasbahçelerde, seralar, limonluklar, ıhlamurlar ve selsebiller vardı.“



0 yorum :

Teknoloji Şımarıklığı!

Hayat zaten zor, teknoloji ile hayatımızı kolaylaştırdığımızı zannederken aslında yavaş yavaş çocuklarımızı zehirliyoruz.



10 yaşında olan oğlum, yanıma geldi çok mutsuz olduğunu söyledi. "Televizyonda ki hiç bir diziyi seyrettirmiyorsun bari arkadaşlarımda gördüğüm elektronik oyuncaklardan al." "Neymiş bu oyuncaklar?" dedim. Başladı saymaya "PlayStation, Nintendo Wii, iPod, Play Station Phone (Xperia Play), cep telefonu, PSP ( PlayStation Portable)...." liste uzayıp gidiyor bunlar benim aklımda kalanlar. "Bilgisayar var evimizde ve Wii de var. Bazı oyunları oynayabiliyorsun ama" dedim. Bilgisayarda şifre varmış her istediğini oynayamıyormuş! Wii 'yi de evde herkes kullandığı için ona ait değilmiş! "Dizilerin hiçbiri senin yaşına uygun değil, ayrıca çok geç saate kadar sürüyorlar, uykundan zaman çalmak istemiyorum" dedim. Surat astı bana . Resmen teknoloji şımarıklığı....

Okulda arkadaşlarında cep telefonu, iPad, İpod ve PSP olan var evlerine gittikçe de Wii olduğunu görüyor. Sınıfta dizi kahramanlarını anlatıyorlarmış birbirlerine, hatta herkes bir karaktere bürünüp oynuyorlarmış dizileri (Arka Sokaklar, Muhteşem Yüzyıl, Yemekteyiz, Türk Malı....)

Hayat zaten zor, bizde teknoloji ile hayatımızı kolaylaştırdığımızı zannederken aslında yavaş yavaş çocuklarımızı zehirliyoruz. Elektronik aletlerden - özellikle cep telefonu, bilgisayar ve televizyondan- çıkan radyasyon tehlike saçıyor. Biz onların üç beş damla göz yaşlarına, "ama herkeste var bir bende yok" duygu sömürülerine kanıyoruz. Zaafımız var çocuklarımıza yada kendi çocukluğumuza.....

Hayatımıza teknoloji girdikçe doğallığımızı, samimiyetimizi, aile bağlarını kaybediyoruz farkında olmadan. İnsanlara, çevreye, vatana, emeğe, büyük fikirlere, ebeveynlere ve kendimize saygı ve sevgimiz kalmıyor. Bencil, disiplin sorunu olan, obez, umursamaz çocuklar ve gençler yetiştiriyoruz, her şeyleri önlerine sererek. Çaba sarfetmeden ulaşıyorlar istediklerine ve sonunçta elde etmenin mutluluğu kısa sürüyor.

Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı kitabı okuyorum (yazan Grigoriy Petrow) Kitapta Fillandiyalı Johan Wilhelm Snelman 'nın 1831 de köy köy gezip ailelere, ülkenin kalkınması için okullara ve çocukların okumalarına önem verilmesini anlatan konuşmalar yapıyor. Bu halka seslenişten bir paragrafı sizlerle paylaşmak istedim.

"Ne ekerseniz onu biçersiniz,

Ne pişirirseniz onu yersiniz,

Çocuğun aklını ve kalbini, içinde ısırgan ve yabani ot biten terk edilmiş tarla haline getirmeyin.

Anneler ve babalar çocukların akıllarının ve kalplerinin mantıksız ve sevgisiz gelişmesine mani olun. Bu sadece sizin şahsi, ailevi sorununuz değil. Bu toplum, millet ve devlet sorunudur. İstediğiniz gibi mükemmel anayasalar hazırlayın, en liberal kanunları yazın ama eğer binlerce çocuğumuz hayata küçük, önemsiz insanlar olarak adım atarlarsa, parlamentolar ve bütün hukuk düzeni mevcut olduğu halde; umumi ve sosyal hayat, yine sönük ve paslı olacaktır."


Beyaz Zambaklar Ülkesinde yazan Grigoriy Petrov

Kitaptaki en çok sevdiğim bölüm. "Fillandiyalılar şöyle diyorlar : Okul bizim en önemli varlığımızdır. Bizde ne sizdeki Ural madenlerinden, ne de Sibir altınlarından var. Doğa, nimetlerinden bizi mahrum etmiş, her şeyi kendi gücümüzle yapıyoruz. Vatandaşlarımızdan ellerinden gelen her şeyi yapmalarını istiyoruz. Bu yüzden fabrikalarda çeliği işler gibi okullarda gençleri işliyoruz. Her şeyi okullarımıza borçluyuz. Okullarımız elimizden alınırsa, bizler mahvoluruz. bir kültür, 600 yıla yakın İsveç sınırları içinde yer alan özerkliği olmayan Fillandiya 'nın daha sonra Rusya ile birleşmesi.

Sevgiyle Kalın
Hüma Oktay


0 yorum :

İNAT

Anahtar kelime; "Sabırlı olmak"

Çocuklar da 2,5 yaş, gelişimin en büyük kriz dönemlerinden biri olarak kabul ediliyor. Bu zorlu dönemde çocuklar dengesiz, olumsuz, kararsız ve isyankardır. Büyüklerin sözlerini dinlemez, hatta tersini yaparlar, eylemleri kısıtlandığında öfkelenirler. Aslında bu dönem her çocukta görülebilen doğal bir geçiş evresidir. Biz anne- babalar bu değişimleri kötü huyluluk olarak yorumlamaz ve sabırlı olabilirsek, çocuklarımızın olgunlaştıkça, davranışlarının olumlu yönde değiştiğini gözlemleme şansımız olur.
 "Sabırlı olmak" anahtar kelime. Herkes, her an sakin olup, sabrını koruyamıyor malesef. Büyük oğlumun  2.5 yaş döneminden son hatırladığım sahne;  Bitez sahilinde gece yürürken, yani biz yürümeye çalışıyoruz, oğlum yüz üstü yere yatmış ayaklarını çırpıyor, ellerini kurbağlama yüzüyor gibi yapıyor. Biz yerden kaldırmaya çalıştıkça "Hayır ben yürümicem, yüzücem" diyor. İnsanlar çocuğun üstüne basmamak için adeta sek sek oynuyorlar, yolda yürüyen köpekler yerde yatan oğlumu kokluyor.  Ben ağlamaklı artık dayanamacağım, kaç dakika orada inatlaştığımızı hatırlamıyorum ama bana çok uzun gelmişti. Sonunda  eşim ve ben elele tutuştuk "Biz gidiyoruz, bizim aramıza girip elimizden tutma sakın" dedik. Bir iki adım attık ama benim içim içimi yiyor, gerçekten peşimizden gelecek mi? yoksa yerde mi kalacaktı?  Biz yavaş adım ilerliyoruz, arkamızdan koşarak gelip ellerimizi ayırdı ve ortamıza geldi. Artık üçümüz elele yolda yürüyorduk. Anlatırken sanki hemen olayı kontrol altına almışız gibi gözükmesin aslında bayağı bir dil döktük. Hatta ablam ve eniştem de bizimleydi onlarda ayrı ayrı dil döktü ama bizim ki inadına sadıktı.  Arabaya vardığımızda üstünü değiştirdim, ellerini ve yüzünü ıslak mendillerle temizledim. Eve gittiğimizde yıkanmayı neyse ki reddetmedi.   

İkinci oğlumun inat dönemi daha uzun sürdü. 2,5 yaşta  başlayan inat 3,5 ve hatta 4 yaşına kadar azalan oranlarda devam etti. Her söylenene itiraz ediyordu. Cevap hep "Hayır ,Olmaz, Asla" oluyordu. Olumsuz cevap sayısından inadın gücünü görüyordum. İkna etmesi çok zordu. Bazen ben vaz geçtim, bazen o vazgeçti. Bir gün  parkta oyun oynadık eve geldik, banyo yapsın istiyorum güzellikle ikna edeceğim aklım sıra ... "Seni yıkayayım temiz sularla, pırıl pırıl parla" dedim. Cevap hemen geldi "Hayır ben temiz olmak istemiyorum, beni pis suyla yıka". "Tamam pis suyla yıkacağım" dediğimde de "Hayır pis suyla yıkanmayacağım" diyordu.   Bir başka gün yemek yedirmeye çalışıyorum, "Yemeğini ye, seni çok güzel bir yere götüreceğim" dedim. Ağlamaya başladı "Beni güzel bir yere götürme, kötü bir yere götür."  Mutfaktan fırlayıp babasının yanına gitti ağlamaklı "Baba, annem beni kötü bir yere götürsün." ....... 

Bu süreç azalmaya başladı. Artık daha az "Hayır" diyor, en azından "Hayır ,Olmaz, Asla" üçlemesini kullanmıyor. Daha az çatışmaya giriyoruz. Çocuk psikolojisiyle ilgili okuduğum tüm kitaplardan farklı ip uçları aldım, hepsini uyguladım. Ama bu geçen zaman içinde anne ve baba olarak bizlerin sabrımızı koruyarak, sakin kalmanın her şeyden daha önemli olduğunu, bunu uygulamanın ise zor olduğunu öğrendim.

Geçen haftalarda küçük oğlumun okulunda bir seminere katıldım. Konusu "Çocukların inat döneminde sınırlar ve sorumluluklardı." Konu anlatımı sonunda soru - cevap şeklinde devam ettik. Velilerden biri çocuğuyla ilgili bir anısını paylaştı. Arabada giderken anne çocuğa yoldaki Jandarma arabasını göstererek  "Aaa bak Jandarma" diyor çocuktan gelen cevap ise çok açık " Hayır Jandarıcam işte !! "  

Şimdilerde ise bu 2,5 yaş inat dönemi bizim hayatımız da  tatlı birer anı olarak yerini aldı. 

Tüm annelere ve babalara bol sabır diliyorum. 
Sevgiyle Kalın
Hüma  


 Not: Prof. Dr. Haluk Yavuzer  "Çocuk Psikolojisi" (doğum öncesinden ergenlik sonuna...)  tavsiye ederim. 





0 yorum :

Rusya'dan İstanbul'a gelen notaların büyüsü

Piyano Öğretmeni Liza Karakoç ile yaşam, anne olmak, çocuklar ve müzik dolu bir söyleşi



1) Bize kendinizden bahseder misiniz?

Rusya’nın Güney Ural bölgesinde doğdum. Küçük bir şehirde büyümeme rağmen istediğim ve sevdiğim alanlar da maksimum eğitim alma şansım oldu. 4 yaşım’dan 6 yaşıma kadar bale çalıştım, ayrıca basket, satranç ve buz pateni yaptım. Bunlardan bazıları, bütün yaşamım boyunca sürdürdüğüm hobilerimdir.


2) Piyanoya kaç yaşında başladınız?

7 yaşım’ dan başlayarak ,7 yıl müzik okulu, 4 yıl profesyonel müzik kolleji, sonra 5 yıl pedagoji Üniversitesinde müzik bölümünü bitirdim. 14 yaşımda kollej’de okurken pedagoji pratiği yapmaya başladım.


3) Kaç yıldır Türkiye'desiniz?

10 yıldır Türkiye de yaşıyorum. Eşim opera sanatçısı ve Türk Halk müziği yorumcusu. 7 yaşında bir oğlumuz var.

4) Doğduğunuz yerde belli bir kültür ile beslenerek büyüdünüz, şimdi Türkiye'de başka bir zengin kültürde mesleğinize devam ediyorsunuz. Bu size bakış açısı zenginliği kazandırdı mı?

Rusya her yönden değişik bir ülke. Bizdeki iklimin yelpazesi çok geniştir: kışın – 40’a kadar düşebilir, yazın ise + 40’a kadar çıkabilir. Geleneksel kültürü çok zengindir çünkü bir çok farklı halkın dini, mentalitesi ve yaşam tarzı ile yoğrulmuştur. Böylesine yoğun bir kültürden iyi şeyler almak ve yapmak isteyen bir insan çok şey bulabilir. Farklı dinlerden komşularımızla, her zaman birbirimize saygı göstererek yaşadık. Ayrıca ben şuna inanıyorum ki hangi din olursa olsun iyi insan dinde iyi şeyleri görür, kötü insan da dini çıkarları için kullanır.

Türkiye ilk geldiğim de, piyano dersi vermekten ürktüm çünkü başka gelenek, dil, kültür ve yaşam tarzı, öğretmeyi zorlaştıracak diye düşündüm. Bir süre sonra anladım ki çocuklar bütün dünya da aynı.

Türkiye ikinci vatanım olduğu için zengin kültürünü anlamak istedim. Ve tanıdıkça insanlarınızın sıcak, samimi ve yetenekli olduğunu gördüm ve piyano öğretmenliği yapmaya karar verdim.

5) Anne olmanın sanatınıza nasıl bir yansıması oldu? Oğlunuz Ediz Doğan henüz 7 yaşında ama çocuğunuzdan birşeyler öğreniyor musunuz?

Oğlum doğduktan sonra hayata bakış açım değişti, hayatım daha renkli oldu, ben daha hassas oldum. Onunla birlikte geçirdiğim her andan mutluluk duydum.

Zaman çok hızlı geçiyor, çocuklar hızla büyüyorlar hayatın her anından keyif almak, tadına varmak gerekiyor.

Çocuklar çok doğallar ve bizler büyüdükçe doğallığı yitiriyoruz. Oğlumdan doğallığı kaybetmemeyi öğrendim.

6) Çocuklara ve yetişkinlere piyano dersleri veriyor ve onlarla konserler düzenliyorsunuz. Bu konserlerden sonuncusunda çocuğunuzun da sizinle birlikte sahneye çıkması sizi nasıl etkiledi? Neler hissettiniz?

Her konser de çocuklar sahneye çıkarken her biri için ayrı ayrı heyecanlanırım ve korkarım ama bu kez kendi oğlumla sahneye çıkarken daha fazla korktum, heyacanlandım. Birlikte piyanonun başına oturup tuşlara basmaya başladığımızda bütün korkularım geçti ve keyif aldım, gururlandım.

7) Piyanoya başlamak için hangi yaşlar daha uygundur?

Çocuğun yapısına bağlı olarak genellikle 5-6 yaşında piyano derslerine başlamak uygundur denenebilir. Ben oğlum 4 yaşındayken denemelere başladım, çünkü müziğe olan merakını ve ilgisini farkettim. Ama benim için çocuğumun yetineğinden çok çalışkan olması daha önemli. İnşallah öyle olur. Çocuğuma bu yaşlarda bir çok şey denettirmek istiyorum, umarım bir ya da bir kaç tanesi hayat boyunca yaşamında kalır.

8) Çocukların piyano çalmaya başlaması için yetenekleri mutlaka olmalı mı? İstemeleri yeterli midir?
Bence piyanoyu iyi çalabilmek için yetenek önemli değil. Sevmek, sabırla çalışmak ve en önemlisi de devamlılığı korumak. Bu konu da önlü Rus besteci ve piyano öğretmeni Dmitriy Kabalevski’ nin bir sözünü paylaşmak isterim. Oğluna Kabalevski’ den piyano dersi aldırmak isteyen bir baba, yeteneği olup olmadığını sorar. Kabalevski ise "matematik dersi aldırmak istediğinizde aynı soruyu soruyor musunuz?" der.

Tabiki bütün bunlar küçük yaştaki çocuğun algılayabilcekleri şeyler değil. İşte bu aşamada anne-babalara büyük sorumluluk düşüyor. Öncelikle çocuğun istek ve çalışmasına önemsemek ve bunu ona hissettirmek çok önemli. İkincisi ise, genellikle hobi olarak düşünüldüğü için işin organize yanını önemsemiyor anne-babalar. Mesala, okullar Eylül’de başlamasına rağmen Kasım’dan önce başlanamıyor piyano derslerine. Bu durumda Haziran’da başlayan uzun yaz tatiline kadar ki bu süreçten, nasıl verim alınabilir?

9) Piyano eğitiminin çocuk üzerinde ki etkisi neler olabilir?

Müzik de tıpkı Matematik ya da satranç gibi yüksek beyin fonksiyonları gerektiren bir uğraş. Piyano ise özellikle beyin ve beden arasındaki bağlantıyı kurması bakımından çok önemli bir müzik aletidir.

Dünyada bir çok bilim insanının yaptığı araştırmalar deneyler var bunların sonucu gösteriyor ki; Piyano, beynin notaları algılaması, parmakların tuşlarda gezinmesi ve ayağın pedala basması için emir vermesiyle bir koordinasyon oluşturur. Bu da beyindeki birden fazla bölümün çalışmasını sağlar; çok yönlü düşünceyi geliştirir, görsel dünyayı alglayabilmelerini sağlar, beynin her iki bölümünü de çalıştırır.

Bilim insanları;Çocukların fen ve matematik dallarında başarılı olduklarını ve en önemlisi piyano çalışmanın IQ (zeka katsayısı) ve psikoloji üzerindeki olumlu etkilerini deneylerle kanıtlamışlardır.

10) Bazı çocuklar piyano dersi alır, kimi 3 yıl sonra, kimi 6 yıl sonra bırakır. Profesyonel olarak piyanoya devam etsin etmesin çocukların müzikle ve piyanoyla tanışmalarının onlara hayat boyu sağlayacağı faydalar nelerdir?

Çocuklara piyano dersleri hobi amaçlı aldırılsa bile, en azından kaliteli yaşama geçişte bir alışkanlık olabilmesi sağlanmalıdır. En önemlisi de ilerde hangi işi severek yaparsa yapsın sistemli ve disiplinli olmayı müzik derslerinden düşündüğünüzden daha çok öğrenme şansı vardır.

Bence her çocuk müzik, dans, bir tane grup sporu ve satranç dersleri almalıdır.

Müzik eğitimi beyini yoğurup şekillendirirken daha zeki, daha duyarlı ve daha sosyal bir neslin de tohumlarını atıyor. O yüzden çocuğunuz bir kaç yıl sonra piyano dersleri bırakmış bile olsa kesinlikle çok faydalı olacaktır.

Bütün bunların sonunda. Yıl da en az 2 resital olması gerektiğini düşünüyorum. Sahnede olmak çocukların öz güvenlerini geliştiriyor. Resitale çıkıp 1 parmakla 2 nota çalsa bile sahneye çıkmanın müthiş heycanını yaşamak çok güzel birşey!

Siz de denemek ister misiniz?







0 yorum :

Bende uyumak istiyorum, kesintisiz birkaç yıl...

“Beni neden götürüyorsunuz? Ben burada yatmak istiyorum.” 

Bugünlerde çok güzel bir kitap okuyorum yada benim isteklerime karşılık verdiği için kitap bana güzel geliyor. “Ferrari’sini Satan Bilge” yazan Robin S. Sharma. Hayatınızın düzene girmesi için bir çok öneride bulunuyor.

Her gün odaklanmış olarak on dakika düşünün,

Gülümseyin, her gün mutlaka hayatınızda gülecek bir şeyler bulun,

Düşüncelerinizi hep olumluya çevirin, her koşulda pozitifi arama alışkanlığını geliştirin,

Zihniniz ve bedeniniz için vakit ayırın, taze meyve ve sebze yiyin, sabahları erken kalkın güne güzel sözler ve güzel düşüncelerle başlayın.

Sabah erken kalkmak için altı saat kesintisiz uyumak gerekirmiş. Altı saatlik kaliteli ve kesintisiz uyku, on saatlik kesintili uykudan daha iyiymiş ve insanı zinde tutarmış.

Kesintisiz uyku, kesintisiz uyku ….. düşündüm bulamadım en son ne zaman kesintisiz bir uyku uyumuştum.

Oğlum 5 yaşında gece uykuya yatmadan önce ona kitap okuyorum ve uykuya dalana kadar da başında bekliyorum. Genellikle önce herkes kendi yatağında yattığı için uykuya dalışta bir sorun yok. Ben diyeyim 02.30 siz deyin 03.00, önce parkede çıplak ayak sesi duyuluyor. Yatağın ayak ucundan biri girip tam ortamıza yerleşiyor. Birde anne üstümü ört diye beni uyandırıyor. Tabi ben onun biraz uykuya dalmasını bekliyorum. Daha sonra onu yatağına götürüyorum ama artık o kadar ağırlaştı ki yatağına yatırırken tekrar uyanıyor. “Anne yanımda kal” diyor, uykuya dalana kadar bekliyorum. Kendi yatağıma gittiğimde belim ve boynum tutulmuş oluyor. Kendi yatağımın ve yastığımın üstünde yatmanın keyfini sürerken, renkli rüyaların birinden diğerine koşarken bir ayak sesi ….. olamaz, gene ayak ucundan, tam ortadan biri bizim yatağa tırmanıyor üstelik bu sefer yüksek sesle söylenerek.

“Beni neden götürüyorsunuz? Ben burada yatmak istiyorum.”

Bu gürültüye eşim de uyanıyor. Oğlumuzun uykuya dalmasını bekliyoruz, eşim onu odasına götürüyor. Tekrar huzura erdik, herkes kendi yerinde ancak hava aydınlanmak üzere, perdeleri kapatıyorum tekrar karanlık olsun diye. Gece boyu çok sıcak olduğundan içtiğim suların içimde durmak gibi bir istekleri olmadığını fark edip tuvalete gidiyorum. Odaya döndüğümde karanlıkta yastığımda birinin yattığını hissediyorum. O da ne oğlum gene gelmiş, inanmıyorum. İki kişilik bu yatakta üç kişi yatmak eziyetine katlanıp, onu odasına götürmekten vazgeçiyorum. Bu zaferi oğlum kazanıyor, tabi şimdilik ve sabah ailecek yataktan sürünerek kalkıyoruz. Bu yaklaşık 3 yıldır böyle devam ediyor ve daha ne kadar devam edecek merak ediyorum.

Kitabı okurken gece kesintisiz uyuyan, sabah erken kalkan ve güneşin doğuşunu seyreden insanlara çok imrendim. Bende uyumak istiyorum, kesintisiz birkaç yıl.


Sevgiyle kalın
Hüma Oktay
Annelerin kaleminden



0 yorum :

Çocukta iç disiplin mi? Dış disiplin mi?

Ben iletilerinin çocuklarda öz saygıyı arttırdığı gözlenmiş.

10 ve 4 yaşında iki oğlum var. Çok haraketliler, boğuşmaktan çok hoşlanıyorlar ve birbirlerini kıskanıyorlar. Her akşam evde kaos yaşanıyor, savaş veriyorum onları ayırmaya çalıştıkça kavga büyüyor ve sonunda kendimi bağırırken buluyordum. Neyi yasaklarsam arkamı döndüğümde yasağı deldiklerini görüyordum. Ben onları 365 gün 24 saat takip edemem ki! 1 saatten fazla TV seyretme, bilgisayar başında 30 dakikadan fazla kalma, çok şeker yeme, yatarken dişlerini fırçala, yemeğe oturmadan ellerini yaka .....vb. Evde huzur istiyordum sonunda imdadıma Dr.Thomas Gordon 'un kitabı yetişti. "Çocukta Dış Disiplin mi? İç Disiplin mi? " Ben dilinden bahsediyor. Çocukların dürtülerine kapılmamaları için verilen fiziksel ve sözel cezanın etkisi zaman içinde zayıflamaya başlarken, Ben iletisinin etkisinin azalmadığı ve Ben iletilerinin çocuklarda öz saygıyı arttırdığı gözlenmiş. İşte size kitaptan birkaç başlık

1) Amaç suçlayıcı Sen-dili'nin yerine Ben dili'nin kullanılmasını yerleştirmektir. 
Sen iletileri suçlama, değerlendirme, yargılama ve eleştiri yüklüdür.
sen diline örnek ;Televizyonun sesi çok açık senin yüzünden babanla konuşamıyoruz.
ben diline örnek ; Televizyonun sesi bu kadar yüksek olunca babanla konuştuklarımızı anlayamıyoruz.
Ben iletileri yetişkinlerin çocukları denetlemek için kullanabilecekleri bir yöntem değil, tersine kendilerini denetlemeleri için sorumluluğu çocuklara veren bir yöntemdir.

2) Çatışma çözmede; Kaybeden Yok Yöntemi
Birlikte kural belirlemek, çatışmaları önlemek demektir. Kuralları birlikte koymak yetişkinlerin kendi kendilerine kural belirlemelerinden daha etkili olur.

3) Sorun çözmede adımlar sorunu tanımlamak (gereksinimlerimiz nedir? Çocukların gereksinimleri nelerdir?) ; Çözümler üretmek; Önerilen her çözümü değerlendirmek; iki tarafa da uygun gelecek çözüm üzerinde anlaşmak.

Aslında Şubat tatilini bir savaş gibi görüp hazırlanmam gerekirdi ikiside evde ve sabahtan akşama kadar birbirlerini yiyecekler :) Ama yaşasın Thomas Gordon! Ben dilini sabırla kullandım, sorun çözme taktiklerini kullandım ve sonuç gördüm ki 10 yaşındaki oğlum da bile etkili oldu. Artık hepimiz duygularımızı dile getiriyoruz ve kavga etmeden çözüme ulaşıyoruz. Çok mutluyuz. Sistem Yayıncılığın çıkardığı Thomas Gordon'un Çocukta İç disiplin mi? dış disiplin mi? kitabını her anne babaya tavsiye ederim.

Sağlıkla, sevgiyle kalın

Hüma Oktay

Kitabı satın almak isteyenler bu adresten ulaşabilirler



0 yorum :

Sönen Mumumlar

Sevmek için çok geç, ölmek içinse çok erkendir.

Her sönen mumda geleceğin ışığını arar dururuz. Bir yaş daha büyümenin yada yaşlanmanın aslında üflediğimiz mumlarla ilgisi yoktur. Her geçen günün, hatta her geçen yılın ardından öğrendiğimiz bilgi, edindiğimiz tecrübe bizim kendimizi tanımamıza yeter.

Geçen yıllar bize, ya bozuk para gibi harcadığımız zamanı, ya da geçmek bilmeyen, akıp gitmeyen zamanı hatırlatır. Ama her yaşın, her yılın ayrı bir güzelliği, ayrı bir tadı vardır.

İlk onlu yaşlardayken hayat sadece oyundan ibarettir. Anne ve babalarımızın bize verdiği öğütler bir kulağımızdan girer bir kulağımızdan çıkar. Hele bir 18 yaşımızı dolduralım, sanki tüm güçler bizim elimizde olacakmış gibi davranırız. 18 yaş, ehliyet almanın, oy kullanmanın, hapse girmenin, şahit olmanın, mal mülk sahibi olmanın, sigortalı olmanın ve kısacası sorumlulukların hakların hükümlerin başlangıcı, oyunlar oynamanın, hayaller kurmanın sonu.

Yirmili yaşlara gelindiğinde hayattaki her şeyin yanlış olduğunu ve dünyayı da değiştirebileceğimizi düşünürüz. İnanılmaz bir enerjimiz ve hayal gücümüz vardır.

Otuzlara gelindiğinde hayatımızı yanlış yada eksik yönlendirdiğimizi net olarak görebiliriz. Ancak dünyayı değiştirebilme enerjimiz ve isteğimiz kalmamıştır. Hele birde elimizde kartvizitimiz bile yoksa kendimizi çırpındıkça batan bir bataklığın içinde gibi hissederiz.

Ya kırklı yaşlar, yeni bir hayata başlamak için çok geç ama varolan hayatı sürdürmekte bir eziyetse, yolun yarısına tığ teber gelmekten dolayı mutsuz oluruz. Hayatta atılımlar yapmanın, büyük değişimler yaşamanın en zor olduğu zamandır.

Ya ellili yaşlar, nasıl demeli bilinmez ama kimisine göre iş bitti, kimisine göre teneşir paklar. Sevmek için çok geç, ölmek içinse çok erkendir.

Altmışlar, hayatta son vuruşu yapmak için iyi bir zamanlama. Emekli olduklarını işlerinden tamamen koptuklarını düşünürken yine çalışma ortamında bulurlar kendilerini, ya tecrübelerini yazıp kitap çıkarırlar ya gezgin olup seyahatname. Bu yazılar geçmişin dersleri ve geleceğin düşleriyle birlikte süslenir. Ve bu yaş hayatın, yaşamakta olduğumuz bir andan ibaret olduğunun kabul edildiği bir yaştır.

Her yeni bir yaş bize hayatı, hayatın yaşanmaya değer olduğunu hatırlatır. Her yeni bir yaş yepyeni umutları, taptaze sevinçleri hatırlatır. Her yeni bir yaş, çiçeği, böceği, toprağı, suyu, havayı, insanları... her şeyi ama her şeyi sevmeyi hatırlatır, daha çok sevmek....


Her yaşın ayrı bir güzelliği, ayrı bir yüreği vardır. Hiç yaşlanmayanlara ve yaşlanmayacaklara.......


Sevgiyle Kalın
Hüma Oktay

2004 yılında İclal Aydın'la Gülümse adlı derginin ekim sayısında ki yazı "Sönen Mumlar"


0 yorum :

Kariyer yapmak mı? Çocuğuna annelik yapmak mı?

Hayatınızı “el alem ne der” diye düşüne düşüne yönlendiriyorsanız size şimdiden geçmiş olsun.

Kariyerli, 30’lu yaşlarda, güzel, havalı denecek kadar güzel, ancak evlenip boşanmış yada hiç evlenmemiş kadınlarımız ne ister. Tabi ki iyi bir eş, şöyle şahsiyetli kariyerli hatta mümkünse zengin(!) bir eş. Çünkü kendileri 30’lu yaşlarda olduklarından, hayatlarını kendileri kazanır durumda olmaktan sıkıldıklarından aslında kendileri de evlenip hemen çocuk sahibi olup evlerinin ve çocuklarının yanında kalmak istediklerinden, iyi bir eş, iyi bir baba adayı isterler.

Biyolojik saat tıkır tıkır işlemektedir. Yaş 35’e vardığında “dönülmez akşamın ufkunda“ hayatlarında bir şeylerin yanlış gittiğinin farkına varırlar; kariyer sahibi olalım derken evde kaldık, üstüne üstlük çocuksuz kaldık. Bu dünyada yalnız kalma korkusu her insanda olduğu gibi onlarında hücrelerinin son noktasına kadar dolar.

Önce özgür yaşamaktan bahsederler, evlilik onlara esaret gibi gelir. Çünkü onlar Feministtir. Çünkü onlar erkeğin kadınla eşit haklara sahip olmasını savunurlar. Yalnız eşitlik öyle boyutlara varmıştır ki artık haklar değil kadın ve erkeğin her alanda, her olguda (iş, kariyer,ev ...vb) eşit olduğu yargısı savunulmuştur. Ancak bunu savunanlar sonunda pes etti. Evde kaldık bizi kurtarınϑ

Kariyerli kadınlarımızın gözünde evlilik hayatlarının sonuydu. Kendilerinden başka birinin daha hayatını düşünmek, onun sorumluluğunu almak, özgürlüklerin sonu sorumlulukların, hesaplar almanın ve hesaplar vermenin başlangıcı.

Evliliklerde yeterince özgür, gereğince sınırlı olmanın büyüsünü hiçbir zaman yakalayamayacaklar.

Bu kariyerli kadınlarımız, kariyerinin belli bir noktasından sonra çocuğu ile mutlu mesut bir ev yaşamını seçen kadınlardan ne isterler. Daha doğrusu neyi kıskanırlar, çocuklarını mı, huzurlarını mı, çalışmadan da gezip tozarak hayatı yaşayabilme imkanı sağlayan kocalarını mı?

Bir insana hayat vermek, bir canı yaşatabilmek hayata getirmek mucizevi bir olaydır. Çocuğunu kucağına alan bir anne onu kimselere kaptırmamak için mücadele verir. Hatta uğrunda işini, kariyerini de bırakabilir. Çocuklar her şeyleriyle size muhtaçtırlar, düşünsenize küçücük bir yaratık yemek yedirmezseniz, altını değiştirmezseniz, ona şarkılar söylemez, onu koklayıp öpmezseniz o küçücük bebek nasıl büyüyüp bir çocuk olabilir ki .

Sevgili müdürüm bana “çocukların altını değiştirecek, ağzına mamasını verecek birileri her zaman bulunur ancak şu anda sahip olduğun iş imkanını bir daha bulamazsın” demişti. Bunu düşünerek oğlum iki yaşına gelene kadar çalıştım. İlk istifa sinyalleri beynimde yanmaya başladığında oğlum dadısına anne diyordu. Nasıl demesin ki günün 14 saatini birlikte geçirdiği, kucağında sallandığı, şarkılarını dinlediği, oyun oynadığı kadın annesinden başkası olamazdı.(!) İkinci istifa sinyalleri yanmaya başladığında oğlum yerde namaz kılmaya başlamıştı. Daha sonraki aşamaları düşünemedim bile. Çocuklar iki yaşından sonra merakla sordukları sorulara cevap ararlar ve en çok da soruları onunla en fazla ilgilenen kişiye yani anneye veya dadıya sorarlar.

Sanırım yanıldığımı şimdi anlıyorum. Kucağınıza aldığınız bu çocuğu yetiştirmek, ona eğriyi doğruyu öğretmek, çocuğunuza kendi değer yargılarınızı, kendi inançlarınızı öğretmek annenin en doğal hakkıdır.

Çocuk yetiştirmek öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Yorgun eve gelen anne ve baba akşam kendi ruh hallerini düzeltecekleri yerde bir de yeni yetişmeye başlayan çocuğun sorularına maruz kalırlar. Oğlum üç yaşına geldiğinde sorular hat safhadaydı. “Fillerin neden hortumları vardır? Ve bu hortumlar olmasaydı ne olurdu?” , “neden kemiklerimiz var?”,”neden kusarken konuşamıyorum?”, “ ağlarken neden göz yaşım akar?”,” ben bir kız kardeş istiyorum neden hala sen ve babam bana bir kız kardeş veremediniz?” Bu sorulara cevap vermek için çocuklara yönelik basit bir dille anlatılan ama bu sorulara cevap bulabileceğiniz resimli ansiklopediler aldım. Bu kitapları okudum, eledim. Her sorusunda birlikte açtık ve birlikte okuduk.

Psikolojik anlamda hangi yaşta ne sorarlar, hangi davranışı gösterirler, hangi sorumlulukları alırlar, kısacası kendi ayakları üzerinde durabilen, kendine güvenen bir çocuk nasıl yetiştirilir, eskiler nasıl yetiştirmişler, anneanneler, babaanneler neler diyor onları dinlemeden eski bilgileri silerek sadece okudum, uzmanlara danıştım, öğrendim. Oğlumla yaşadığım bu öğrenme süreci benim için iyi bir deneyim oldu.

Çocuk yetiştirmek öyle ilginç bir şey ki her daim kendinizi geliştirmeniz gerekiyor çünkü sizden sonrası için yeni bir nesil yetiştiriyorsunuz her şeyiyle yeni ve çağı yakalayan bir nesil. Onun okuduğu dergi ve kitapları takip etmek, onun dinlediği müziği dinlemek, hatta mümkünse onun öğrendiği yabancı dili öğrenmekle ona yardımcı olabilirsiniz. Biliyorum boynuz kulağı geçermiş çocuğunuzla yarışa kalkın demiyorum ama çağı yakalayacak kadar onunla arkadaş olacak kadar çaba sarf edin. Bu çabanın boşa çıkmadığını göreceksiniz.

Öyle kariyerden ayrılıp evde çocuk bakıyorum diye çocuklarını dadılara ve ev işlerine yardımcılara sanıldığı gibi teslim edip gezmekle olmuyor bu işler. Zaten çocuğu uğruna kariyerini bırakan anne bu işin her boyutunu düşünecek kadar akıllıdır. Çocuğunu TV bağımlısı, her istediği yapılan doyumsuz, şımarık, bencil, mutsuz, uyuşturucu bağımlısı ve obez yetiştirmeyecek kadar akıllıdır.

Çocuklar 7 yaşına geldiklerinde günlerinin büyük bir bölümünü okullarında geçirmeye başlıyorlar. Uğruna kariyerini bırakan annede büyük bir boşlukta buluyor kendini. Ama bana göre böyle bir durumda dahi boş durmayacağına inandığım akıllı anneler var. Zaten var olan potansiyellerini er yada geç kullanıyorlar, atıl iş gücü diye bir şey kalmıyor.

Tek sorun çevredeki insanların size bakış açısı. Hayatınızı “el alem ne der” diye düşüne düşüne yönlendiriyorsanız size şimdiden geçmiş olsun.

Ev hanımlarımız eskiden onlar annelerimizdi, dedikodulu gün toplantıları, akraba gezmeleri ve çocuk yetiştirmek adı altında sadece çocuklarının fiziksel ihtiyaçlarını karşılama, ev işi vs. bunlarla geçirirlerdi günlerini. “Bu tasvir sadece genelleme amacı ile kullanılmıştır. Tarih boyunca kendini geliştiren kadını kapsamaz, kimse üstüne alınmasın” Hal böyle iken kariyer yaptıktan sonra evinde çocuk bakmayı seçen kadına da bu gözle bakılır. Ev hanımlığına hoş geldin. “Gelişmeyi durdurdu, hayatı sadece çocuktan ibaret, ekmek elden su gölden, paranın nasıl kazanıldığını bilmiyor, bir çocuk doğurdu diye iş stresini çekemedi kolaya kaçtı... vs....vs... “ Tüm bu çekişmeler, bu düşünceler çocuk yetiştirmenin kolay olduğunu sananlar tarafından ortaya atılmıştır. Bunlar “eş, dost, akrabalar, kariyerli kadınlar, maço eşler, light eşler ...vb.” Ne yazık ki bu kariyer sahibi ama kariyerlerini çocuk yetiştirmek alanında sürdüren kadınlarımızı anlayan tek kişi pedagoglardır.

Bu uzay çağına geldiğimizde kendine güvenen, çalışkan, paylaşmayı bilen, mutlu, özgüvenli çocukların yetişmesinin ne denli zor olduğunu bir tek pedagoglar anlayabiliyor. Birde istisnalar, çocuklarını tek başlarına büyütmek zorunda kalan babalar veya hem anne hem baba rolü oynayan anneler.

İnsanlar ikiye ayrılırlar Kadınlar ve Erkekler. Öncelikle biyolojik açıdan daha sonra psikolojik açıdan bu iki insanın birbirinden farklı ama birbirini tamamlayan yapıda olduklarını kabul etmekle her şeyi çözüme ulaştırabiliriz.

Hayat paylaşmaktan ibaret, sanırım hayatı sadece kariyer olarak gören kadınlar paylaşmanın güzelliğini, sorunların, sorumlulukların paylaştıkça azalacağını keşfedemedikleri için bunu yakalayan hem cinslerine ateş püskürüyorlar. Hayatı ıskalıyorlar. Aşk mı? Kariyer mi? sorularına maruz kalan kariyerli kadınlar bazı şeyleri eşini, işini, çocuğunu, dostunu aşkla sevmenin sevgiyi güçlendireceğini, sabrı artıracağını, özgüveni arttırdığını gözardı ediyorlar. Asıl olan SEVGİ dir. Önce kendinizi sonra etrafınızdakileri sevin, kin tutmadan, aldatmadan, öfkelenmeden, kıskanmadan, kıskandırmadan sevin. Sevdikçe bağışlamanın gücünü fark edeceksiniz.

Sevgiyle Kalın.
Hüma Oktay

www. kigem.com





0 yorum :

Grip çaldı kapıyı,biz de kim o demeden açtık...

Bir eve girmeye görsün, gerisi çorap söküğü gibi geliyor. 

Yaşasın okullar açıldı düzene girdik. Çocuklar sabah erken kalkıp akşam erken yatıyorlar. Herşey çooook güzel derken; okulların başlamasıyla beraber bu senenin mikrobuyla da tanıştık. Daha yaz bitemeden biz grip aşısı olalım mı ? olmayalım mı? Ona mı danışsak, buna mı? Diye kara kara düşünürken grip kapıyı çaldı. Biz de kim o demeden açtık, evimize buyur ettik. Önce küçük oğlum, ardından bütün aile fertleri yenik düştü bu senenin grip mikrobuna.

Biz yazı tamamlamayı düşünmediğimiz için erken tedbir alamadık sonbaharın getirdiği yeni mikroplara. Sonbahar da gripten korunmak için sağlıklı beslenerek, düzenli egzersiz yaparak ve yeterince su içerek bağışıklık sistemimizi güçlendirebiliriz aslında.

Öksüren ve hapşıran kişilerden hele de ağız ve burunlarını kapatmıyorlarsa uzak durarak ve sık sık elleri yıkayarak kendimizi korumalıyız. Bunun da mikroplardan korunmada ki en etkili yöntemlerden biri olduğu söyleniyor. Ama her ne yaparsak yapalım grip bizi her yerde bulabilecek kadar bulaşıcı bir hastalık. Bir eve girmeye görsün, gerisi çorap söküğü gibi geliyor.

Grip virüsü (influenza virüsü) hemen her yıl genetik yapısını değiştirip farklı bir virüs olarak tekrar ortaya çıkarmış. Bu yüzden her yıl yapılan grip aşısı içerik olarak bir sonraki yıldan farklılık gösterirmiş.

Biz bu sonbahar dönemine yeni mikropla tanışarak başladık. Sizler daha tanışmadıysanız ve aşağıdaki risk gruplarından birine giriyorsanız aşı olmak için doktorunuza başvurmakta geçikmeyin

Grip aşısının önerildiği gruplar

1) Gribin yaşamsal risk oluşturduğu ve tıbbi açıdan mutlaka aşılanması önerilenler:

-65 yaşından yaşlılar
-Şeker hastaları
-Astım hastaları
-Kronik akciğer hastaları
-Kronik kalp ve damar sistemi hastaları
-Bağışıklık sistemi baskılanmış kişiler 
(kronik kan hastalığı olanlar, kanser hastaları, immunsupresif ilaç kullananlar)
-Huzurevi, bakımevi vb ortamlarda yaşayanlar

2) İkincil risk grupları: 1. risk grubunda yer alanlarla yakın temasta olanlar ve;

-50-64 yaş arası kişiler
-Kronik tıbbi rahatsızlıkları bulunan huzur evi ve diğer kronik bakım kuruluşlarının tüm yaşlardaki sakinleri
-Astım dahil pulmoner ve kardiyovasküler sisteme ait kronik hastalıkları bulunan erişkinler ve çocuklar
-Bir önceki yılda (şeker hastalığı dahil) kronik metabolik hastalıklar, böbrek disfonksiyonu, hemoglobinopatiler, veya bağışıklık sisteminin baskılanması nedeniyle düzenli tıbbi takip veya hastaneye yatırılmaları gerekmiş olan erişkinler ve çocuklar
-Sağlık Personeli
-Yukarıda belirtilen risk grupları ile aynı ortamda yaşayanlar
-Huzurevi, bakımevi ve benzeri yerlerde çalışan personel

3) Özel gruplar:

-Hamile bayanlar (4 aylıktan itibaren)
-HIV ile enfekte kişiler
-Sık seyahat edenler
-Gribin tıbbi ve ekonomik olumsuz etkilerinden korunmak isteyen kişiler (iş adamları, üretimde çalışanlar, sporcular vb)

Sevgiyle ve daima sağlıkla kalın
Eylül 2012

0 yorum :

Vezüv'ün Gölgesindeki Kent

Vezüv Yanardağın Gölgesinde ki Napoli

Napoli dendiğinde ilk akla gelen Vezüv Yanardağı ve 1800 yıldan fazla zamandır onun lavlarının altında katılaşmış olarak bekleyen gizli kent Pompei...

POMPEİ

Pompei 20 bin kişinin yaşadığı şarap ve balık ihraç eden bir şehirmiş, Ağustos 79 yılındaki patlamada,  yakınındaki şehirler Stabiae, Pompei ve Herculaneum lavların altında kalmış.

Bu şehirlerde yapılan kazılarda, yağmalanmaktan kurtulmuş çok iyi durumda muhafaza edilmiş tarihi eserler bulunmuş. Arkeologlar lav tabakasını kaldırırken belli yerlerde boşluklar olduğunu görünce, o boşluklara alçı enjekte ettiklerinde şaşırtıcı gerçekle karşılaşmışlar. Boşluklar, insan ve hayvan şeklinde ortaya çıkmış. Vücudun yüzde 75’i sudan oluştuğundan, yılların ardından geriye sadece insanların vücut şekillerinin boşlukları kalmış, bir de kemikler...

Şehir görülmeye değer özellikle rehber eşliğinde gezmenizi tavsiye ederim.

Şehirdeki meydanlar, tapınaklar, tiyatro, hamam, çeşmeler, zengin Romalıların villaları zamanın yıpratıcı etkilerinden çok iyi korunmuş. Mekanlarda duvar resimleri ve mozaikler bulunuyor. Bunların bir çoğu korunmaya alınmış ve Museo Archeologico Nazionale (Arkeoloji Müzesi) ‘inde sergileniyor.

Bilim insanları Napoli Körfezi’ne tepeden bakan 1,281 metrelik Vezüv’ün 2 bin yıldan bu yana her yüz yılda bir kez  patladığını söylüyor, son patlama 1944’de olmuş. Patlama anında lavların hızının saatte 80 kilometreye ulaştığı gözlenmiş. Napoli’den yaklaşık 25 km. uzaklıktaki Pompei antik kenti Nisan’dan Ekim’e saat 09.00-18.00 arası, diğer zamanlarda da 15.30’a kadar açık.

Napoli'de  yakın çevrede ki yerleri gezmekten, şehrin merkezini gezmeye son gün fırsat yaratabildik.  Bu arada şehri en kolay gezmenin yolu kırmızı otobüsler.

Her daim kalabalık olan, Garibaldi Meydanı ile Via Toledo arasındaki bölge şehrin Centro Storico diye geçen nam-ı diğer eski şehir. Burada ki Via dei Tribunali ve Via San Biagio dei Librai caddeleri ise avlulu ve pasajlı binalarla dolu, keyifle gezilebilecek yerler arasında.
Via dei Tribunali caddesinde 324’te yapılan, şehrin en eski kilisesi Santa Restituta var. Şehrin en gözde yeri Spaccanapoli ise biraz ileride. Burası aynı zamanda mimari eserlerin en zengin olduğu bölgeymiş.

Kraliyet Sarayı: Dönemin ünlü mimarı Domenico Fontana tarafından 17. yüzyılda yapılmış. Bina, bir yangının ardından 19. yüzyılda yeniden inşa edilmiş. Ciddi hasarlara yol açan II. Dünya Savaşı’nın ardından ise sarayın restorasyonu yapılmış. Giriş katında değişik hanedanlardan sekiz krala ait heykeller var. Saray, Bourbon dönemine ait mobilyaları, tabloları ve heykelleriyle öne çıkıyor.

Castel Nuovo:
Piazza del Municipio olarak geçen ve sahile uzanan Belediye Meydanı’nın üzerindeki görkemli kale 1282 yılında Angevinler tarafından yapılmış, 15. yüzyılda Aragonlar tarafından yeniden inşa edilmiş.  Bu binanın girişindeki zafer takı türünün en güzel örneklerinden. Kaledeki müzenin (Museo Civico) 14 ile 19. yüzyıl heykel, mozaik, tablo koleksiyonu göz alıcı.


San Carlo Operası: İtalya’nın en büyük opera binası. 1727’de yapılmış. Napolitan müzik hayatının merkezi haline gelmiş hemen. Kraliyet ailesine ait bölüm, 184 loca ve dev fresk çok etkileyici. Halk "Milano’da La Scala varsa, bizde de San Carlo var" diye övünüyormuş, haklılar da. Hafta sonu 14.00-16.00 arası rehberle geziliyor.

Arkeoloji Müzesi : (Museo Archeologico Nazionale)  Via Toledo’nun devamındaki müzede Roma şehirleri Pompei ve Herculaneum’dan, Lazio, Campania antik kentinden objeler sergileniyor. Mozikler müthiş...

Palazzo di Capodimonte: Şehrin önemli müzelerinden biri. Napoli’nin arkasındaki tepede. 1738’de inşa edilmiş, daha önce Bourbon Kralı III. Charles’ın sarayı olarak kullanılmış. Müzede, Rönesans dönemine ait muhteşem tabloları görebilirsiniz.

Vomero ve Posillipo ; Bu iki semt en büyüleyici Napoli manzaralarına da ev sahipliği yapıyor. Eski şehrin hemen üstünde ki Montesanto füniküleri ile çıkılıyor. Napoli’nin en yüksek noktasında ise Castel Sant’Elmo var,  önde liman yanda görkemli Vezüv yanardağı manzara  muhteşem....

CAPRİ

Capri adası dünyaca ünlü film oyuncusu, şarkıcı, politikacı ve jet sosyetenin göz bebeği. Adaya ulaşım, Napoli ve Sorrento’dan deniz otobüsleriyle yapılıyor. Capri merkezinden 45 dakikalık bir yürüyüşle ulaştığımız  Napoli Körfezi manzaralı villalarda  akla ilk gelen bir İtalyan atasözü oldu: "Napoli’yi gör ve öl." Bugün okul olarak kullanılan Chartreuse Manastırı da  Roma İmparatoru  Tiberius’un villarından birinin üzerine 1371’de inşaa edilmiş.

Adanın en yüksek noktası Solaro Dağı’na (589 m.) çıkmak için merkezden minibüslerle Anacapri’ye, daha sonra telesiyej ile en yukarıya çıktık, manzara mükemmel. Anacapri adanın merkezine göre daha sakin. Napoli de olduğu gibi Adada da dev limonlardan yapılan limonçello isimli bir likör var.


SORRENTO

Sorrento Yarımadası’ndaki bu kasaba limon ve portakal bahçeleri arasında. Kasabanın merkezi Piazza Tasso’daki Sorrento City Train‘e bindik. Yürümeden, yorulmadan bütün sokakları hem dolaşıp hemde tarhi binaları görmüş olduk. Trene binerken memurdan aldığımız hem kuallaklıktan hemde haritadan her tarihi binanın açıklamasını takip etmek,  hem keyifli hemde hemde dinlendiriciydi.

Arta kalan zamanda 15. yüzyıldan kalma Palazzo (Saray) Correale’yi ziyaret ettik. Koleksiyonda  17 ve 19. yüzyıllar arasında yapılmış porselen, cam objeler, tablolar vardı. Sorrento’da bulunan 14. yüzyıl yapımı katedral görülecek diğer yerlerden biriydi bence, içinde Napoliten Okulu sanatçılarının resimleri vardı.



AMALFİ SAHİLİ


"Uçurumun kenarına kurulmuş cennet" diye de anlatabiliriz Amalfi’yi. Napoli turumuzu PRONTOTOUR  ile yaptığımızdan dolayı Amalfi sahillerinede tur otobüsü
ile gittik.

Seramikleriyle ünlü bu sahil kasabasına, döne döne virajları geçerken uçurumu seyrederek sahile indik. Dükkanlar, çeşme ve kilisenin bulunduğu küçük bir meydandan oluşuyor. Sanki tüm dar sokaklar bu meydana çıkıyor. Manzara muhteşemdi.




0 yorum :