Yurddışı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

WASHINGTON

0 yorum

Yalnızca fil ve ben vardık, saniyeler içinde müze kalabalıklaştı… 




Nefesimi tutmuş şaşkın şaşkın yukarı doğru uzanan devasa file bakıyorum. Heyecanla karışık mutluluktan ağzım kulaklarımda. Birlikte müzeye girdiğim aile bireyleri ve diğer ziyaretçiler yanımda mı değil mi umursamadan, salonun ortasında sadece devasa fil ve ben varız.

Kısa süren şaşkınlıkla karışık heyecanım, yerini yavaş yavaş hayranlığa bırakırken, öğretmenleriyle birlikte 15-20 çocuğun yanımdan geçmekte olduğunu gördüğüm an mantığım devreye girdi.

Küçük oğluma kalabalık yerlere girerken fosforlu, canlı renlerde tişörtler giydirim ki uzaktan da takip etmem kolay olsun. -Tipik kontrollü anne modeli- Bu gün ona çok canlı bir yeşil renkte tişört giydirmiştim. Gayet huzurluydum, takiii yanımdan geçen öğrenci gurubu çocukların tişörtlerinin rengini görene kadar…

Yalnızca fil ve ben vardık, saniyeler içinde müze kalabalıklaştı…

Bu gün Washington’da Doğa Tarih Müzesini geziyoruz. Ben, sergilenen herşeyin altındaki mini bilgi yazılarını tercüme yapacağımı sanırken, oğlum gördüğü her hayvanı tanıyıp onun hakkında bildiği tüm incelikleri bana aktarırken buldum kendimi.

Ornitorenkler, lemurlar, aslan denizanasının zehirli oluşu, Gerçek Balina (right whale) ile Mavi Balina arasındaki benzerlikler derken annesi tarafından müzeye getirilmiş çocuk gibi dinledim onu.

Böceklerin olduğu bölümden bir türlü ayrılamadık. Canlı cansız bir çok böcek türü var. Kara dul, tarantula, dev çekirge ….

Benim ilgimi çeken ise baş döndüren güzellikte irili ufaklı, rengarenk kelebekler. Elinize, omzunuza konmak için adeta havada dans ediyorlar. Kelebeklerin olduğu camlı bölüm için ciddi sıra beklemem gerekse de her anına değer doğrusu…

Başınızın üzerinde uçuşan kelebekler, düşünsenize sizce de muhteşem değil mi?
Böcekler dünyasından, mumyalara, dinozorlara, oradan okyanus canlılarına, doğal taşlar, mücevherler derken tüm günümüzü aldı bu gezi.


Ertesi günü Hava ve Uzay Müzesini gezerken, bu kez küçük oğlum için turuncu renkte tişört seçtim -sanırsın kontrol bende-.

“Ya bir kerede tutsun şu renk
be kardeşim! ”


Önümüzden bir gurup yaz okulu öğrencisi tutuncu tişörtlü çocuk geçti. Birbirmizi kaybedersek nerede nasıl buluşalım planını yaptıktan sonra müzeyi gezmeye devam ettik. Ben, bilgi dağarcığımın daha çok hava kısmında kaldığını anladım. Benim için havacılık tarihinin unutulmaz isimleri Wright Kardeşler ve Atlas Okyanusu'nu uçakla tek başına geçen ilk kadın pilot Amelia Earhart.

Oğullarım için uzay, gezegenler, uydular, atmosferin dışına çıkan tüm araçlar, uzay mekiği, gönderilen uydular, Woyager II , Marsa giden ama dönemeyen araçlar Criocity…


Hepsi hakkında detay bilgi anlatabiliyorlar ve ben dinliyorum. Uzay mekiğinde nasıl yemek yenir, ne yenir, nasıl banyo yapılır öğrenmiş bulunuyorum.

Bir de müzenin içinde uzay ve havacılık konulu 25-30 dakikalık kısa filmlerin izlendiği IMAX 3D sinema ve hediyelik eşya satan mini mağzalar var.
İşte size müzeden ayrılmamak için bir sebep daha… 

“Çocuğum bu ne?”

“Astronot dondurması”

“Nasıl yani? ”

“Kurutulmuş dondurma! Sen hiç yemedin mi?”



Başka ülkelerde, farklı deneyimler yaşamak, neyle karşılaşacağını bilememek zaman zaman ürkütse de yolda olmak, yeni şeyler deneyimlemek fikri halen daha çekiciliğini korumaya devam ediyor benim için.

Washington Milli Park (National Mall) alanında bulunan bir çok müze var. Her güne bir müze gezisi dersek 10 gün oralardan ayrılamayız. Biz ortak ilgi alanlarımıza göre bir kaç müze ve anıt seçtik. Özellikle ‘Müzede Bir Gece’ filminden aklımızda kalan Doğa Tarih Müzesi, Uzay ve Havacılık Müzesi ve Lincoln Anıtı, listemizin başındaydı.

Amerikan Kongre Binası ve en son Beyaz Saray önünde de bir hatıra fotoğrafı ile –korumalara rağmen- gezimizi sonlandırdık. Otelimiz merkeze yakın Arlington bölgesinde olduğu için hem şehir merkezini hemde şehrin gürültüsünden uzak sakin yerleri de keşfetmiş olduk.

Yolculuk başlarken kilometreyi mile, santigrat dereceyi fahrenayta çevirmek zor gelse de, kaldırımdan daha yola inmeden arabaların yüz metre ötede durup benim yola inmemi karşıya geçmemi beklemelerini çok sevdim. 38 derece sıcağa rağmen bir günde 14 km yol yürümüş olmak bile yüzümdeki tebessümü silemedi.

Gezilecek yerler daha bitmedi, Georgetown Üniversitesi, Sheridan Circle Parkta Atatürk anıtı derken kalbim Washinton’da kaldı.

Bir sonraki durağımız Niagara Şelaleri için yola çıktık. Sahi kaç mil yolumuz var?


Haziran 2018

Devamını Oku »

NEW YORK

0 yorum



Merdivenlerden inerken, her basamağında daha da ağarlaşan, insanın genzini yakan o keskin koku ve bunaltıcı sıcak hava adımlarımı yavaşlatıyor, düşüncelerimi sıklaştırıyordu ki “Acaba geri dönsek mi?” hissi içinde tereddüt ederken ben, oğlum heyecanla atıldı.

“Yaşasın fare göreceğiz! Biliyor musun anne? New York metrosundaki fare sayısı New York şehrinde yaşayanlardan daha fazlaymış!”

Bir sonraki sahneyi tahmin edersiniz, sıcağa rağmen şehri yürüyerek bazen de trafiğe rağmen taksiye binerek gezdik. Bilin bakalım en çok kim üzüldü? Tabiki fareleri göremeyen 11 yaşındaki oğlum!



Amerika gezimizin Niyagara’dan sonraki durağı New York.

Kiraladığımız arabayı teslim ettiğimize göre artık km –mil hesabı yapmayacağız demektir.

İlk gideceğimiz yer çocukların da ortak seçimi 2004 yapımı “Yarından Sonra” (The Day After Tomorrow ) filminin çekildiği –ayrıca daha bir çok filme konu olmuş- New York Halk Kütüphanesi (New York Public Library)

İçeriyi gezerken filmin sahnelerini gözümüzde canlandırarak, bu salonda şu sahne çekilmişti, koridordaki sahne için burayı kullanmışlar, şurada da bu sahne çekilmişti derken ilk defa bir kütüphaneyi müze gezer gibi gezdiğimizi farkettim.

Neyse ki New york Halk kütüphanesi buna alışık. Gün içerisinde ağırladığı turist sayısı kütüphaneyi kullanmak isteyenlerden daha fazlaymış…

New York’un belli başlı en güzel yerlerini hep filmlerde gördüğümüz için aklımızda kalan film karelerinden yola çıkarak gezimize devam ettik. Her gittiğim yeri sanki daha önce görmüşüm orada bulunmuşum hissi ile gezdim.


Ah bu filmler! Uzakları yakın, görünmezi görünür yaptı bize…

Hiç aklımızdan çıkmayan Müzede Bir Gece filminin mekanı Doğa Tarih Müzesi (American Museum of Natural History) ve dünyanın en büyük tren garı binası ünvanını almış taaa buharlı lokomotiflerin sefer yaptığı dönemden bu yana çeşitli filmlerde gözüken, insanların buluşma noktası Tren İstasyonunu (Grant Central Terminal), Central Park, Liberty adasındaki Özgürlük Anıtı, bir zamanların en yüksek binası Empire State, yıkılan ikiz kuleler ve daha nice gezilecek yer film karelerinden çıkıp gerçek halleriyle gözüktüler bize.



Tabi bazen hayal kırıklıkları da oldu haliyle. Daha geniş olarak hayal ettiğim Times Meydanı, bu dar haliyle, çok ışıklı haraketli tabelalarıyla, etrafta sürekli telefonları ile fotoğraf çeken omuz omuza insan kalabılığıyla, trafiğin yavaş akmasını bir yana bıraktım, kontağı kapatmış bekleyen arabalarla filmlerin aksine bir görüntü sergilemesi kimi hayal kırıklığına uğratmazdı ki?

Hele Çin Mahallesindeki yemek kokuları! Film karelerine sığmayan, yansımayan daha niceleri…



Bir şey daha anladım bazı şehirler daha az kalabalık olduğu mevsim dışı zamanlarda gezilmeliymiş. New York’ta kaldığımız 6 gün boyunca sokaklarda sıcaktan pişip, dükkanlarda üşümekten öte donduğumuz; her gittiğimiz yerde insan kalabalığını aşmaya çalışma çabamıza bakılırsa anlaşılan Temmuz’un ilk haftası New York için yanlış zamanmış…

Belki borsa için uygun zamandır!
New York borsasına doğru yol alırken ünlü Boğa heykelinin de (Charging Bull) fotoğrafını çekelim dedik. Ne mümkün!

Çevresini sarmış insan kalabığını aşmak yetmiyor, bir de yeni modaymış bu, Boğanın arkasında uzun bir kuyruk oluşturmuş insan kalabalığı var. Sırası gelen boğanın kuyruğunun altına geçip elini değdiriyor ve fotoğraf çektiriyor.

Boğa heykeli heykel olalı böyle zulüm görmedi.

Heykeltraş Arturo Di Modica ‘nın 2 yılda sabırla yaptığı bronz boğa heykeli 1986 yılında Wall Street’in çökmesine karşı bir güç gösterisi olarak yapılmış olsa da şimdilerde önünde duran Korkusuz Kız heykeli sayesinde güç kaybediyor gibi gözüküyor. Korkusuz kız ve Boğa heykelininin birlikte çekilmiş bir fotoğrafını anca internetten bulabildim, yoksa ikisini bir arada yalnız yakalamak mümküm değil. (Federica Valabrega adweek.com)



Kalabalık ve sıcağın dışında gezimizin iyi yanlarıda oldu tabi ki. Yorulduğumuzda oturabileceğimiz yeşil alan sayısı fazlaydı. İçinden her geçişimizde başka bir etkinliğe rastladığımız bazen yoga, bazen dans, bazen de çimlerde güneşlenen insanların olduğu, tertemiz tuvaletleri ile Bryant Park benim favorilerim arasında yerini aldı. Çevredeki her parkın bir web sitesinin olduğunu ve etkinlik takvimlerini buradan yayınladıklarını son gün keşfettim maalesef. Çölün ortasındaki vaha gibiydi…



Sokaklarda ve dükkanlarda şifresiz internet sayesinde birbirimizden ayrılsak da haberleşmemiz kesilmedi. 4 Temmuz kutlamalarında atılan havai fişek gösterilerini yakinen izleme şansımız oldu. Central Park girişlerinde bisiklet kiralama yerlerinin olması parkı keyifle gezmemizi sağladı. Sincaplara hiç bu kadar yakın olmamıştık!

Grant Central Terminal‘in en ücra köşelerine kadar girip gezebileceğimiz rehberli turlarının olduğunu öğrendik.

Uzun soluklu seyahatlerde, çocuklarla gezmenin avantaj ve dezavantajlarını deneyimlemiş olduk. Bu ayrı bir yazı konusu olur. Detayları bende saklı kalsın…

New York ‘da başlayan Washington  - Niagaradan sonra New York’ta biten yaklaşık 15 günlük gezimiz boyunca araba ile toplamda 1.800 km yol gitmenin, yaya olarak günde 10-14 km yürümenin yorgunluğu üzerimizde, her seyahat sonrası olduğu gibi “evim evim güzel evim” diyerek geri döndük.
Eve dönüş yolunda kendime not :
Bir dahaki seyahat rotasını, havası 23-25 C derece olan yerlere göre ayarla ve süreyi kısa tut!


Temmuz 2018






Devamını Oku »

NİAGARA

0 yorum




Su dalgalandıkça sallanan bir teknede çığlık atan insanların sesini kanıksadım artık, yüzüme vuran su damlalarını keyifle karşılıyorum, hatta giderek ıslanıyor olmaktanda şikayetçi değilim. Zira Kuzey Amerika’nın en büyük şelalesi’ne bakıyorum, yaklaşabildiğim en yakın mesafeden…

Her saniye Niagara’dan 3160 ton su dökülüyormuş. Şelalenin yüksekliğine, akış hızına bakıp, sadece doğa harikası muhteşem bir manzara diye seyreden biz ziyaretçilerden daha farklı düşüncelerle bakan biri- birileri matematiksel hesapla bu doğa harikasını fırsata çevirmiş bile.

1890 yılında Nikola Tesla Niagara Şelalesinden elektrik elde edebilmek için hidroelektrik santrali kurmuş ve halen Amerika ve Kanada bu bölgede şelaleden üretilen elektiriği kullanıyorlarmış.




Bir gün önce Washington’dan yola çıkıp 12 saatlik bir yolculuk sonucu gece karanlıkta geldiğimiz Niagara Şelaleri Parkı bu sabah mavi yağmurluklarımızla bindiğimiz bot turuyla keyifli bir hal aldı. 

Bizim bindiğimiz bot şelaleye yaklaşabildiği en uygun yerde karşı kıyıdan Kanada tarafından kalkan kırmızı yağmurluklularla dolu botu selamlıyor ve turunu tamamlıyor. 




Bot turunun hemen ardından çıktığımız muhteşem manzaralı seyir terasından iki ülke arasındaki geçişi sağlayan Gökkuşağı Köprüsünü (Rainbow Bridge) seyretme şansımız oldu. Uzaktan seçebildiğim kadarı ile kayalara tırmanan sarı yağmurluklu bir gurup insan kayalıklardaki mini mağralara gire çıka şelaleye karadan yaklaşmaya çalışıyorlardı. Seyrederken ben yoruldum. Bu da hafızama performansı yüksek bir etkinlik olarak kaydedildi.


Bizim bir sonraki hedefimiz büyük bir yeşillik alana sahip Keçi Adası (Goat Island) ve Üç Kız
Kardeş Adasına (Three Sisters Island) gitmek. 

Niagara Falls State Park ‘ın içinden yürüyerek geçtiğimiz mini köprülerle birbirine bağlı adalar muhteşem manzaralarıyla adeta görsel bir şölen oluşturuyorlar, her birinde yeşilin binbir tonu var. İsteyen mini bir trenle de burayı gezebiliyor ama biz yürümeyi tercih ettik. İyi ki de yürümüşüz parkın her bir köşesinden şelalenin görünümü farklı, bir o kadar da seyretmesi keyifli. 


Bu kadar büyük bir park alanı olur da içerisinde yemek yeme yerleri olmaz mı? Yemek molası için durduğumuz alanda sandiviçilerimizi yemek için bulduğumuz bir masaya oturmuş gayri ihtiyari ellerinde yemekleri ile gelenleri izliyorum. 


Dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilerin akınına uğrayan bu parkın doğal ziyaretçileri olan martılar da paylarını almak için hedefe kitlenmiş yukarıdan izliyorlarmış meğer.

Yiyeceğini alıp binadan çıkıp park alanına doğru gelen insanların tepelerinden aniden pike yapıp onları korkutarak ellerindekini yere düşürmelerini sağlamak asıl görevleriymiş, gerisi kolay yere düşen sosisliyi kap!

Heyecan ve eğlence dolu sahneler yaşandı oturduğumuz süre boyunca. Martılar daha sonra insanların onlara attığı ekmekleri, pizza dilimlerini aldılar. Anladım ki dünyanın her yerinde Martıların yeme alışkanlıklarını biz insanlar değiştiriyoruz. İstanbul Martıları simit yiyor diye üzülüyordum…

Gün boyu parkın içinde dolaşmak ve farklı bakış açılarıyla şelaleyi seyretmek hem huzurlu hem de keyifliydi. Akşam yemeğinden sonra Şelalenin Parkın içindeki seyir terasından havai fişek gösterisini izleme şansını yakaladık. Her bir fişeğin patlamasıyla ortaya çıkan ışık hüzmesi sayesinde aydınlanan şelalenin görüntüsü hafızamın unutulmayacak manzaralar ve bu gezi ileride çocuklarla tekrar tekrar anılacak hikayeler  bölümüne kaydedildi bile…



Keyifli bir gün daha bitti yarın yolculuk New York’a doğru, yol üstünde Binghamton’da konaklayıp devam edeceğiz.












Haziran 2018






















Devamını Oku »

Yeniden Masal Şehrinde...

0 yorum




Cam kenarında olmama rağmen gözüm koridorda, hosteslerin gelmesini bekliyorum, içim içime sığmıyor. Çantamda hazırlıklar tamam, telefonum uçak modunda fotoğraf çekmek için bekliyor. Nihayet hostes elindeki pastayı bize doğru uzattı. Tabii ben hemen Happy Birthday yazan taçları çıkardım çantamdan. Kız kardeşim heyecandan şaşkın inanmıyorum diyip duruyor. Ben her saniyeyi kaçırmadan fotoğraflıyorum. Gülüşmeler ve şakınlığın ardından ikimizde poz vermeyi ihmal
etmiyoruz…





Evet, 38 bin feet de doğum günü kutlaması. Birazdan kaptan pilotun anonsunda duyuyoruz doğum günü çocuğunun adını, alkışlar eşliğinde.

Pegasus Havayolları doğum günü pastasını organize ediyormuş diye okumuştum. Uçuşumuz tam da doğum gününe rastlayınca bu fırsatı kaçırmak istemedim. 

İlk kutlamayı yaptığımız 38 bin feet’den sonra günün kalanını Masal Şehri yada diğer adıyla Prag’da geçireceğiz. Kutlamalara devam...




Prag deyince hep aklıma Kafka geliyor. Dönüşüm, Dava, Milena’ya Mektuplar…

Bir de Nazım Hikmet ...

Müzenin bahçesinde otururken, gişedeki memurla yaptığımız küçük sohbet geliyor aklıma. Bana verdiği haritayı açıyorum baştan sona Kafka… 

Okuduğu okullar, kaldığı evler, çalıştığı iş yeri, katıldığı dernekler ve tiyatrolar, sosyal yaşam merkezleri gazinolar, Dava, Yargı, Dönüşüm... adlı romanları yazdığı evler ve dolaştığı caddeler, büstünün ve heykelinin olduğu sokaklar kısacası Franz Kafka’nın Prag’ı…







Kafka Müzesi’nin çevresindeki sokaklarda  dolaşırken yol kenarında birikmiş bir kalabalığa rastlıyoruz. Önce bir anlam veremediğim bu kalabalığa yaklaştıkça konuşmalardan anlıyorum ki meğerse Avrupanın en dar sokağının (Narrowest Street)  önünde yeşil ışık yanmasını bekliyorlarmış. Yanlış duymadınız sokak tek kişinin geçebileceği darlıkta karşıdan gelen olursa geçmek için bir milim yer yok.  Zaten bu merak öldürecek, bir kediyi bir de bizi. Bizde sıramızı bekliyoruz aşağı sokağa iniyoruz ve tabi nehir kenarında biraz bakındıktan sonra tekrar aynı sokakta  ışığın yeşile dönmesini bekliyoruz.  Dikkat kırmızı ışıkta  geçmek yasak  


Gün bitmeden bir süpriz daha yapmak istiyorum. Çek’lerin en meşhur çorbası Bramboračka ‘nın tadına bakmak ve mini bir pasta ile – tabi ki bu sefer yerde- doğum gününü kutlamak için Kafe Slavia’ya doğru gidiyoruz. 


Narodni Divadio ( Ulusal Tiyatro )‘nun tam karşısında bulunan Café Slavia 1881 den beri hizmet veriyormuş ve vakti zamanında şairlerin, yazarların, entellektüelerin buluşup fikirlerini tartışabilecekleri bir mekan olarak ün yapmış. Duvarları dünyaca ünlülerin fotoğraflarıyla dolu. Nazım Hikmet’in Parg’ta kaldığı süre içerisinde buraya uğradığını okumuştum. İçeri girer girmez fotoğrafını arıyorum duvarlarda… 
...
Prag'da ay doğuyor limon sarısı
Faust'un evi önünde duruyorum,
Çalıyorum açılmaz kapıyı gece yarısı...

Nazım Hikmet Ran

Prag’da günün nasıl geçtiğini anlamadık bile sanki açık hava müzesinde gibiyiz. Astronomik saat kulesinin karşı sokağından giriyoruz, kaybolmak için…

Her adımda başka bir güzellik göze çarpıyor. İçi kadar girişin heybeti ile çarpıcı Clam Gallas Palace sanat galerisi; dünyanın en görkemli 10 kütüphanesinden biri olan, 1722’de açılan Klementinum kütüphanesi; geçici sergi yerindeki Oyuncak Müzesi, (Toy Museum); Madame Tussauds Balmumu ve Heykel Müzesi (Wax Museum); dünyanın yeni gözdesi Apple Müzesi (Apple Museum) ve LEGO müzesi (Lego shop and Brick Museum) 


Tüm bunların yanı sıra Prag’a her geldiğimizde sokaklarda dolaşırken rastladığımız bankta oturan bir adam var. Yıllar onu hiç değiştirmemiş, sohbete başladığımız yıl 2006 – 2011 ve yıl 2017 kaldığımız yerden sohbete devam ediyoruz.

Farklı tatlarda biralarıyla olduğu kadar lezzetli yemekleriyle de ünlü Prag sokaklarında dolaşırken kokusu ile bizi cezbeden Trdelnik’i elmalı mı? Kremalı mı? Yoksa sade mi? Yemeli mi? Yememeli mi? 

Bir, üç gün daha kalırsak şeker komasına gireceğiz. Bu kadar tatlı benim bünyeme aykırı… 






Prag’ın gündüzleri gibi geceleri de büyüleyici. Astronomik saat kulesinin seronomisini dinledikten sonra Hybernia Operası’nda (Dıvadlo Hybernia) Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü (Swan Lake) bale gösterisine gidiyoruz. Eeee tabi balerin bir kız kardeşe sahipseniz ve klasik müzik hayranı iseniz bu seyahatlerin olmazsa olmazı Opera ve Bale gösterileri. 





Prag’ı bu sefer bir başka gezdik. Bu gezide, çilekli pasta tadında, bol süprizli, biraz dans, biraz şiir, biraz bale, bolca point denemeleri, oyuncaklarla dolu birden çok oda, Astronomik saatin sesi ve Kafka’nın el yazısıyla Milena’ya mektupları vardı. 


İyi ki doğdun, gezgin gezi arkadaşım, sırdaşım, kreatörüm, moda danışmanım, yaratıcı, yetenekli organizatör, birbirimize destek olduğumuz kan kardeşim, ablam, hayata bakış açımı genişleten güzel kadın, İyi ki varsın, sen hep hayatımda ol…





Meraklısına not : Bir önceki Prag ve Karlovy Vary gezi yazısına buradan ulaşabilirsiniz. 








Devamını Oku »

Sicilya

0 yorum

Dört günlük bir ada macerası bizimkisi

Teatro Massimo

Sabahın ilk ışıkları, dilini bilmediğimiz bir memlekette ortak bir dilde anlaşarak arabamızı kiralamaya çalışıyoruz.  Her kafadan bir ses çıkıyor, uzun uğraşlar sonrası yeni arabamıza kavuşuyoruz. 6 kafadarın, 4 günlük bir ada macerası bizimkisi.

Yolda olmak hissini seviyorum. Farklı kültürler, farklı mekanlar, ilginç yemekler, büyüleyici manzaralar…

Yaklaşık 2,5 saat sonra Palermo’ya varıyoruz. Herkes dersini çalışmış. Nereleri gezmeli? Ne almalı? Nerede, ne yemeli? Ne içmeli? Yol güzergahı, otel …

Gezilecek yerler arasında bir yer var ki, içeri girip girmemekte tereddütteyim.

Cappuccini Manastırı hakkında birşeyler okurken o kadar da ürkütücü gelmemişti. 1599 da ölen rahibi mumyalayarak, manastırın altına -oyarak oluşturdukları yeraltı mezarlığına– yerleştirirler. Uzun seneler sonra mumyanın hala bozulmadığını görünce de bu manastırın gizemli bir koruyucu güce sahip olduğunu düşünürler. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ve artık ölen her rahip ve asillerden kadın, erkek, çocuk herkes mumyalanarak buraya konur. Taa ki Manastırın altında yer kalmayıp devlet tarafından yasak konana kadar. 

Capuchins Manastrı
Önceleri, böyle gizemli bir Manastırı gezmek fikri ilginç gelmişti. Ne olabilirdi ki? Alt tarafı bir kaç mumya görecektik. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bir tane görmüştüm. Lahitin kapağı aralıktı ve mumya gözüküyordu. Hiçte o kadar korkunç değildi.

Fakat mahsene doğru merdivenlerden inerken attığım her adımda içeride tanımlayamadığım kimyasal bir koku yükselmeye başladı. Koridor boyunca yerden tavana kadar dizi dizi sıralanmış, üzerlerinde ki giyimlerinden rahip yada soylu kişiler olduğunu anladığım yüzü gözü yok olmuş vücutlar asılıydı. Buranın bir müze olduğu mantığını kabul edersem gezinin sonunu getirebilirim diye düşündüm. Ama o koku beni mahvediyordu, ben hızlı bir turla guruptan ayrılarak dışarı çıktım. 

Kendi kendime söylediğim ilk şey cennet gibi bir adadayız ve ilk gün geldiğimiz noktaya bak. Aklımıza bile getirmediğimiz “Ölüm” hayatımızda her zaman var. Hiç aklımızdan çıkmayan “Yaşam” sonsuz olsun istiyoruz.

Çıkıştaki dükkandan tüm Sicilya adasında ki gezilecek yerleri anlatan bir kitap aldım. An’da kalmalıydım.  (Burada kısa bir not düşmek isterim. İçeride fotoğraf çekmek yasak, zaten duvarda asılı olanları görünce aklınıza bile gelmiyor. Ben bu fotoğrafı "Art and History Sicily" adlı kitaptan aldım.) 

Cappella Palatina
Neyse ki, 1132 yılında inşaata başlanan, Bizans Mimarisinin ön planda olduğu altın kaplamalı süslemeleriyle ve bu ihtişamın yapılması için inşaatın 8 yıl sürmesi ile üne kavuşan Platin Şapel (Cappella Palatina) güzelliğiyle biraz olsun içimi ferahlattı. Bu arada Cappella Palatina’nin UNESCO Dünya mirası listesinde olduğunu öğreniyorum.

Palermo, bir liman kenti. Tarihi dokusunu bozmamış, dar sokakları kadar geniş caddeleri ve meydanları, bir çok tiyatro salonu ve hemen hemen her binanın üzerinde bir hikayenin anlatıldığı heykellerden oluşan figürleri var.

Teatro Massimo

İtalya'nın en büyük ve Avrupa'nın üçüncü büyük opera salonu olan Teatro Massimo gecenin karanlığında gizemli ışıklar altında parlarken, büyülenmemek elde değil. 

Ertesi günü güneşin tılsımı ile içeriyi gezerken her halinin bir başka güzel olduğuna karar verdim.

Palermo sokakları güzel mimarisiyle göz doldururken, bir şehri hem gece hem de gündüz gezme şansını yakaladığım için kendimi şanlı hissediyorum.


Öğlene doğru Palermo’dan yola çıkıp, önce Cefalù ardından Messina’ya uğrayıpda Catania‘ya vardığımızda, havanın kararmasına aldırmadan ilk işimiz şehrin merkezindeki meydanı ve çevresini keşfetmek oldu.

Cathedral of Sant'Agata
Piazza Duomo ‘da Saint Agatha Katedrali (Cathedral of Sant'Agata), Fil Sarayı (Palazzo degli Elefanti), Amenoa çeşmesi (Fontana dell'Amenano) ve hemen karşılarında ortada duran Fil Çeşmesi (Fontana dell'Elefante) …

İşte, sonunda karşımızda! Fotoğraflardan gördüğümüz, hakkında çokça efsane bulunan Fil figürlü bu çeşme hiyeroglif yazılardan ve Mısır tarzı figürlerden oluşuyor.

Üzerindeki siyah fil, lav kayasından oyularak yapılmış. 1669 ve 1693 yıllarında meydana gelen Etna’da ki patlamalar ve depremlerden sonra kentin tarihi kalıntılarınında kullanıldığı yeniden doğuşun simgesi olarak inşaa edilmiş. 

Efsanelerden birine göre şehri kötülüklerden koruyor.

Sabahın ilk ışıkları ile yine meydandayım, günün telaşlı koşturması başlamadan, meydanı boş bulmuşken fotoğraflar çekiyorum. Bir gece önce göremediğim bir detay gözüme çarpıyor. 

Sant’Agata Katedralinin yanındaki Via Vittorio II caddesinin köşesinden, şehir içinde turlamak için mini trenler kalkıyormuş hemde Turist danışma ofisinin önünden. Bunu kafamın içinde bir kenara not ediyorum, bu hakkımı Etna’nın Silvestri kraterine çıktıktan sonra şehre döndüğümüzde kullanacağım. 

Silvestri Krateri

Dünyanın dördüncü, Avrupa’nın birinci etkin yanardağı olan Etna’nın izin verilen bölümüne kadar araba ile gidip kısa mesafe bir yürüyüşle küçük kraterlerinden biri olan Silvestri kraterine varacağız, plan bu.

Dağın eteklerinden yukarı doğru tırmanırken yemyeşil doğa bizi karşılıyor.  Evler , meyve - sebze bahçeleri, üzüm bağları… Hepsi bu potasyum ve fosfor yönünden bereketli topraklarda yetişiyor. Yanardağın eteklerinde yaşayan 18 köy varmış.

Silvestri kreter bölgesine yaklaştıkça, tepelerinde kayaklar takılı arabaların sayısı artmaya başladı. Daha ileride teleferik önünde ellerinde kayaklar çoluk çocuk sıra bekleyenleri görünce ince montla geldiğimize pişman olduk. Ne yapalım biz de Silvestri kreteri ile yetineceğiz artık.


Havanın soğuk ve yağmurlu olmasına aldırmadan krater çevresinde dolaşıyoruz, bizim gibi dolaşan kişi sayısı çok, Çevreden minik krater taşları topluyorum hatıra olarak. Arabayı park ettiğimiz alana yakın hediyelik eşya dükkanına girdiğimde Lav taşlarından envai çeşit objelerle karşılaşıyorum, her biri ayrı bir sanat eseri.

Biraz içimiz ısınsın, gün batımında Taormina’da akşam yemeği ile noktalamak güzel olabilir.

Gezi boyunca hep mi pizza yenir? Yenir valla! Pizza, bruschetta ve Cannoli Siciliani tatlısı dört gün boyunca benim olmazsa olmazımdı.


Zaman zaman yağmurlu, arada bir kaybolmalı, adada zamanın çoğu yollarda geçse de arabada geçen zamanda şoför hariç herkes yola karışsa da keyifli bir dört gündü. 

Bir dahaki sefere bahar döneminde gelmeyi dileyerek adadan ayrılıyoruz.

































Devamını Oku »

Balmumu Heykelleri

0 yorum


Kapının hemen girişindeyim, içeri girmek ile girmemek arasında gidip geliyorum. İçeriden çığlıklar yaklaştıkça ayaklarım geri adım atıyor ancak korkudan koluna sımsıkı sarıldığım kişi de beni içeri doğru çekince, ne yapacağımı bilemiyorum, nasıl bir çelişki bu?

Çığlık çığlığa bağararak gelen kızların arkasında gördüğüm kişi beni de dehşete soktu. Bir an düşündüm biz Korku Müzesinde miyiz yoksa Madame Tussaud Müzesinde mi?

Çığlıklar ve karmaşa eşliğinde korku koridorunu aşıp tabiri caiz ise ışığı bulduk veeee bambaşka bir dünyadayız.

Siyasetten, spora ve sanata kadar her kesimden insan var. Hepside çok şık giyinmiş ve çok mutlu bakıyorlar. Bizde davete icabet ediyoruz. Gerçi, korku tünelinden sonra mutlu bir suratla poz vermek biraz zor oluyor ama ne yaparsın. İki farklı duyguyu saniyeler içinde peşpeşe yaşamak bu olsa gerek.

Müzenin girişinde böyle bir süpriz olduğunu bileydim? Tüh hazırlıksız yakalandım!

Amsterdam Madame Tussaud

Heykel, balmumu falan denince, haliyle ilk akla Mamade Tussaud geliyor.

Sanıldığının aksine ilk balmumu heykeller Londra da değil, 1770 yılında Dr. Philippe Curtius tarafından Paris’de sergilenmiş.

Doktor olan Curtius, anatomiyi göstermek için hazırladığı balmumu modellerinin günün birinde kendisi için farklı bir kariyerin başlangıcı olacağını tahmin etmiş midir acaba?



Tam da burda Marie Tussaud ile Dr. Curtius’in yolları kesişiyor. Uzun yıllar birlikte çalışan ikili için ayrıllık rüzgarları esmeye başladığında yapılabilecek tek şey kalıyor. Başarıyı ölümsüzleştirmek.

Dr. Curtius’in ölümünün ardından, Marie Tussaud öğrendiği tüm teknikleri ve balmumu heykel koleksiyonunu yanına alarak İngiltereye gitmiş. 1842’ye kadar çalışmalarını Londra’da sürdüren
Marie Tussaud için, zirveye ulaşma fikirleri burada başlıyor. İlk olarak Londra’da açılan Madame Tussaud Müzesi, yıllar içerisinde gelişerek 24 ülkede hayat buluyor.

İlk gezdiğim Madame Tussaud Amsterdam Müzesi girişteki korku koridoru karmaşasından sonra içine düştüğüm balmumu heykelleri ile adeta beni büyüleyen ilk yerlerden biriydi.

Geçtiğimiz Kasım ayında 60 balmumu heykel ile Madame Tussaud İstanbul’da meraklısı için kapılarını araladığında çok heyecanlandım. Neyseki İstanbul’da ki Müzenin girişinde sizi tranvay hatırası bekliyor. Korkacak birşey yok!

İstanbul Madame Tussaud

Yaklaşık 250 yıl önce başlayan balmumu heykel serüveni sayesinde, Mustafa Kemal Atatürk, Mimar Sinan, Sabiha Gökçen ve Yaşar Kemal gibi dünyadaki yerli yabancı daha nice değerli kişilerle fotoğraf çektirme şansını yakalıyorum.
Balmumu heykellerinin müzecilik kavramı ile dünyaya açılmasında ön ayak olan Madame Tussaud, ilk müze olma özelliğini korumaya devam ediyor.



Yılmaz Büyükerşen’in kendisinin yaptığı 160 yerli yabancı balmumu heykelin yer aldığı 2013 de Eskişehir’de açılan Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi, gururla söyleyebilirim ki Türkiye’de bir ilke imza atmış. 


Yolunuz düşerse, yada özellikle yönünüzü değiştirip yolunuz düşerse, tüm müzeleri keyifle gezmeniz dileğiyle




Devamını Oku »