Şişkolar ve Sıskalar

Göbekistan ile Kemikistan arasında bitmez tükenmez bir savaş olduğunu biliyor muydunuz?

Göbekyurt'ta yaşayan Şişkolar ile Kemikkent'te yaşayan Sıskaların bir türlü paylaşamadığı ada. Sısko yada Şişka adası. İsmine bile karar veremiyorlar. Birbirlerinden tamamen zıt iki ülke halkı.

Kemikkent'in Zayıflama Bakanı Bay Boştabak, General Cıpcılız ve Göbekyurt'tan Prens Şişgöbek ve Mareşal Pofuduk arasında geçen çekişmenin, inadın nelere mal olduğunu gören iki kardeş, Ünal ve İlkay...

İki ülke halkınında tek sorunları hoşgörü. Farklı olana anlayışla yaklaşmayı öğrendikleri anda sorun çözülüyor.


Dünya çocuk edebiyatının en başarılı örneklerinden biri olan Şişkolarla Sıskalar, Andre Maurois'in kaleminden Can yayınları ile 1982 den beri çocuklarla buluşmaya devam ediyor.

Savaşla bir şey elde edemeyen iki halkın sonunda barışı sağlayarak bir arada yaşamayı öğrenmeleri kahramanlarımız Ünal ile İlkay'ın içini rahatlatıyor. Onlar bu gülünç savaşın birer tanığı, nede olsa onlar kardeş hemde biri şişko biri sıska...

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.





0 yorum :

Hezarfen Uçmak Özgürlüktür

Bin Bilimli 

Yıllar yıllar önce, ülkeleri padişahların yönettiği dönemde, İstanbul’da Ahmed Çelebi adında genç bir adam yaşarmış. Hayaller kuran ve bilime de meraklı bu adamın lakabı “bin bilimli” anlamına gelen Hezarfen’miş.

Hezarfen’in en büyük hayali uçmakmış. Kuşları izler, insanoğlu uçamaz mı diye düşünüp dururmuş.

“Kuşların kanatları varsa insanoğlunun da aklı var” dermis. Günlerden bir gün Hezarfen de uçmuş. 

Galata Kulesinden süzülerek, halkın şaşkın bakışları arasında Üsküdar’daki Doğancılar meydanına konmuş.



1609 – 1640 yıllarında yaşamış bir Türk Bilgini ve takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insan Hezarfen Ahmed Çelebi’nin anlatıldığı bu öykü çocuklar için yazılmış. Çocuklar kadar büyüklerinde hayranlıkla ve keyifle okuyacaklarından eminim.
Ahmet Önel’in kaleminden  “Hezarfen Uçmak Özgürlüktür“  Elma Çocuk Yayınevin aracılığıyla okuyucuyla buluşuyor. Kitabı resimleyen ise Sait Munzur. 

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.




0 yorum :

Haydarpaşa Tren Garı

İstanbul - Bağdat Demiryolu Hattı

Bir vapurun iskeleye ağır ağır yanaşması sırasında hayranlığımı gizleyemeden her ayrıntısını hafızama kazımaya çalıştığım heybetli bina Haydarpaşa Tren Garı. 

Yüzlerce kere fotoğrafını çekmişimdir ve yine yüzlerce kere hayranlıkla seyretmişimdir.

Kadıköy –Eminönü vapur seferleri sırasında yaz yada kış mevsim ne olursa olsun dışarıda İstanbul’u seyrederim. Bazen sisli ama gizemli, bazen güneşli net ama esrarengiz haliyle beni büyüler.

Bir yanda Haydarpaşa tren garı, Selimiye kışlası, diğer yanda Tarihi Yarımada ya yaklaşırken Haliç’in iki yakası Sirkeci,  Karaköy, Galata Kulesi ve karşısında tüm heybetiyle selamlar beni Topkapı Sarayı.

Yine güneşli bir gündü. Eminönü’nden Kadıköy’e gitmek için bindiğimiz vapurdan ani bir kararla Haydarpaşa iskelesinde indik. Bu değişiklik çocuklarda önce telaş sonra heyacan uyandırdı.

Önce binanın önündeki lokomatif’i inceledik. Merdivenlerin başında durup binayı doyasıya seyrettik. 1908 de İstanbul-Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak yapılmış Haydarpaşa Tren Garı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ise İstanbul- Şam- Medine seferlerini de yapmış.

II.Abdülhamid’in onayı ile İki Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno tarafından hazırlanan proje sonucu garın yapımında Alman ustalarla İtalyan taş ustaları birlikte çalışmışlar.

Binanın dışı beni çok etkiler hüzün, ayrılık kokar. Ama o geniş merdivenleri birer ikişer çıkıpta içeri girdiğimde, işte içimde bir umut, buluşma, kavuşma sevinci beliriverir.

İçerisi Kemerli sütun, duvar motifleri ve saat her an ellerinde bavulları çıkıp gelecekmiş gibi eski zaman insanlarını bekler…

Bir çok yangın tehlikesi geçirmiş, denizdeki tanker ve gemi çarpışma kazalarından etkilenmiş, patlamada hasar gören kurşun vitraylar yeniden onarılmaya çalışılmış. 

Bina birçok kez onarımdan geçse de 2010 yılında çıkan ağır yangından dolayı çatısı çökmüş ve 4. kat kullanılmaz hale gelmiş.

Şimdi kaderini bekler durur, bir zamanlar treni bekleyen yolcular gibi…






0 yorum :

24 Kasım

A'dan başlar aydınlık, 

Bir taş koyar bütün yapılarda temele öğretmen.

Soluğudur düşüncenin buğdaydan yalaza dek

Yeryüzünde ne varsa ondan gelmedir,

Yeryüzü ile el ele öğretmen.

Öğretmen / Fazıl Hüsnü Dağlarca


Gün olur ilkokul öğretmenimizi, gün olur lisede ki öğretmenlerimizi anarız. 

Yaptığımız şakaları, onları nasıl kızdırdığımızı acı tatlı anılarımızı hatırlar çocuklarımıza anlatırız. 

Üniversite deki öğretmenlerimizi andığımız da olur zaman zaman ama en çok da ilkokul öğretmenlerimiz bizim küçük yüreklerimizde kocaman yer tutarlar. 

Hayatımızda iz bırakan, bizim yaşamımıza yön veren, değerli öğretmenlerimizi yılda bir değil 365 gün hatırlarız biz aslında…

24 Kasım öğretmenler günü olarak kutlanmaya başlayalı tam 33 yıl olmuş. 24 Kasım 1928 Millet Mekteplerinin açılışı ve aynı zamanda Atatürk'ün Başöğretmenliği Kabul ediş tarihi.

Mustafa Kemal Atatürk’ün 100. doğum yılı olan 1981 yılından bu yana her 24 Kasım Öğretmenler Günü olarak kutlanıyor.

Ulu Önder Atatürk bir söylevinde, öyle güzel anlatmış ki öğretmenlerimizi;

“Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır.”






























0 yorum :

Doğu ile Batı’nın birleştiği nokta...

Bir zamanlar Paris’ten kalkan Şark Ekspresi’nin yolcu indirdiği yer... 

Kimbilir hangi ressamlar, mimarlar geldi ilk defa İstanbul’a, oryantalist yaşamı keşfetmeye…
Doğu’ya, Osmanlı’nın topraklarına ….
İstanbul’a hayranlık birkez daha arttı, resmedildi, yazıldı, çizildi…

O günden bu güne değişmeyen tek şey hala İstanbul hakkında hayranlıkla ayrıntılar yazılıp çizilmeye devam ediliyor.

Benim için “Tarihi Yarımada” nın vazgeçilmez duraklarından biri Sirkeci Garı

Bu günkü ziyaretimi çocuklarla birlikte yapmak istedim. Tarihin akışında kaybolanlar gizli kalanlar ve keşfedilenleri görmeleri için.

Binanın ön cephesinde bulunan iki saat kulesi zamanı hiç aksatmadan dakikaları üst üste ekliyor gözüksede zaman durmuş gibiydi benim için. Ama Binanın yan cephesinde garın hizmete girdiği tarihleri hem rumi hemde miladi takvimde görünce zamanın aslında nasıl su gibi hızlı aktığını anladım.

Bina yapıldığı dönemde deniz kenarındaymış, Çevresi zamanla çok değişime uğramış. Binanın içinde üç büyük lokanta ve ayrıca binanın arkasında da geniş bir bira bahçesi ile açık hava lokantası bulunuyormuş. Bugün, saat kuleleri, vitraylar binanın içindeki iki lokanta ve müze günümüze kalanlardan sadece bir kaçı.

Gar, II.Abdülhamit döneminde 11 Şubat 1888 günü büyük bir törenle temeli atılmış. 03 Kasım 1890'da da hizmete açılmış. Bu görkemli gar binasının mimarı Alman mimar ve mühendis August Jachmund, Sultan II.Abdülhamit'in güvenini kazanarak daha sonra sarayın danışman mimarı olmuş.

Batı’nın bitip Doğu’nun başladığı bir başka değişle Doğu ile Batı’nın birleştiği nokta Sirkeci Garı.

Selçuklu dönemi taş kapılarını anımsatan geniş bir giriş kapısından içeri girdiğimde sanki zaman tünelinden geçen bir yolcu gibi hissettim kendimi. Burada ki lokantalarda kimbilir kimler oturmuştu. Kimlerin buluşma, kavuşma noktası olmuştu… Her ayrıntı seyretmeye değer. Sivri kemerli pencereler ve Vitraylar göz doldurmaya devam ediyor.

Bekleme salonlarına, Avusturya'dan getirilmiş büyük çini sobalar konulmuş o dönemde, tabi bu sobalardan biri şimdi içerideki müzede sergileniyor.

Önce restoranlardan birinde oturup sabah kahvemi yudumlarken garın eski halini hayal etmeye çalıştım. Yedikule'de yapımına başlanan demiryolu hattının Sarayburnu'na kadar uzanan Topkapı Sarayı bahçesinden geçirilmesi konusu uzun tartışmalara yol açmış o dönemde. Abdülaziz'in izniyle hat Sirkeci'ye ulaşmış ancak Sirkeci'ye ulaşan demiryollarının yapımında istimlak amacıyla tarihi değerine paha biçilemeyen Bizans ve Osmanlı saray ve köşkleri yıkılmış malesef.

İçeride bulunan müze, küçük olmasına karşın günümüze birkaç şeyin ulaşmış olması sevindirici. Çocuklarımın ilgisini çekti.

Müzede sergilenenlerden bazıları; Bilet dolabı, seyyar telgraf makinesi, bilet baskı makinesi, Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketine ait istasyon çanı.(19.yy), Orient Ekspres ve Yemekli - Yataklı Vagonlara ait servis takımları (19-20.yy), Büro Malzemeleri, Tren Plakaları ve İstanbul(Sirkeci) Gar bekleme salonunun ısıtılmasında kullanılan çini soba 1890.

Yolculukları severim, Tren İstasyonları bana hep kavuşmaları hatırlatır, Avrupa Yakasının Sirkeci Garı gibi Anadolu Yakasının Haydarpaşa Garı da benim için özel yerlerden biri olmaya devam ediyor.

Müze pazar ve pazartesi kapalı. Müze hakkında daha ayrıntılı bilgi için buraya tıklayınız



0 yorum :

Satranç

Siyah ve Beyaz ...
Şah ve Mat ...

Viyana doğumlu Stefan Zweig savaş karşıtı kişiliği ile dikkatleri çekiyor. Nazilerin baskısından dolayı Brezilya’ya giden ve burada yaşadığı dönemde yazdığı Satranç bu anlamda bir vedadır aslında.

Satranç oyunu çerçevesinde birbirleriyle zıt iki politik sistemin temsil edildiği söylenebilir. Satranç şampiyonu Czentovic İlkelliğiyle “küçük bir Hitler” modeli çizerken, Gestapo gözetiminde bir otel odasına kapatıldığında kendi kendine satranç oynayan ve “hem siyah hem beyaz “olarak kişilik bölünmesi yaşayan Dr.B de “yok olmaya mahkum edilen bir dünyayı” simgeliyor.

Satranç, Stefan Zweig’in şiddetin egemenliğine karşı koyamayan bir dünyanın ve mat edilen özgürlüğü son bir kez daha ele aldığı yapıtıdır.

1942’den beri okuyucuyla buluşan Satranç, Stefan Zweig ‘in kaleminden, Ayça Sabuncuoğlu’nun çevirisi ile 42. Basım Can Yayınlarından yine raflarda yerini aldı.

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.


0 yorum :

Sultanahmet Meydanı

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! 

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... 


Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, 

Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. 


Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından 

Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. 


Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; 

Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan 

Türkçesi bülbül kokan, 


İstanbul, İstanbul…
Canım İstanbul / Necip Fazıl Kısakürek


Adına şarkılar bestelenen, şiirler okunan şehir İstanbul.
Eski İstanbul'u gezmek denilince akla gelen ilk yer "Tarihi Yarımada". Gezmek için bir günün yetmediği, Tarihi Yarımada adeta bir açık hava müzesi. Altında binlerce yıllık medeniyetlerin kalıntıları var.

Meydana adını veren Sultanahmet Camii mavi renkli iznik çinileri ile bezendiği ve kubbelerinin içi de mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için turistler tarafından Mavi Cami ( Blue Mosque) adı ile anılmaya başlanmış.

Hemen hemen yılda bir gezerim tarihi yarımadayı, her gezdiğimde farklı bir bölümü daha çok dikkatimi çeker. Sultanahmet camii’ni en son gezişimde İznik çinilerini daha detaylı inceleme fırsatatını yakaladım. Çiniler sarı ve mavi tonlarında bitki motifleri ile süslenmiş, her biri el emeği göz nuru birer tarihi eser ve bu süsleme için 20 bini aşkın çini kullanılmış.
İçerisi 260 pencereyle aydınlatılmış olan caminin Türkiye’nin ilk altı minareli camii olduğunu biliyor muydunuz?

Sultanahmet Meydanında eskiden Hipodrom varmış, şimdi o günlerden kalan tarihi simge olarak Antik Mısır dikilitaşı, Örme dikilitaş ve Yılanlı Sütun boy gösteriyor.

Örme Dikilitaş, 32 metre olan dikilitaş kaba kesilmiş taştan yapılmış. Yapım tarihi tam olarak bilinmemekle beraber resmi kaynaklara göre VII. Konstantin'in dedesi I.Basil'in zaferlerini resmeden yaldızlı tunç plakalarla kaplıymış, ayrıca dikilitaşın üstünde bir küre bulunmaktaymış.
Ancak söylentilere göre IV Haçlı Seferleri sırasında yaldızlı tunç plakalar haçlılar tarafından çalınmış ve eritilmiş. Söylentinin aslı astarı varmı bilinmez ama gerçek olan, Örme Dikili taşın üzerinde bugün tunç plakaların olmadığıdır.

Antik Mısır Dikilitaşı, MS 390 yılında Roma İmparatoru I. Theodosius, Mısır'dan gemi ile İstanbul'a getirterek Hipodrom'da şimdiki yerine diktirmiş.

Yılanlı Sütun, MÖ 479'da Pers ordusu karşısında birleşen Yunan şehirlerinin kazandığı zafer anısına yapılmış ve Delfi'deki Apollon mabedine dikilmiş. Eser İstanbul’a İmparator Konstantin tarafından MS 324 yılında getirtilmiş. Bugün eserin günümüze gelebilen kısmı 5m. Birbirine dolanmış üç yılan kafasının ikisi kayıp biri İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.

Meydanın başında, Sultan I. Ahmet Türbesi’nin karşısında Alman Çeşmesi bulunuyor. 1901 yılında Alman İmparator II. Wilhelm tarafından Sultan’a hediye olarak gönderilmiş. Alman Çeşmesi Almanya’da yapılıp İstanbul’a getirilerek burada monte edilmiş.

İmparator Wilhelm İstanbul’u iki kez ziyaret etmiş aslında ticaret desek daha iyi olur. İlk ziyareti 1898 Osmanlı ordusuna Alman tüfeklerini satmak için, ikinci ziyaret İstanbul-Bağdat Demiryolu’nun Alman firmalarına verilmesi vaadini almak için.

E tabi küçük bir hediyeyi çok görmemek lazım Alman Çeşmesi o günlerin anısı olarak Sultanahmet Meydanındaki yerini almış.

0 yorum :

Mağusa, nam-ı diğer Famagusta…

Güneşin bir türlü terkedemediği kent, Mağusa. 

Sonbaharın henüz buraya uğramadığı, yazın da gitmek istemediği bir Ekim ayında gezdim Mağusa’yı. 
Güneşin alabildiğine ısıttığı bu yer, attığımız her adımda buram buram tarih kokan, yüzyıllar boyu Doğu-Batı ticaretinde transit merkezi olmuş bir liman kenti, nam-ı diğer Famagusta. 
Şimdilerin Mağusa’sı bir üniversite şehri olmuştu bile… 

Yakın çevrede olduğu kadar Kale içi de adeta bir açık hava müzesi. Kale içi yürüyerek gezilebilecek kadar küçük olmasına rağmen burada adım başı hayranlık uyandıracak yapılara rastlamak mümkün.
Gezilecek, görülecek, hakkında bilgi toplanacak, fotoğraflanacak ne çok yer var burada…

Kale içi gezilecek yerlerden bazıları,

Günümüzde Lala Mustafa Paşa Camii olarak kullanılan St.Nicholas Katedrali, Venedik Saray kalıntıları, Greklerin St. George Kilisesi, Namık Kemal zindanı, Osmanlı dönemi Magosa Medresesi, günümüzde Sinan Paşa Camii olarak bilinen St. Peter ve St. Paul Katedrali, Doğu Akdeniz Üniversitesinin Kültür Merkezi olarak kullandığı Nestorian kilisesi, Cafer Paşa Hamamı, St. Francis Kilisesi… Bunlar bir çırpıda saydıklarım ama bir gün boyunca anca gezebildiklerim. 


Bazılarının kapanış saatine denk geldik içeriyi görmek, fotoğraf çekmek isterdim. Kimini kapı aralığından kimini kapı deliğinden fotoğrafladım. Ne demişler  "Merak, tüm kapıları aralar"…

Namık Kemal

Kale içinde büyük meydanda, Namık Kemal Meydanı’nda kafelerden birine oturduk. Aynı anda Lüzinyan, Venedik ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan bu üç tarihi döneme tanıklık etmiş meydanda olmak çok heyecan vericiydi. 

Bir yanımda Lüzinyan krallarının Kudüs kralı olarak taç giydikleri St.Nicholas Katedrali; diğer yanımda Osmanlı Dönemi Magosa Medresesi ve tam karşımda Venedik Saray kalıntıları arasında Namık Kemal’in 38 ay sürgün hayatı yaşadığı iki katlı ev.

Yakın tarihimize tanıklık eden Namık Kemal’in sürgündeki zindan’ı veya evi, müze olarak ziyaretçilere açık. Venedik Sarayı avlusunda bulunan iki katlı evin avluya açılan tekgözlü odası Namık Kemal’in sürgün odası. Namık Kemal, "Vatan yahut Silistre" oyununun 5 Nisan 1873 tarihinde İstanbul Gedik Paşa tiyatrosunda oynanmasından sonra 9 Nisan 1873 tarihinde Kıbrıs'a sürülmüş. Önceleri alt kattaki zindana kapatılan şair, bir süre sonra Kıbrıs Mutasarrıfı Veys Paşa'nın izni ile üst kata çıkarılmış. Şimdi müze olan üst katta Namık Kemal’e ait eşyalar ve belgeler sergileniyor.

St. Nicholas Katedrali / Lala Mustafa Paşa Camii
Namık Kemal Meydanında ki en eski ve en görkemli yapı St. Nicholas Katedrali elbette. Lüzinyan kralları, önce Lefkoşa’daki St. Sophia Katedrali’nde Kıbrıs Krallık tacını, sonra da Mağusa’daki St.Nicholas Katedrali’nde Kudüs Krallık tacını giyerlermiş. 1298 -1312 yılları arasında inşaa edilen bu Katedral’in Fransa’daki Reims Katedralinden etkilenmiş batı cephesi mimarisi ve Gotik tarzda işlemeli pencereleri ile en az içi kadar görenleri kendine hayran bırakıyor. Adanın Osmanlı hakimiyetinden sonra bu katedral Lala Mustafa Paşa Camii olarak hizmet vermeye başlamış. Camii olmasıyla beraber iç duvarlar beyaza boyanmış.

Lüzinyan dönemi, Mağusa’nın zenginliği, ihtişamı, lüksü en fazla yaşadığı altın dönem olarak adlandırılıyormuş. Bu dönemde tüccarlar Kadetral yaptırmak konusunda sanki bir yarışa girmişler.

St.Peter ve St.Paul Katedrali / Sinan Paşa Camii

1360 yılında yapılan St. Peter ve St. Paul Katedrali, 1571 yılındaki Osmanlı bombardımanına rağmen sağlam yapısı ile ayakta kalabilmiş. Osmanlı döneminde Sinan Paşa Camii olarak kullanılmış.

Kuzey girişi eşsiz bir taş işçiliğine sahip. Biz gezerken kapısı kilitliydi, aralık olan yerden iç mekanıda fotoğraflamaya çalıştım. En az içi de dışı kadar ihtişamlı görünüyordu.

Kale içine deniz tarafından Porta Del Mare kapısından girdiğinizde ilk gözünüze çarpan heybetli yapı St. George of the Latins kilise kalıntıları.

Greklerin St. George Kilisesi



1360 yıllarında inşa edildiği sanılan, Lüzinyan döneminden beri Ortodoks Grek (Rum) Kilisesi olarak bilinen bu kilisede Bazı söylentilere göre Salamis Başpiskoposu St. Epiphanios'un (M.S 310- 406) tüm mücevherleri kilise temelinde saklıymış. 

Osmanlının Kıbrıs fethi sırasında (1570 - 1571) top bombardımanı sonucunda harabeye dönüşsede hala tüm ihtişamını yansıtabiliyor.

St. George kilisesinin biraz çaprazında denizden gelen saldırılar için korunma, savunma amaçlı yapılmış Küçük bir Kale var. 

Othello Kalesi olarak anılıyor. 1310 yılında yapılmış bu eski kale Venedikliler ve İtalyanlar döneminde ayrı ayrı yeniden şekillendirilsede Othello adı, 1500 lü yıllarda İngiliz Sömürge döneminden kalma.

Namık Kemal Meydanının kuzey batısında yer alan Cafer Paşa Hamamı, arşiv belgelerine göre 1601 yılında inşaa edilmiş. 
Lüzinyan döneminden kalma St. Fransis Kilisesi'nin (1226) avlusunda bulunan Cafer Paşa Hamamı, plan ve mimari üslubu olarak (ılıklık ve sıcaklık bölümleri) Osmanlı dönemi yapı özelliklerini yansıtığı söyleniyor. Sadece "Soyunmalık" odası Orta Çağa ait St. Fransis kilisesinin orjinal odalarından birisiymiş. 

Nestorian Kilisesi

Gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımdan kapanma satini kaçırdığım diğer yapıt Nestorian Kilisesi. (Agios Georgios Eksorinos) 

Kapılar kapalı olabilir ama kapı delikleri ve yüksek çözünürlü fotoğraf makineleri bu merakı yeniyor.

Bu kilisenin Zengin bir İtalyan Tüccar olan Francis Lakhas tarafından 1359 yılında inşa edildiği söyleniyor.

Osmanlı döneminde işlevini yitirsede daha sonraları Rum Ortodoks kilisesi olarak kullanılmış. 

Kilise artık Doğu Akdeniz Üniversitesi için bir kültür merkezi olarak kullanılıyormuş bahçe girişinde tabelası vardı. 

Ayrıca 8 Aralık 2013 Pazar gününden itibaren 57 yıl aradan sonra yeniden ayin yapılmaya başlanmış. 



Yakın yerler
St. Barnabas İkon ve Arkeoloji Müzesi 

St. Barnabas’ın ilginç bir hikayesi var. Çok eskilere, 45 yılına dayanıyor. Salamis Mağosa doğumlu olan St Barnabas Kıbrıs da Hıristiyanlığı ilk yaymaya, anlatmaya başlayanlardan biriymiş. Bu faliyetlerinden dolayı öldürüldüğünde cesedi öğrencileri tarafından gizlice alınmış. Salamis'in batısında bir yeraltı mağarasına gömerken de göğsüne St.Mathews'un yaptığı incilin kopyasını koymuşlar.

St. Barnabas Manastırı

Cesedin yeri bilinmediği içinde incil uzun yıllar gizli kalmış. 432 yıl sonra piskopos Anthemios, mezarı rüyasında gördüğünü söyleyerek, açılmasını istemiş. Mezar açıldığında St. Mathews incili dolayısıyla, St. Barnabas teşhis edilmiş.

Sonrasında buraya tahmini 491 yılında inşaa edilen Manastır M.S. 7. yüzyılda başlayan Arap Akınları sırasında yakılıp yıkılmış. Bu kiliseden günümüze sadece taş döşemeli bir yola ait kalıntılar ve birkaç mermer sütun gelebilmiş.


Bu gün gezdiğimiz Manastır 1756 yılında yapılmış. Kilisenin çan kulesi ise burada görevli olan üç kardeş papazın mali katkılarıyla 1958 yılında inşa edilmiş.

St. Barnabas Mezarı
1991 tarihinde manastırda başlatılan yeni düzenlemelerle manastır odaları Arkeoloji Müzesi’ne dönüştürülürken, kilise de İkon Müzesi’ne dönüştürülmüş.

Kilisede ikonlar, Manastır odalarında ise, Neolitik Devir’den başlayarak Bizans döneminin sonuna kadar tarihlenen arkeolojik eski eserler sergileniyor.

Manastırın yaklaşık 100 metre doğusunda Aziz Barnabas’ın cesedinin bulunduğu yer altındaki antik mezarın üzerine ise küçük bir kilise inşa edilmiş. 



Salamis Antik Kenti

Mağusa’nın 6 km kadar kuzeyinde yer alan Salamis antik kentini gezerken İzmir ilinin Selçuk ilçesi sınırları içinde kalan Efes Antik kenti gözlerimin önünde canlandı. Orayı gezerkende bir merak vardı içimde. Binlerce yıl önce yaşanılan bir kentin üzerinde geçmişin izlerini aramak…

Antik kentteki en eski buluntular bize M.Ö. 11. yüzyıla ait olduğunu söylüyor. Bunu arkeologların bulduğu sikkeler söylüyor. Bu sikkelere göre kent önce Asurlar, Mısırlar ve Persler’in hakimiyetine geçmiş. Daha sonra Büyük İskender ve Roma dönemi başlamış. Salamis Kenti MS 332 ve 342 yıları arasında meydana gelen Büyük depremlerle yıkılmış.

Salamis Kenti 19. yüzyılın sonlarında keşfedilmiş. 1952-1974 yılları arasında yapılan kazılarla büyük bölümü ortaya çıkarmışlar. Malum 1974 yılında kesilen kazı çalışmalarına 1998 yılında tekrar başlanmışlar ve kent bugünkü halini almış.

Kentteki yapılar

Çok geniş bir bölgeye yayılan kentin içinde gezip görülecek bir çok yapı var.

Kenti çevreleyen Surlar ve limanlar;
Etraflarında heykeller, havuzlar ve hamam bulunan Gymnasium
Gösterilerin yapıldığı, kulis ve giyinme-soyunma odlarının bulunduğu, freskler, sütunlar ve heykeller ile süslenmiş sahne bölümünden günümüze sadece temelleri kalmış olan Tiyatro;
Zemininde mozaik döşemesi bulunan Roma Villası;
Avlusunda bir su kuyusu bulunan tabanında mozaiklerin olduğu Kampanopetra Bazilikası,
Yapıldığı dönemde Kıbrıs’ın en büyük bazilikası olduğu sanılan, vaftiz odasının döşeme seviyesinin altında ısıtma sistemi bulunan St. Epiphanos Bazilikası;
Şehre su dağıtımı yapan su kemerleri ve Bizans sarnıcı;
Salamis'in hem toplantı hem de alışveriş merkezi olan Agora (pazaryeri) ve Zeus Tapınağı… hepsi görülmeye değer
















0 yorum :

Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler


Mustafa Kemal'in en sevdiği atının öyküsünü hiç duymuş muydunuz? Ya köpeği Foks'un eve gelen konuklara yaptıklarını...

Atatürk'ün yeni Türk hafleri için bir marş bestelettiğini biliyor muydunuz? Ya kesilen iğde ağacını aramaya çıkan Atatürk'ü...

Çoğunu ilk kez okuyacağınız ilk kitapta 60, ikinci kitapta 38, üçüncü kitapta 54 öykünün yer aldığı Süleyman Bulut'un usta kaleminden öyküler, 7'den 77'ye her yaştan okuyucuyla buluşuyor.

Bu öykülerden azim, kararlılık, sabır ve doğa sevgisi örneği gösteren birini burada paylaşmak istiyorum.

"Ankara Toprağı"

Atatürk, Kurtuluş'tan hemen sonra, yeşilsiz ve ağaçsız bir bozkır kenti olan Ankara'yı yeşillendirmeye kararlıdır.

1925 baharında, toprak satın alarak, daha sonra kendi adını taşıyacak çiftliği kurmak için, toprak analizleri yaptırmaya başlar. Bunun için getirtilen yabancı uzman, Ankara toprağını çok verimsiz bulur.

“Bu toprakta ve bu iklim şartlarında ya sabır tükenir ya da para”, diyerek Atatürk’e, bu projeden vazgeçmesi öğütler. Atatürk, “Bu söylediğiniz, bizim de bildiğimiz bir sonucun bilimsel olarak kanıtlanmasıdır”, der ve ekler: “Ama bilim aynı zamanda bilinenin ötesine geçmek değilmidir?”

Çiftlik fikrinden vazgeçmez. Bunun için belirlediği alandan kova kova doldurduğu toprak örneklerini, o zaman Ankara’nın tarım okulundaki tek laboratuvara gönderip analiz ettirir. Analizleri, aynı zamanda tarım eğitimi de almış, biyoloji öğretmeni Zihni Derin yapmaktadır. Sonuçları da, her gün gidip Atatürk’e bildirmektedir:

“Ne yazık ki, kireçli, çorak toprak; verimsiz!”

Onun bu açıklamalarına, Atatürk, her seferinde, “çok memnun oldum, çok memnun oldum,” diye karşılık vermektedir.

Zihni Derin, sonunda bütün cesaretini toplayıp Atatürk’e, “bu olumsuz sonuçlardan niçin memnun kaldığını sorar.

Atatürk: “İlahi hoca,” der, “verimli toprakta, elverişli iklim koşullarında herkes çiftlik kurar. Ben senin işe yaramaz dediğin bu çorak ve kurak toprakta da çiftlik kurulabileceğini göstereceğim.”

Ve bugünkü Atatürk orman Çiftliği’ni kurar.

Zihni Derin, emekli olunca Rize’ye gider. Atatürk Orman Çiftliği’nden aldığı cesaretle Rize’ye ilk çay fidesini diker. Bölgenin çay memleketi olmasını sağlar.

Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler 1, 2 ve 3,  Can yayınları aracılığıyla okuyucuya ulaşıyor. Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.




0 yorum :

10 Kasım


Saat dokuzu beş geçe...

Trafik yavaşladı derken bir anda durdu, herkes arabalarından indi ve sirenler başladı...
Tüm insanlar başı önünde eğik hüzünlü, kimi ağlamaklı olduğu yerde dimdik duruyordu. Duraktakiler, caddedekiler, arabalarından inenler, dükkanlarından dışarı çıkanlar herkes ama herkes saygı duruşunda, tereddütsüz. Zaman durmuş sanki, siyah beyaz donuk bir film karesi gibi…

Hayatımda ilk defa şahit oluyorum yada en net hatırladığım an. 10 Kasım 1981 günlerden salı, henüz ilk okul ikinci sınıftayım. Hasta olduğum için okula gidemedim sabah beni doktora götürüyorlar, yoldayız. Sirenlerden önce biz de arabamızdan inip saygı duruşunda bekliyoruz, gözyaşlarımı tutamıyorum, kelimeler boğazımda düğüm düğüm...

Yıl 2011, 10 Kasım Perşembe Ankara’da Anıtkabir’deyim. Bu sefer yanımda oğlum var. Çok saygı duyduğum, cesaretine ve zekasına hayran olduğum Atam’ın huzurundayım. Ve ben yine gözyaşlarımı tutamıyorum. Kelimeler kifayetsiz kalıyor duygularımı anlatmaya.


Ama ömrüm oldukça O'nu çevreme ve çocuklarıma ve onların çocuklarına anlatmaya çalışacağım. Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamak demek, onun yaptıklarını anlamak, düşüncelerini izlemek ve ilkelerini korumak demektir.

Dünya tarihinde silinmez izler bırakan, herkesin örnek aldığı bu cesur yürekli, alçak gönüllü, zeki ve başarılı insan hakkında söylenen yüzlerce güzel söz var.

Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam” eserinde şöyle demiş “Ölümünün daha 25. yılında kendisi hakkında çeşitli dillerde 3.000 eser yayınlanan insan, üzerinde düşünülen insan demektir.”

Dünya Liderlerinin Atatürk Hakkındaki Sözleri

Mustafa Kemal; bir millet, bütün vasıtalarından mahrum edilse dahi, kendini kurtaracak vasıtaları yaratabileceğini ispat eden adamdır.

Adolf Hitler (Almanya Devlet Başkanı)

Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak isteyenler Atatürk'ün iman verici ve yön göstericiliğinden örnek ve kuvvet alsınlar.

Herbert Melzig (Alman Tarihçi)

Savaş Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da Türk Milletini yeniden dirilten Atatürk’ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük kayıptır. Her sınıf halkın O'nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye'nin Ata'sına değer bir görünümden başka bir şey değildir.

Winston Churchill (İngiltere Başbakanı)

Atatürk, yalnız Türk Milleti'nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletlerin önderiydi. O'nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk.

Bayan Sucheta Kripalani (Hint Parlamento Heyeti Başkanı)

Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye'nin doğması, yeni Türkiye'nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk' ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye'de giriştiği derin ve geniş inkılâplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur.

John F. Kennedy (ABD Başkanı)

Sovyet Rusya Hariciye Nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine onun fikrince bütün Avrupa'nın en kıymetli ve en ziyade dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sordum. Bana Avrupa'nın en kıymetli devlet adamının Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olduğunu söyledi.

Franklin ROOSEVELT (1928
 ABD Başkanı)

Bu, insanlığa denenmiş bir felsefe örneği olarak sunulabilir. Atatürk yüz yıllara sığabilecek işleri on yılda tamamladı.

Gerrad Tongas (Fransız Yazar)

Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet adamları; O'nun 1930'da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş felaketinin içine sürüklemişlerdir.

SANERWIN (Fransız Gazetesi)

UNESCO’nun yazdığı Atatürk tanımı

Atatürk, uluslar arası anlayış, iş birliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.




0 yorum :

Kariyerim Gelecek mi?

Gideceğiniz yeri bilmiyorsanız, hangi yoldan gittiğinizin önemi yoktur. 

"İnsanın kendisi olabilmesi kolay görünse de bir o kadar da zor. Oysa ne güzel bir şeydir insanın yeteneklerini keşfetmesi, neyi yapıp neyi yapamayacağını bilmesi.

“Başkası olma kendin ol” felsefesi, bizi kendimize doğru yolculuğa çıkartır.

Sahip olunan kaynakları, değerleri fark etmek; eksiklikler, boşluklar, kendine güvensizliklere son vermek; ancak içinizdeki gerçek yeteneğin ne olduğunu keşfetmek, uğruna emek vermek, sonrasında bunu başarıya gidecek yolda eyleme dönüştürmekten geçiyor."

Kariyer Koçu, marka ve iletişim danışmanı Yasemin Sungur'un kaleminden Kariyerim Gelecek mi?
Geleceğini Planlayan İnsanın Modern El Kitabı, genişletilmiş yeni baskısıyla Ceres yayınlarından okuyucuyla buluşuyor.

Gideceğiniz yeri bilmiyorsanız, hangi yoldan gittiğinizin önemi yoktur. Nereye gideceğini bilmeyenler, başkalarının istediği yerlere gider.

Hayeller ve hedeflerin, başarı ve mutluluğa dönüşmesi yolunda, yolunu kaybedenler, çıkış yolu arayanlar… Bu kitap sizin, bizim, hepimiz için.

Yasemin Sungur'la tanışma fırsatı  8 Kasım 2014 Cumartesi günü Marmara Forum D&R 14.00 de gerçekleşecek kariyer sohbeti ve imza günü etkinliği.


Kitabı almak isteyenler buradan ulaşabilirler




0 yorum :

Atatürk Olmak


Bir varmış bir yokmuş. Büyüdüğü zaman ne olacağını çok merak eden bir çocuk varmış... 

O ne Doktor, ne de Mühendis olmak istiyormuş. Ne Ressam ne de Mimar...  Bir gün okulda Atatürk'ü anlatmış öğretmeni. O da büyüdüğünde Atatürk olmak istemiş.

Aytül Akal'ın kaleminden çocuklar için bir öykü daha... Atatürk Olmak. Hem İngilizce hemde Türkçe yazılmış bu öykü. Resimleyen Ayşın Delibaş Eroğlu.

8 - 16 Kasım da 33. sü düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı'nın konukları arasında Aytül Akal da var. 
10 Kasım 2014  Pazartesi günü Karadeniz Salonu'nda 12.00 - 12.45  arası yapılan söyleşinin konusu "Atatürk Olmak" 

Söyleşi : "Atatürk Olmak"
Konuşmacı : Aytül Akal
Düzenleyen Uçanbalık Yayınları

Fuar etkinlik takvimine buradan ualaşabilirsiniz. 
Kitabı satınalmak isteyenler buradan ulaşabilirler.


0 yorum :

1 KASIM

Ya üç ayda yapabiliriz ya da hiç bir zaman...

TÜRK HARFLERİNİN KABUL VE TATBİKİ HAKKINDA KANUN 1 Kasım 1928'de TBMM tarafından kabul edildi.


1928 yılı Gazi M. Kemal için devrimler yılı olacaktı. 9 üyeli Dil Encümeni kuruldu. Yeni harfleri öğrenen Gazi M.Kemal 5 Ağustos günü Başbakan İnönü'ye yazdığı mektupta ilk kez Latin harflerini kullandı.

27 Temmuz 1928 günü Dil Encümenleri/Harf Komisyonu Dolma Bahçe Sarayı'nda son kararlarını Gazi M. Kemal'e izah etti. O günkü görüşmeyi Falih Rıfkı Atay şöyle nakletmiştir.

"Yeni yazı yalnız Arap yazısı dediğimiz eski yazının değil, Osmanlıcanın da tasfiye edilmesi demekti.
Atatürk, karşı tarafın tekliflerini gözden geçirdi. Sonra:
_ Yeni yazının eskisi yerine geçmesi için müddet olarak ne düşündünüz? diye sordu.
Müddet, arkadaşlardan azlığına göre beş, bir haylisine göre onbeş yıl olmalıydı. İlk zamanlar okullarda iki yazıyı da öğrenecektik. Gazeteler bir kaç fıkrayı yeni yazı ile dizdirmekten başlayarak, yavaş yavaş arttıracaklardı. 
Atatürk dediki:
_ Farz edelim on beşinci yılda gazetelerde yarım sutün Arapça yazı kaldı. Ne olacak biliyormusunuz? Herkes o yarım sütunu okuyacak. Bir harp, bir buhran, bir şey çıktı mı, bizim yazı da Enver'inkine dönecek.
Enver Paşa'nın daha fazla imla inkılabı diyebilecepimiz denemesi I. Dünya Harbi olur olmaz suya düşmüştü: 
_ Ya üç ayda yapabiliriz ya da hiç bir zaman...
Buna bende şaştım doğrusu. Üç ayda bir millete yazı değiştirtmek! Bunu da başarabilecek miydi?
Sonra anadolu'ya köylere çıktı. Bir kara tahta üzerinde yeni yazının ilk derslerini verdi. Ve üç ayda yaptı."

Bu duruma birde rakamlarla bakmak gerekirse, 

2 ya da 4 aylık okuma-yazma kursunu yürütecek Millet Mektepleri, 1 Ocak 1929'da öğretime başladı. İlk yıl yurtiçinde 20.487 derslik açıldı ve buralara devam edenlerin sayısı 1.075.500 kişiye ulaştı. İlköğretime kaydolma yaşını aşmışlar ise kurslara devam ettiler. Bir yıl sonunda bu kurslardan okuma-yazma belgesi alanların sayısı 597.010 oldu. 5 yıl içinde de bu rakkam 1.217.144'e ulaştı. Bu sayı küçümsenemeyecek bir başarıyı gösteriyordu.

Kaynak: İlker Başbuğ 20. Yüzyılın En Büyük Lideri ATATÜRK ( 1923'ten 1938'e) Remzi Kitabevi


Harf devrimini gerçekleştiren 1 Kasım 1928 gün ve 1353 sayılı yasa, devrim yasaları arasına alınmıştır.

Meraklısına Kanun maddeleri

TÜRK HARFLERİNİN KABUL VE TATBİKİ HAKKINDA KANUN


Kanun Numarası            : 1353
Kabul Tarihi                   : 01/11/1928
Yayımlandığı R. Gazete : Tarih: 3/11/1928 Sayı: 1030
Yayımlandığı Düstur      : Tertip: 3 Cilt: 10 Sayfa: 3



Madde 1 - Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk harfleri) unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.

Madde 2 - Bu Kanunun neşri tarihinden itibaren Devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir.

Madde 3 - Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin Devlet muametına tatbiki tarihi 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçemez. Şu kadarki evrakı tahkikiye ve fezlekelerinin ve ilamların ve matbu muamelat cetvel ve defterlerinin 1929 Haziran iptidasına kadar eski usulde yazılması caizdir.

Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nüfus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyet ve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.

Madde 4 - Halk tarafından vakı müracaatlardan eski Arap harfleriyle yazılı olanlarının kabulü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir. 1928 senesi Kanunuevvelinin iptidasından itibaren Türkçe hususi veya resmi levha, tabela, ilan, reklam ve sinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi, resmi bilcümle mevkut, gayrı mevkut gazete, risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.

Madde 5 - 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.

Madde 6 - Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün daire müesseselerinde kullanılan kitap, kanun, talimatname, defter, cetvel kayıt ve sicil gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.

Madde 7 - Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.

Madde 8 - Bilümum bankalar, imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler, cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harflerinin tatbikı 1929 Kanunu sanisinin birinci gününü geçemez. Şukadar ki halk tarafından mezkür müesseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vakı olduğu takdirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter, cetvel, kataloğ, nizamname ve talimatname gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.

Madde 9 - Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.

Madde 10 - Bu Kanun neşri tarihinden muteberdir.

Madde 11 - Bu Kanunun ahkamını icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur.


KAYNAK:  T.C. Milli eğitim Bakanlığı Mevzuat





0 yorum :