karadeniz bölgesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kılıçları kuşanın cuma’ya gidicez

0 yorum



Yağmurlu bir hafta sonunda Amasra’nın Kale içindeki dar sokaklarında geziniyoruz. Küçük bir camii gözümüze ilişiyor, öyle avlusu falan yok, minaresi de ana binadan bağımsız ve farklı taşlarla örülmüş. Ön cephesinde sundurmanın altına yağmurdan kaçan insan kalabalığı pür dikkat tur rehberini dinliyorlar.

Ben her zamanki gibi fotoğraf çekmeye çalışıyorum yağmura rağmen... O sırada gözüm binanın yanındaki tabelaya takıldı. “9.yy kalma Bizans Kilisesi 1460 da Fatih Sultan Mehmted’in Amasra’yı fethi ile camiye çevrilmiştir”

Hemen soluğu rehberin yakınında alıyorum ve kulak kabartıyorum. Rehberin söylediğine göre “Amasra’nın fethi için Fatih, karadan ordularıyla Veziriazam Mahmud Paşa denizden donanmalarıyla geliyor ve Cenova Senyörü kale anahtarını direnmeden teslim ediyor.”

Buraya kadar ki kısmı biliyordum ama asıl sonra duyduklarım beni şaşkına çevirdi. 
“Amasra savaşsız teslim alındığı için her cuma hutbeye çıkan imam, hutbeyi elinde kılıçla okuyor”  

-Ey ahali Kılıçları kuşanın Cuma’ya gidiyoruz. 
Ve bu gelenek 555 yıldır devam ediyor, düşünsenize elinde kılıç cuma hutbesini okuyan imam …

Kale içi dar sokaklarda yolumuza devam ederken küçük kilise dedikleri Bizanslılardan kalma Şapel dikkat çekiyor. İçerideki freksler silinmek üzere, 1963 de onarılarak Amasra Müzesinin Kültürevi olarak kullanılmaya başlanmış.

Kraliçe Amastris

Kale içi ince uzun sokaklardan geçerken bulduğumuz dar merdivenden aşağıya inip sahile ulaşıyoruz. Eski liman  ve balıkçılar var. Sahil boyunca yürürken heykeller dikkatimi çekiyor, her biri Amasra tarihinde bir iz bırakmış, kentin simgesi haline gelmiş anıtlar.

Bunlardan biri  M.Ö. 300'lü  yıllarda Pers İmparatorluğu döneminde şehrin kraliçesi  Amastris’in elinde lotus çiçeği ile yapılmış heykeli.  Bronz paralardaki betimlemenin aynısını yapmışlar. Bunun yanı sıra, 
Barış Akarsu (Amasra’nın Hırçın Dalgası), Congar Mehmet (Amasralı Balıkçıların Anısına), Fatih Sultan Mehmed ve Veziriazam Mahmud Paşa  ikilisi (Amasra fethi sırasında)  gibi daha bir çok anıt var şehrin sokaklarında.

Ayrıca Türkiye’nin en iyi 10 küçük müzesinden biri Amasra Müzesi de görülmeye değer yerlerden biri.

Yağmurun verdiği bir gizem vardı bu şehirde. Buğulu bir güzel ama her an parlayacak gibi de tetikte. Sakinliğin ardında gizli bir güç sanki. 

Kalenin tepesinden şehre bakarken Fatih II Mehmed'in heykelinin altında yazan yazı aklıma geliyor.  1460 yılında şehre tepeden bakarken buraya “ÇEŞM-İ CİHAN” adını vermiş. 
Evet  bende aynı fikirdeyim "Dünyanın Gözbebeği" ...



Devamını Oku »

Her derde deva nadide bir çiçek

0 yorum
Sıra sıra dizilmiş dükkanlardan sokağa taşan tezgahlar arasında yol almaya çalışan turistler, ısrarla lokum tattırmaya çalışan esnafa yakalanmadan geçmek için taş döşeli yolda akrobasi yaparak ilerlemeye çalışıyorlar.

Onların açtığı yoldan bende geçiyorum hızlı hızlı. Kalabalık bir arkadaş gurubu ile Safranbolu sokaklarındayız. Benden başka esnafın lokum ısrarından kaçan yok, hepsinin tadına bakıyorlar afiyetle.

Herşeyde safran var, safranlı çay, safranlı lokum, safranlı kolanya, safranlı vazalin… saymakla bitmiyor. Her derde deva nadide bir çiçek Safran.  Gıda, kimya, ilaç ve kozmetik alanlarında kullanılıyormuş. Türkiye’de sadece dört bölgede yetiştirilen safranın fiyatı altın fiyatıyla eşdeğer.

Yola devam, Köprülü Mehmet Paşa Camisinin avlusunda güneş saatiyle saatlerimize ayar çekip diğer kapıdan bir arka sokağa çıkıyoruz. Sanki zaman tünelinden geçtik. El sanatlarının sergilendiği minik dükkanlar sıralanmış. Deriden yapılma ayakkabılar (mest), çanta, telkırma masa örtüleri, para keseleri ve en güzeli de sokağın ortasında “Közde Türk Kahvesi” içebileceğiniz masa sandalyeler var. Tabiki de boş yer yok ve biz 13 kişiyiz, masalar 2 veya 4 kişilik. Hepimizin aynı anda yer bulması mümkün değil. Kahve kokusunu içimize çeke çeke tezgahları inceliyoruz, bir yer buluruz umuduyla.

Cinci Han İç Avlu
Her sokak yeni bir macera, Cinci Hamam’ın kapısını uzaktan görünce bağırıyorum “buldum buldum” diye. 1645 yılında yapılan Hamam hala kullanılıyor, dışarıdan fotoğraflıyoruz. Bir dahaki sefere vakit ayırmayı planlıyorum, peştamalimi ve kesemi getireceğim…

Bir arka sokağa geçince Cinci Han’ın kapısının önünde buluyoruz kendimizi. İçeriyi gezip kahvelerimizi ve nargileleri burada içiyoruz.

Cinci Han‘ın önü herdaim hınca hınç dolu, fotoğraf çekmek mümkün değil. Boş anını yakalamak için ertesi sabah 7.00 de gidiyoruz meraklı üç arkadaş ama nafile kapının önünde minibüs var bavulları yüklüyorlar, Japon Turist kafilesi Han’dan ayrılıyormuş. Bizim şaşkınlığımızı gören kapıdaki görevli 10 dakikaya araç gitmiş olur deyince bizde iç mekanı fotoğraflamak için avluya geçiyoruz.

Dikdörtgen planlı Han’ın üst katından avluyu fotoğraflıyoruz sabah güneşinin eşliğinde.
Cinci Han

Cinci Han, Safranbolu eşrafından Karabaşzade Hüseyin Efendi (Cinci Hoca) tarafından 1645 yılında yaptırılmış. Benim en çok dikkatimi çeken arazi eğimli ve güney cephesinden dere geçiyor bu kadar olumsuz şartlara rağmen yaklaşık 400 yıl öncesinin teknoloji ile tamamen insan gücüne dayalı olarak inşa edilmiş olması.

Sırf bu özelliğinden dolayı bu han Osmanlı’nın en gelişmiş han mimarisinin örneklerinden olma özelliğini taşıyor.

En son Han’ın kapısının da fotoğrafını çekip otelimize dönüyoruz.

Safranbolu konakları her biri ayrı güzel her birinin ayrı bir hikayesi var. Otelimizde eski bir konak hemen yakınında bulunan Kaymakamlar Konağı Müze olarak rehber eşliğinde geziliyor. Eski dönemin yaşamı mankenler aracılığı ile yeniden canlandırılmış. Kına gecesinde ve gelin olarak giyilen kıyafetler sergileniyor.

Bahçede masa sandalyeler var. Keyifle oturup birşeyler içilebilir. Biz sonunda közde kahvelerimizi burada içiyoruz keyifle.

Safranbolu küçük bir yer ancak gezilecek yer sayısı çok. Hıdırlık tepesinden panorama harika… Manifaturacılar, Demirciler ve Bakırcılar Çarşıları, içinde kaybolmak için güzel yerler.

Kale, Kent Tarih Müzesi, Eski Hükümet Konağı ve hemen yanı başındaki saat kulesi Safranbolu tarihine ışık tutan gezilebilecek yerlerden sadece bir kaçı…

“Cam Teras“  ile içindeki korkuyu yen


Gezimiz sırasında yakın çevreyi de görme şansımız oldu. Safranbolu’nun çılgın projesi diye anılan yaklaşık 10 km uzaklıktaki Tokatlı Kanyonun’nun 80m üzerine inşaa edilen cam teras, üzerinde durabilmek için cesaret isteyen bir yer. Adeta nefes kesiyor.

Turnikeden geçerek 30 ‘arlı guruplar halinde cam terasın üstüne çıkıp aşağıdaki manzaranın tadına varacağımızı düşünüyoruz. Kuyrukta beklerken çaylar içiliyor. Sıra bize geldiğinde keyifle terasa doğru yol alıyoruz. Cam’ın üzerine basarken altı görmeye çalışmak birinci hata, en uca giderek aşağıya bakmak ikinci hata, en uçta dururken cam sallanıyor galiba demek üçüncü hata …

300 kişilik planlanan cam seyir terasına neden turnike koyup 30’arlı gurup halinde girişe izin verdiklerini şimdi daha iyi anlıyorum.

Manzara gerçekten çok güzel, karşıya baktığımda bulunduğum yüksekliği tam olarak algılayamadım. Herkes özçekim yapıyor keyifli.. Mesafeyi ayarlayamadık taaki aşağıya bakana kadar. Biraz ürkütücü olduğunu itiraf etmeliyim. Hele terasın üzerindeki 30 kişiden biri panik atak ise herkesi panikletebiliyor. Cam gerçekten sallanıyor mu? Bilinmez ama ben gördüğüm manzara karşısında büyülendim.

Cam terastan sonra aşağıya kanyonun yürüş parkuruna doğru yol aldık. Yürümek istemeyenler cam terasın bir üst bölümünde bulunan kafeteryada oturdular. Biz gençler daima genç kalanlar kanyonun yürüyüş parkurundan aşağıya doğru salındık. Tahta merdivenler patika yollar , neredeyse 10 adımda bir manzaranın tadına vararak arada çocukları kollayarak indik aşağıya, cam teras aşağıdan da güzel görünüyor.
Kanyonun sonuna doğru atlara binilen bir alan vardı, girişinde arabaya koşulmuş bir Eşek yanında yavrusu Sıpa. Hayvanları bu kadar yakından görmeyen çocuklar yavruyu sevmeye çalıştılar. Sevildiğini anlayan Sıpacık yere sırtüstü yattı ve ayaklarını kaldırdı, Ben at, eşek gibi hayvanların hep dört ayak üzerindeyken başını sırtını sevmişimdir. Hayatımda ilk kez bir sıpanın böyle kedi, köpek yavrusu gibi karnını sevdirdiğini gördüm. Çok sevimli bir yavruydu.

Kanyondan yukarı çıkmamız inmemize göre daha uzun sürdü tabiki. Yukarı çıkarken Sadrazam İzzet Mehmet Paşa’nın 1700’lü yılların ikinci yarısında yaptırdığı İncekaya Sukemerini görme şansımız oldu.

Gördüğünün arkasındaki görünen...

Bu keyifli gezinin ardından Yörük Köyünü ziyaret ettik. En eski 450 yıllık en yeni 90 yıllık konaklardan oluşuyor. Her sokak, her ev ayrı detay, ayrı güzel. Bizim gezdiğimiz Sipahioğlu Gezi evi 1750 yılında yapılmış içeride gezerken bize rehberleik eden kişi konağın sahiplerinden 8. kuşaktan. Evin her köşesi Bektaşi kültürünün özelliklerini yansıtıyor.

Yaşam alanlarından birinde odanın tavanında bulunan cam küreye gözüm takıldı ben onu avize sandım ve sonradan takılmış olabileceğini düşündüm. Tavandaki boyamaların çoğu çiçek ve meyve figürlerinden oluşuyor. Köşe oda, camların sırasınca sedirler yerleştirilmiş. Herkes içeri girince rehber anlatmaya başladı. Tavandaki cam küre, gün içinde topladığı güneş ışığı ile odayı aydınlatıyormuş, Gece ise yanan gaz lanbalarının ışığını yansıtarak odanın daha aydınlık olmasını sağlıyormuş. O andan itibaren “Gördüğünün arkasında görüneni öğren” dedim kendi kendime.

Duvardaki boyamalar 1878 yılında yapılmış, her bir çiçek, meyve, vazo figürünün hatta çiçeklerin sayısının bile bir anlamı varmış. Buğday başakları, nar, üzüm figürleri bolluk ve bereketin simgesi. Kavun, karpuz figürleri üremenin simgesiymiş.

Ocak kenar taşlarında hayat ağacı, çarkıfelek figürleri var, aile simgesi. Pancerelerin bol olması, yer döşeme tahtalarının geniş olması zenginliğin göstergesiymiş.

Yerdeki döşeme tahtalarının altına çamur, saman, yumurta akı ve keçi kılından yapılan bir harç konurmuş. Her evin altında bulunan ahırlardan koku yukarı çıkmasın ve tahtanın üstüne basınca da gıcırdamasın diye yapılan bir uygulama, en az 250- 300 yıl öncesinden bahsediliyor açıkçası hayran olmamak elde değil.

Hiçbir ev diğerinin manzarasını kapatmayacak şekilde yapılmış. Köyün kullandığı 300 yıl önce yapılmış çamaşırhane şimdilerde Safranbolu Kültür Derneği sergi alanı olarak kullanılıyor. Çamaşırhane o dönemde aynı zamanda kadınlar için hamam olarak da kullanılmış.

Çamaşırhanede orta bölümdeki daire biçimli taşlık 12 bölümden oluşuyor. Her bölüm arasındaki ince oluklar suyun diğer bölümdelerdeki suya karışmadan aşağı akmasını sağlıyor. 12 bölümün hepsi eşit ayrılmamış ve taşlığın bir tarafı yüksek bir tarafı alçak gibi. İlk baktığımda düzensiz gibi gözüksede “Gördüğünün arkasında görüneni öğren” i hatırlıyorum.

Uzun boylu bir insanın çamaşır yıkarken çok eğilmeden yıkayabilmesi için bir tarafın yüksek yapıldığını, ayrıca şişman insanların rahat çamaşır yıkaması için bölümlerin birbirinden farklı yapılmış olduğunu öğrenmek 300 yıl önce insana verilen değeri gösteriyor.

Hem keyifli, hemde yeni meraklara kapı aralayacak bir hafta sonuydu. Safranbolu sokaklarında kaçmayı başardığım safranlı lokuma tur otobüsünün içindeki ikramlarda yakalandım. Afiyet oldu.

Devamını Oku »

Yeşilin rengi Rize

0 yorum
Doğayla bir bütün olmak diye buna derim...

Dik ve taşlı bir yolda, bir yanımız uçurum diğer yanımız dağ, kıvrıla kıvrıla yukarı doğru çıkıyoruz. Bu güzel manzaraya kavuşmak bu kadar zor olmasaydı diye aklımdan geçiriyorum.

Kaçkarların eteklerine sağ sağlimen çıkmayı başardığımızda bulutların arasından yeşilin her tonunu, aralara serpiştirilmiş gibi duran Rize’nin yayla evlerini seyretmenin keyfini çıkarıyoruz.

Rize’yi tanımak demek yaylalarında dolaşmak, yazın yakıp kavuran sıcakların yerini serinliğe bırakttığı doğa ile iç içe olmak demek …

Her yıl Mayıs ayında Çay hasadı, Haziran ayında Ayder şenlikleri, Fırtına deresinde Rafting, derken yılın her mevsimi Ayder Kaplıcalarında şifa bulmak için Rize’ye gelmek yeter…


Rize denince akla ilk gelen çay olsa da benim aklıma derelerin üzerine kondurulmuş irili ufaklı taş kemer köprüler geliyor. 

Bunlardan en eskisi Fırtına deresi üzerinde bulunan Timisvat Osmanlı Taşkemer Köprüsü. Tam olarak ne zaman yapıldığı bilinmiyor ancak ulaşılabilen ortak kaynaklar sonucu 450 yıl önce yapıldığı sanılıyor.

Ayder yolu üzerinde yemek molası verdiğimiz Osmanlı Alabalık tesisileri aynı zamanda eğlenceli etkinliklere de ev sahipliği yapıyor.

Fırtına deresinde rafting yapanlar. Derenin üzerinde yukarıdan aşağıya doğru havada süzülerek iplerle kayanlar. Derenin karşı kıyısında çay bahçesinde, çay bitkisinin özelliklerini ve nasıl toplanacağını öğrenenler…


Her etkinliği sırasıyla deneyimleyip yola çıktıktan 100m sonra yolun kenarında bir tabela dikkatimizi çekiyor “Osmanlı Alabalık 100 m geride” eee doğru söze ne denir?

Ayder yaylasına çıkarken kavurucu sıcaklar yerini yavaş yavaş serinliğe bırakıyor. Yukarıdan aşağıya süzüle süzüle inen Gelin Tülü şelalesini keyifle seyrediyoruz.

Daracık yollardan gelen minibüs ve otobüslere inat yolda yavaş yavaş yürüyerek aşağıya inerken korumacı yanımız ağır basıyor çocukları yola inmemeleri, kenarda durmaları konusunda uyarıyoruz, sesimizi duyan esnaf bize cevap veriyor “Rahat ol yeğenim, burası Ayder, burada birşey olmaz”…

Ayder festival alanına doğru yol aldıkça bir çok pansiyon, kaplıca için tabelalar ve küçük küçük dükkanlar göze çarpıyor.

Gelişen pansiyonculuk ve turistler için hediyelik eşya dükkanları ve her yıl yapılan Ayder Festivali ile yayla artık yayla olma özelliğini yitirmiş gibi gözüküyor. Doğa kendini korumaya alır mı? Ne zaman alır ?

Ayder kaplıcası

Osmanlı döneminden beri şifalı suyu ile ilgi odağı olmuş Ayder. Bir çok hastalığa şifa verdiği iddia edilen kaplıcanın suyu 260 metre derinlikten geliyormuş.

50 derece sıcaklığındaki bu kaplıcalardan faydalanabilmek için 1987 den buyana turistik tesisler inşa edilmiş. Kaplıca sularından fayda görmek için havuza girmek, özel banyo almak ya da içmek de mümkün.

Zil kale

Ayderden ayrıldığımızda, Fırtına deresinden 100 m, denizden 750 m yükseklikte konumlandırılmış Kartal yuvasını andıran Zil Kale’ye vardık.
Kayalığın üzerinde bulunan bu eski kalenin içinde insana şaşkınlık veren kemerli binalar ve büyük bir kule vardı.

Bu gün bile kendine hayran bırakan bu kalıntılar hakkında daha fazla şeyler öğrendikçe şaşırıyoruz.

Kalenin alt ucu, tepelerin üzerinde başka kalelere ve eski bir kilise kalıntıları bulunan Fırtına Deresi’ne kadar uzanıyormuş…

Kalenin yapım tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte Trabzon İmparatorluğu döneminde ya bizzat Komnenoslar ya da İmparatorluğa bağlı yerli Lordlar tarafından yapıldıkları tahmin edilmekteymiş.






Devamını Oku »

Bulutların Ötesinde Saklı Manastır

0 yorum

Yeşilin binbir tonuyla ve tarihi güzellikleriyle görenleri kendine hayran bırakan şehir Trabzon…

Sabahın ilk ışıklarıyla uçağımız Trabzona yaklaşırken pencereden gördüğümüz manzarayı, denizin mavisiyle doğanın yeşili arasındaki ahengi unutmak mümkün mü?

Araştırmalara göre Trabzon havaalanı inişi ve kalkışı en zor olan havaalanlarından biriymiş. Eh bunu cam kenarında oturarak tecrübe ettik.


Gezimizin devamında karayolunu kullandık. Karadeniz duble yolları ile ilgili öğrendiğimiz bir şey dikkatimizi çekti. Karadeniz sahilleri boyunca yapılan yolların hepsi deniz doldurularak yapılmış. İşin ilginç yanı Anadoludan getirilen çöplerin toprakla karıştırılarak deniz doldurulması sırasında kullanılmasıydı.

“Senin denizden aldığını, gün gelir deniz senden geri alır” der atalarımız.

Tarihi, kültürel ve doğal güzelllikleriyle Trabzon’da gezdiğimiz her yerde Kemençe veya Tulum eşliğinde Horon vuranları seyrettik. Horon vurmak dedim, çünkü burada Horon Vurulur yada Horon Edilirmiş. Horon Tepmek diye bir deyiş yokmuş…

Gezilecek yerler ;

Sümela Manastırı

Trabzon’nun Maçka ilçesine bağlı Altındere Milli Parkı içinde sarp kayaların üzerine kurulu Sümela Manastırı’nın hala daha kuruluş efsanesi sırrını korumaya devam ediyor.

Kesin tarih bilinmemekle beraber Kilisenin MS 365-395 tarihleri arasında inşa edildiği tahmin ediliyormuş. Kilisenin kurucusu hakkında çeşitli efsaneler dolaşsa da gerçek olan bu sarp kayalıklara yapılan manastır…

Altındere Milli Parkı içine girince aşağı taraftaki restaurantların yanından yukarı Manastır’a minibüsler kalkıyor. Dileyen 1200 m’yi yürüyerek çıkabilir. Sarp kayalıklara yürüme yolu yapan keşişler dağın enine taşları döşeyerek zikzak yol yapmışlar.

Yukarı vardığınızda manzara müthiş, bulutların arasından yeşilin tonlarını buğulu bir görüntü ile seyredebiliyorsunuz. Boşuna dememişler “Bulutların Ötesindeki Saklı Manastır” diye …

İçeri girmek için dik merdiveni tırmanıyoruz. Giriş Müze Kart ile ücretsiz.

MS 385 de yapıldığı sanılan ilk bölüm fresklerle bezeli daha sonra Manastırda yaşayan keşişlerin sayısı artıkça 1.000 yıllık süreçte bir çok ilave bina eklenmiş.

Freskler üzerinde ilk tahribat 18. yüzyılda Manastır’a ziyaretçi yoğunluğunun arttığı dönemde olmuş. Buraya gelenler hatıra olarak isimlerini, ziyaret tarihlerini freskler üzerine kazımışlar, hatta kutsal ve şifalı olarak kabul ettikleri için belli tasvirlerin bazı kısımlarını sökerek götürmüşler. Sahneler üzerinde bu dönemden kalma değişik dil ve alfabelerde, Rusça, Ermenice, İngilizce, ve Rumca yazılar ile tarihleri görmek hala mümkün. Tabi bunlara birde Türkçe ilaveler olmuş.

Manastır 1923-1970 yılları arasında korumasız kaldığı için ve 1930 da çıkan yangında büyük tahribat olmuş. Bugün hala süren restorasyon çalışmaları yapının orjinalliğini bozsa da özellikle yıkılmakta olan duvarların ve kuzey kısmının korunmasını sağlamış.

Trabzon Ayasofya Müzesi

1250-1260 yılları arasında inşa edilen manastır kilisesi Komnenos Ailesinden Kral I. Manuel tarafından yaptırılmış. “Kutsal Bilgelik “ anlamına gelen Ayasofya adı verilmiş bu manastır kilisesine.

Geç Bizans Kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olan Ayasofya Kilisesi. yüksek kasnaklı bir kubbeye sahip. Kuzey, batı ve güneyinde revaklı üç kirişi var. Kabartmalarda Lotus bitkisi, Aslan figürü ve çift başlı kartal imgeleri rahatlıkla gözlenebiliyor.

1964 yılına kadar sırasıyla kilise, cami ve I. Dünya savaşında depo olarak kullanılan bu manastır , Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek müze haline getirilmiş.

Fakat bizim gittiğimiz dönemde müze yeniden camiye dönüştürülmüştü. İçerisinde, yer halı ile kaplanmış. Ve asma tavan gibi gerilen bırandalarla freskler kapatılmıştı. Ilk girişte ayakkabılar ile dolaşabileceğiniz bir metrelik ayrılan yoldan doğu kanadına geçtiğimizde az da olsa freskleri görme şansımız olabildi.

Kilisenin bahçesinde ise boş mezar odalarına rastlıyoruz. Eskiden Rahipler giyinik ve oturarak defin edilirlermiş.

Ayasofya müzesinin hemen karşısında bulunan, Kazaziye ve Telkari sanatından örneklerin sergilendiği dükkanlar gözlerden kaçmıyor.

Trabzon Atatürk Köşkü

Bir sonraki durağımız Atatürk Köşkü. Soğuksu semtinde küçük bir çam korusu içinde yer alan bu köşk Kostantin Kabayanidis tarafından 1890 yılında yazlık olarak yaptırılmış. Avrupa ve Batı Rönesans mimarisinin etkilerini taşıyan binada büyük ve gösterişli Avrupa simgeleri göze çarpıyor.

Bina 1930 yılında Trabzon Özel İdaresince Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya hediye edilmiş.

Hatta Trabzon’dan oluşturulan bir heyet Ankara’ya giderek köşkün tapusunu ve anahtarını Atatürk’e teslim etmiş.

Atatürk 1934 ve 1937 yıllarındaki Trabzon ziyaretlerinde, bu köşkte konuk edilmiş.  O'nun ölümünden sonra Trabzon belediyesi tarafından o dönemde kullanılan eşyalarla dekore edilerek "Atatürk Müzesi" olarak ziyarete açılmış.

Müzede, 19. yy sonu ile 20. yy ait, mobilyalar, porselenler, halılar ile Atatürk’e ait tablolardan oluşan Etnografik nitelikli 344 adet eser sergileniyor.

Zigana Geçidi

Denizden yüksekliği 2032 m de Kuzey Anadolu Dağları’nda yer alan Zigana Geçidi. yılın beş ayı karla kaplıymış. Geçitte bir kayak tesisi de dahil olmak üzere çok sayıda tesis bulunuyormuş. Hatta çığ altında kalan genç kayakçılar için bir anıt yaptırılmış.

Eskiden Kervanların yolu olan sarp kayalıklı bu dağ yolu ulaşım amacıyla yerini günümüzde geçitten çok daha alçak rakımlardaki Zigana Tüneline bırakmış. 1200 m uzunluktaki bu tünel deniz ikliminden karasal iklime geçişi çok rahat gözlemleyeceğiniz bir yer.

Zigana Tünelinden 20km sonra 1990 yılında gün ışığına çıkan oluşumu 30bin yıl öncesine dayanan Karaca Mağarasında alıyoruz soluğu.

Karaca Mağarası

Gümüşhane- Trabzon karayolu üzerinde, Denizden 1550 m yükseklikte bulunan damlataş mağarası. damlataşı oluşumları bakımından dünyada 2. sırada, ilki Slovenya’daymış. Mağaranın oluşumu 30 bin yıl öncesine dayanıyormuş.

İçeri küçük bir kapıdan girdik ama gitgide genişleyen bir yapısı var. Tavan yüksekliği ortalama 18 m, giriş noktasından en uç noktaya 105m uzunluktaymış.


Mağara içerisnde sarkıtlar, dikitler, sütunlar, org desenli duvarlar, çeşit çeşit damlataş şekilleri seyretmeye doyamıyorsunuz. Mağara içerisinde akarsu bulunmamasına rağmen tavandaki çatlaklardan sızan suların oluşturduğu çeşitli şekillerinin oluşumuna tanıklık ediyoruz.

Rehberin anlattıklarını dinlerken bu damlataşların 1cm’sinin 10-12 yıl arasında oluştuğunu öğrenince dokunmaya kıyamadım. Bu arada taşın yaşı 145 milyon yılmış. Mağaranın toplam iç alanı ise 1500m2


Karaca mağarası çıkışında çeşitli pestillerin tadına baktık. Ve yarı değerli taşlardan yapılan tespihlerden seçtik kendimize.

Daha sonra Kaçkar Sıradağları’nın birleşim yerinde bulunan Uzungöl’e doğru yola çıktık.

Uzungöl

Türkiye'nin yağmur ormanlarının bulunduğu, Soğanlı ve Kaçkar Sıradağları'nın birleşim yerinde bulunan Uzungöl, Doğal Sit Alanı, Özel Koruma Çevresi ve Tabiat Parkı gibi koruma statülerine sahipmiş. Rağmen tam koruma sağlanamamış olduğu gözlenebiliyor.

Uzungöl çevresinde yapılan çevre tahribatı, çarpık yapılaşma, özellikle gölün çevresine yapılan stabilize yolun, gölün kaynaklanan su taşkınlarından etkilenmemesi amacıyla yapılan beton istinat duvarı, tam anlamıyla Uzungöl de ekolojik bir felaketin yaşanmasına neden olmuş.

Gölün çevresini mangal kokuları eşliğinde geziyoruz. Rağmen yeşilin her tonu var çevremizde, doğa inatla kendini yeniliyor.

Bu bölgede bol yağış ve nisbi ılıman iklimi sayesinde yılın her mevsimide yeşil olduğunu öğrendik, birden yağan yağmurun ardından toprağın kokusunu içimize çekerek…

Yeme İçme

Konu gezme olunca ben yemek yemeği unuturum. Neyseki yanımda benimle beraber olanlar güzel yemeklerin yapıldığı yerleri biliyorlar da ben de acıktığımı hatırlıyorum.

Bölge Karadeniz, yer Trabzon olunca haliyle Pide yedik. Araştırıp soruşturdular. En lezzetli pideler Trabzon Sanayi bölgesinde Emre Pide deymiş. Gerçekten de teryağından mı, hamurundan mı yoksa suyundan mıdır nedir? En lezzetli pideyi yemekle kalmayıp yeni dostlar edindik. Emre Piden’in sahibi Suat Bey sohbeti, güleryüzü ve espirileri ile bizi ağırladı.


Meraklısı için :

Kazaziye:  M.Ö 2800 yılının ikinci yarısında hüküm sürmüş olan Lidyalılardan Anadolu insanına miras kalmış Kazazlık Sanatı. Osmanlı İmparatorluğu zamanında anadolunun önemli yerlerinde yaşatılmış ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra bu sanat sadece Trabzon da devam ettirilmiş

Kazazi Sanatı 0,08 mikron inceliğinde, 24 ayar Altın veya 1000 ayar Gümüş Telin ipek tel üzerine özel bir yöntemle sarılması ile biraz daha kalın ve sağlam tel haline getiriliyor. Sonrasında bu tel dikiş iğnesine takılarak çeşitli örgülü model takılar yapılıyor.

Kazaziye Sanatı da tamamen el emeği ürünüdür.Bu ürünlerin örgü şekilleri ören kişilerin kendi özel isteklerine göre farklı model ve tasarımlarda şekillendirilebilir.Çok zarif görünümünün yanında bu ürünler aynı zamanda da sağlamdırlar.

Telkari :  Telkari Sanatı Osmanlı döneminden buyana Trabzon’da icra edilir.İlk zamanlarda gelinlerin hamam takunyalarında kullanılmış ve zamanla bu sanat takı ve sus eşyası olarak insanların kullanımına sunulmuştur.Trabzon Telkari Telkari Sanatı'nın üretim tekniğinin genel özelliklerini taşımakla beraber örgü dokusu Trabzon yöresine has özelleşmiştir.

Trabzon Telkari 0.25 mm kalınlıklarındaki iki telin burulup silindirde yassılaştırıldıktan sonra oluşan yassı telin dantel gibi örülmesiyle meydana gelir. Çok hassas işlemlerden geçen Trabzon Telkari ustaların becerisi derecesinde estetik değerini oluşturur. Ustaların zevkine sanata bakışına göre farklı farklı modellerle pazara sunulur.






Devamını Oku »