yurtiçi gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Karlarla kaplı gizemli şehir Kars

0 yorum
Kars Kalesi ve Oniki Havariler Kilisesi
Yerde 1cm kar biriksinde kar topu yapalım diye saatlerce camın önünde güvenli sıcacık evlerimizde kalıp yağışını izlediğimiz kar, burada diz boyu…

“Kar onda hayatın güzelliği ve kısalığı duygusunu uyandırıyor, bütün düşmanlıklara rağmen aslında insanların birbirlerine benzediğini, alemin ve zamanın geniş, insanın dünyasının dar olduğunu hissettiriyordu. Bu yüzden kar yağınca insanlar birbirlerine sokuluyorlardı. Kar düşmanlıkların, hırsların, öfkelerin üstüne yağarak onları birbirine yaklaştırıyordu.” *

Kar kristallerinin aylarca yerden kalkmadığı, çağlar öncesinden bu yana antik kalıntılar, doğal bitki örtüsü, kayak pistleri, lezzetli yemekleri ile dört mevsim turistlerin uğrak yeri Kars şehrindeyiz.

Tepede, her yere hakim dimdik duran dış cephe surlarıyla 900 yıldır şehre gelenleri gözetleyen Kars Kalesi tüm heybetiyle bize bakıyor.

“Erişilmez savunma mevzilerine ve yalçın bir kaya üstüne kurulmuş kaleye baktıkça, Kars’ı nasıl ele geçirebildiğimize şaşıp kalıyorum.” **

Kalenin eteklerinde yer alan, yüzyıllar içerisinde kiliseden camiye, camiden kiliseye çevrilmiş hatta bir dönem Arkeoloji Müzesi olarak da kullanılmış Oniki Havariler Kilisesi tam karşımda. Ona büyülenmiş bakarken farkediyorum ki tek gerçek, ne amaçla kullanılırsa kullanılsın 937 yılından beri hâlâ sapasağlam ayakta kullanılır durumda olması…

Cheltikov Otel
Biraz ileride Taş Köprü’nün iki yakasındaki Mazlumağa hamamı ve hemen tam karşı kıyıda Muradiye hamamı nehrin iki yakasını mesken tutmuş bize gülümseyen 250 yıllık yapılar.

Bir zamanlar Rus şair Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in bile Muradiye hamamına uğradığı söyleniyor Moskova’dan Erzurum’a kadar uzanan yolculuğu sırasında. * *

Uzun kış gecelerinin neşesi, aşık atışmalarının yapıldığı Namık Kemal Kültür evi ve Rus Cheltikov Ailesinin bir zamanlar yaşadığı konak bugünkü Otel Cheltikov, şehir içindeki gezi noktalarımız.

Arkeoloji Müzesi / Ani Katedrali kapısı
Veeee Kars Müzesi (Arkeoloji Müzesi) , Ani Harabelerinde gördüğümüz arslan kabartmalı dış cephe süslemeleriyle dikkatimi çeken, kapıları ve kubbesi olmamasına rağmen muhteşem bir akustik yapısıyla da beni büyülüyen Ani Katedrali’nin o dantel gibi oymalı ceviz kapılarını aradı gözlerim ve yine büyülendim el işliğine, sanatına, yıllara direnmesine…

Ve en son şimdi çeşitli devlet daireleri olarak kullanılan Ruslardan kalma binaların olduğu ızgara planlı iki ana caddeden geçerek Sarıkamış’a otelimize doğru yola devam ediyoruz.




Küçük bir kaçamak

Kars şehrini geride bırakıp artık tatile kayak yaparak devam edeceğiz ailece yaptığımız plan bu. Fakat aramızda bir oyun bozan var. Tabiki ben! Benim kalbim Kars’da kaldı. Sokaklarında gezip, Ruslardan kalma taş binaları yakından görmek istiyorum. Puşkin Restaurantta kaz eti yemek istiyorum. 

Orhan Pamuk’un Kar romanında bahsetiği Karpalas oteli bulmak istiyorum, hatta en son biz gezemeden kapanan Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesin’i görmeden dönmek istemediğim için de havanın güneşli olduğu bir gün, tüm ekibi kayak pistinde bırakıp Sarıkamış’tan Minibüslere binerek Kars’a gidiyorum.
Kars’da sabah -11 ile başlayan günün soğuğu, güneşe rağmen iliklerime kadar işledi.

“Soğuk bir an şaşırttı Ka’yı, insanın isteklerinin ve hayallerinin, siyasetin ve günlük dalaverelerin Kars’ın soğuğu yanında ne kadar da küçük ve zayıf kaldığını hissetti.”**

Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı 

Adım adım gezdiğim sokakların birinde savaş zamanı karargah olarak da kullanılan Gazi Ahmet Muhtar Paşa konağına rastlıyorum.  

Konağın tarihi özelliğinin dışında; güney cephesindeki ahşap balkonuyla ve iç mekan duvarlarından geçirilen borular sayesinde tüm evi ısıtan Peç isimli ısıtma sistemi ile mimari yapısı da ilgimi çekiyor.

Şehirdeki son durağım, doğu sınırlarının korunması için Osmanlı imparatorluğu tarafından inşaa edilen 46 adet Tabya’dan biri. 


Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi

1828’de Rusların Kars’a yaptığı gece baskınında tabyadaki tüm askerlerin şehit edilmesi üzerine tarihte Kanlı Tabya olarak da anılan bu yeri, şimdi 1677-1918 arasındaki Osmanlı -Rus savaşlarının ve yapılan antlaşmaların detaylarının sunulduğu Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi olarak geziyorum.

Son gün havaalanı yolunda herşeyin üstünü usulca örtmüş karlara bakıp buraları yeşil görmeyi hayal ederken yazın gelirim umuduyla, çocuklar ise karları geride bıraktıkları için üzgün evimize döndüyoruz.

Mart 2019



* Orhan Pamuk / Kar / İletişim Yayınları 2001

* *Aleksandr Sergeyeviç Puşkin / Erzurum Yolculuğu / Cumhuriyet Yayınları 1999/ Çeviren Ataol Behramoğlu

Kars Çevresi gezilecek yerleri anlatan yazıya buradan ulaşabilirsiniz.




Devamını Oku »

Kars çevresi

0 yorum


Sevinçle “Kar var! Kar!” dedi. Parmaklarının ucu ile minik bir şeyi tutar gibi işaret ederek, “Biz şu kadarcık karı yerde görmek için üç saat yağışını seyrediyoruz, camın önünde bekliyoruz, burada diz boyu kar var. İnanabiliyor musun anne?”

Kar kristallerinin aylarca yerden kalkmadığı, çağlar öncesinden bu yana antik kalıntılar, doğal bitki örtüsü, kayak pistleri, lezzetli yemekleri ile dört mevsim turistlerin uğrak yeri Kars şehrindeyiz.

Havaalanından Ocaklı köyüne kadar bir saat yol boyu sağlı sollu her yanı gözümüzün alabildiğine beyaz bir örtüye teslim olmuş irili ufaklı dağları seyrederek çocukların daha gelmedik mi sorularına cevap vermekten bıkarak yol alıyoruz. Yolculuğumuzun sonu Ermenistan sınırında yer alan Ani Şehri.

Ani Harabeleri

Surp Kirkor Kilisesi

Kale surları arasından antik şehre giriş yaptığımızda, geniş bir alana yayılmış doğaya ve insana direnme çabasından yorgun düşmüş ortaçağın en önemli kentlerinden biri, ipek yolunun Anadoludaki gümrük kapısı sayılan bu şehir her şeye rağmen ayakta kalan kalıntıları ile hikayesini anlatıyor bize, sessizce…

Aşağıda usul usul akan Arpa çayını sınır bellemiş Ermenistan’la karşı karşıya kalan uçurumun hemen yanı başındaki muhteşem freskleriyle Surp Kirkor kilisesi, (Surp Amenap’rkitch Kilisesi)

Dikdörtgen planlı yapısı, sekizgen minaresiyle Anadoludaki ilk Türk camisi olma özelliğini taşıyan Ebû’l Manuçehr Camii 



Ani Katedrali 

Arslan kabartmalı dış cephe süslemeleriyle dikkat çeken, kapıları ve kubbesi olmamasına rağmen muhteşem bir akustik yapısıyla bizi büyülüyen Ani Katedrali. 
(Surp Asdvadzadzin Katedrali) 

Sonradan şehir merkezindeki Arkeoloji müzesinde o dantel gibi oymalı ceviz kapıları gördüğümde de Ani Katedralini gördüğüm zamanki gibi büyüleneceğimi henüz bilmiyordum.

Adını sayamadığım daha niceleri bu şehrin topraklarında sonsuz anılar biriktirmişler. Tarihin sayfalarında adları yer almayan kim bilir kimler geldi, hangi kervanlar geçti, kimler yaşadı, kimler savaştı, can verdi bu topraklarda…



Çıldır Gölü

Sonraki durağımız Doğu Anadolu’nun en büyük ikinci gölü olan bir metrelik buz kalınlığı ile kışın cirit atma, atlı okçuluk, kızak, kayak ve buz pateni yarışlarıyla festivallere konuk olan en geniş buz pisti; yazın sıcağında yöre halkının serinleme yeri, balıkçıların yaz kış balık tutuğu Çıldır gölü. Dedim ya dört mevsim güzel buralar…

Çıldır Gölü
Donmuş gölün üzerinde yürümenin heyecanı sonrası Çıldır Gölünün yakınında kurulan büyük beyaz ahşap evde bu göle özel sazan balığının tadına bakıyoruz.
Merak edip soruyorum. Kışın bu balıklar, bu donmuş gölden nasıl tutuluyor diye, cevap çok basit “Buzu kesip balık tutuyoruz.” 

Ama asıl şaşırtan cevap, kar yağmadan önce attıkları ağlara bağladıkları iplerle işaret koymaları ve kendi ağlarının olduğu yerdeki buzu kesip balıkları toplamaları ve boşalan ağları yeniden suyun altına bırakmaları, böylece müşterilerine kış boyunca taze balık sunabiliyorlarmış.
Tabi bu işin en zor yanı, her gün yeniden buz kesmeleriymiş. çünkü sabah kestikleri yer akşama donuyormuş…

Çıldır Gölü Şehre 1,5 saat uzaklıkta, dolayısıyla şehir merkezine gitmek için yine yollardayız. ilk önce Arkeoloji müzesine uğrayarak şehir* içinde küçük bir tur yapıp Sarıkamış’a otelimize gidiyoruz. Tatilin sonraki günleri Kayak pistlerinde geçiyor.

Son gün havaalanı yolunda herşeyin üstünü usulca örtmüş karlara bakıp buraları yeşil görmeyi hayal ederken yazın gelirim umuduyla, çocuklar ise karları geride bıraktıkları için üzgün evimize döndüyoruz.

Mart 2019


*Kars şerin içini anlatan yazıya buradan ulaşabilirsiniz.








Devamını Oku »

Yaşam anlardan ibaret

0 yorum





Farklı ülkeler, insanlar, kültürler görmek beni her zaman heyecanlandırmıştır. Her yeni seyahat yeni deneyimler demek, ritüelin dışına çıkmak demek. Belki kaybolmak, belki de kendini bulmak demek…

Güneş henüz yüzünü göstermeden sahilde çimlerin üzerinde Bahara Dönüş Qigongu yapmak, denizin minik kıpırtıları eşliğinde topraktaki enerjiyi bedenimde, havayı tenimde hissetmek, benim için yeni bir deneyim, yeni bir başlangıç…

Bu hafta sonu İzmir Özdere’de yapılan 3.INTERNA Tai Chi ve Qigong Buluşması sayesinde çok özel hocalar ve geleneksel Çin Tıbbını, Batı tıbbı ile bütünleştiren doktorlar tanıdım.

Tabi ki bütün bunlar kız kardeşimin kısa süre önce Tai Chi yapmaya başlaması ve bu buluşmaya beni de dahil etmesiyle başladı. İnanıyorum ki insanlar dünyaya gelmeden önce ailesini seçiyor. Farkındalıkla gelişmek adına bu dünyadaki tüm deneyimlerimiz için, biz birbirimizi seçmişiz.

 
Bu hafta sonundaki buluşma benim doğum günü hediyemdi. Geçmiş bilgi ve deneyimlerime yenilerini ekledim. Minicik bir kum tanesinin birleşerek nasıl güçlendiğini bazen de bir su damlası ile nasıl dağaldığını hayatın içinde ki bir çok olayda görebildiğimi fark ettim. 

 Her organımızın ying yang enerji ile dolu olduğunu, doğadaki beş elementin aslında her bir organı temsil eden element olduğunu, içimizde saklı üç hazinenin Ruh ve yaşam bilinci (Shen), yaşam enerjisi (Qi) ve Öz, yaşama başlama noktası (Jing) olduğunu fark ettim.


Hastalıklar başımıza gelmeden önce vücut dengemizde, organlarımızda, hayatımızda ruhsal ve fiziksel aksamaya başlayan ritmi bozulan ne varsa farkedip düzenlemek, engelleyici tedbirler almak da bunların içinde. “Doğayı takip et” demiş üstad

Bilmiyor muydum? Hepimiz biliyorduk, sadece farkındalıkla bakmadığımız için sıradan-mış gibi yaşama devam ediyorduk. Sizi bilmem ama en azından benim için öyleydi.

“Yaşam anlardan ibaret”

İnsan doğası gereği ritülleri sever. Özel günlerde ayrıcalıklı hissetmek ister. Ben de durum biraz farklı. Kapitalist sistemin çarkları arasında dişe takılmak istemediğimi farkettiğim günden beri, -bu yaklaşık 5-6 yıl öncesine dayanıyor- hayatımda ki bir yıllık zaman dilimlerinin içindeki özel günleri esneterek 365’e böldüm. Benim için nefes aldığım her yeni gün, doğum günüm, anneler günü, sevgililer günü, kadınlar günü … bana, bizlere atfedilen tüm özel günler aslında benim için hergün… Ben hergün özel hissediyorum.

Yaşam bir pamuk ipliği. Bir saniye öncesinde varsın bir saniye sonrasında yoksun. 

Kutlamalar için yıl içinde bölünmüş özel günleri beklemeye gerek yok. Nefes aldığımız her an çok özel. 

İyi ki doğmuşum, İyi ki ailemi seçmişim. İdolüm, gezgin gezi arkadaşım, ablam, kan kardeşim. Hayata bakış açımı değiştiren kadın. 

Bu hafta sonu sayende yaşadığım, doğayı takip ve farkındalık anları çok özeldi. İyi ki varsın, sen hep hayatımda ol…













Devamını Oku »

Eskişehir bekle bizi...

0 yorum


Sabahın erken saatlerinde dört kişi masada sallana sallana hem oyun oynuyoruz hem Eskişehir’e doğru yol alıyoruz. Bizden keyiflisi yok zira bütün vagon uyukluyor. Bizde enerji tavan yapmış, Adam Asmaca, İsim Şehir, UNO gibi birbirinden eğlenceli oyunlarla gülmekten kırılıyoruz. Yolculukların en sevdiğim kısmı dar ve kısıtlı imkanlara rağmen eğlenecek birşeyler bulmamız. Şanslıyım, konu çocuklarla oyun olunca yaratıcıkla sınır tanımayan bir arkadaşım bu yolculukta benimle.

Güle oynaya trende ne kadar zaman geçirdiğimizi anlamadık bile. Eskişehir’e iner inmez ilk istikamet Sazova Bilim, Sanat ve Kültür Parkı. İlk kez 2008 de açılan bu park Tren garından 5km uzakta çok büyük bir alana kurulmuş. İçerisinde, Bilim Deney Merkezi, Uzay evi, Hayvanat Bahçesi ve bir çok tarihi binanın minyatürünün yapıldığı Esminyatürk ve Türk Dünyası Bilim Kültür gibi daha bir çok gezilecek yerler var.

Bizim ilk sırada gezdiklerimizden Türk bilim adamlarının keşifleri, buluşları hakkında bilgiler ve kendi balmumu heykellerinin olduğu Türk Dünyası Bilim Kültür binasıydı. İbn Sina’nın anatomik bilgiler ve eczacılık hakkında yazdıkları, Câbir Bin Hayyan kimyacı, eczacı, hekimin buluşları, her birinin balmumundan heykelleri ile o zamana uygun döşenmiş minik odalar arasında mekik dokurken birbirimiz kaybettik. Bu sırada, aynı binada alt katta Türk musikisinde kullanılan müzik aletlerinin bulunduğu bir de müze varmış, keşfetmiş olduk.


Veee çocukların en sevdiği Masal Şatosu, tabii bizimde en sevdiğimiz. Şatonun içinde masal saati dinletileri ve masal kahramanlarının heykelleri var. Hep birlikte yukarı çıkan merdivenlerle kuleye tırmanıyoruz, saçım uzun olsa aşağıya sarkıtacağım ama bakıyorum aşağıda dolaşan beyaz atlı prens yok!

Gölde yüzen ördekler, bahçede koşturan çocuklar, korsan gemisinin her yanından salkım saçak sallanan çakma minik korsanlar, en son parkın içinde turlayan treni görüp koşarak yetişmeye çalışıyoruz, nafile. Tren’e koşarken çocukların keşfettiği kayalar ve önündeki şelale ve havuz birden hedef haline geldi. Biz daha yetişemeden onlar kayalara tırmandılar bile.

Parkın eğlencesi hepimizi acıktırınca doğruca Odunpazarında Hacer Hala‘da soluğu aldık.

Atlıhan El Sanatları Çarşısı, tarihi Hanın içinde yöresel restaurantlar ve hediyelik eşya satan bir çok minik dükkan var, “Hacer Hala Ev Yemekleri” bunlardan biri. Mantısı ve zeytin yağlı sarmalar müthiş.

Odunpazarı bölgesi Eskişehir için tarihi dokunun merkezi diyebiliriz. Tarihi konaklar, hanlar ve müzelerin bulunduğu bölge.

Atlıhan’ın arkası Arif Bey sokakta Kurtuluş Müzesi var. İki katlı bu konak içeride kurtuluş savaşı sırasında Eskişehir’in bağımsızlık için verdiği mücadele anlatılmış. O dönemdeki yabancı basın gözüyle Türkiye, karikatürlerle Türkler anlatılmış. Her oda ayrı bir tarih.

Odunpazarının dar sokakları arasında restore edilen kimi renkli kimi çiçekli tarihi yapıları inceleyerek dolaşıyoruz. Abacı Konak Hotel’de bunlardan biri. Iç avlusunda kahve keyfi yapabileceğiniz hatta hava güzel ise yemek yiyeceğiniz bir ortam var. 

Tam karşısında ise Çağdaş Cam Sanatları Müzesi bulunuyor. Camın binbir halinin sergilendiği eski konaklardan biri daha.

Ara sokaklardan ana caddeye doğru yol alıyoruz Atatürk Bulvarı‘nda ana cadde üzerinde Yılmaz Büyükerşen Wax Museum önündeki giriş kuyruğundan hemen kendini belli ediyor. Yılmaz Büyükerşen’in kendisinin yaptığı 160 yerli yabancı balmumu heykelin yer aldığı 2013 de Eskişehir’de açılan Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi, gururla söyleyebilirim ki Türkiye’de bir ilke imza atmış.

Odunpazarı’nda Kemal Zeytinoğlu Caddesi üzerinde gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kervansaray, Camii, Şadırvan, Medrese, Aşevi, sıbyan mektebi, tabhane ve imaret bölümlerinden oluşan Kurşunlu Camii ve Külliyesi 1525 de yaptırılmış. Şimdilerde El sanatları çarşısı , sıcak cam atölyesi ve diğer sanat atölyeleri ve Lületaşı müzesi, olarak kullanılıyor.

Caminin karşında Eskişehir Roma Çeşmesi var. Onun çaprazında ise Kırım Tatar Kültür Çiğbörek evi, afiyet olsun derim, çiğ börek yemeden Eskişehir’den dönmeyin …

Artık yavaş yavaş şehre doğru iniyoruz, uğramayı planladığımız bir kaç yer daha var. Bunlardan biri, eski zamanlarda yaş sebze ve meyve hali olarak kullanılan sonradan yapılan restorasyonların ardından bir çok kafe ve hediyelik eşya satan dükkanları içinde barındıran Haller Gençlik Merkezi.

Porsuk ve çevresi, Doktorlar Caddesi ve Kızılcıklı Pehlivan Caddesi yenilenmiş hali ile yine cıvıl cıvıl. Hava şansımıza çok güzeldi, ama aynı şans Porsuk kenarında gezi teknelerine binmek için sıra bekleme konusunda bize yardımcı olamadı maalesef, uzun kuyrukları göze alamadık.

Porsuk tarafından caddeye geçip yeni açılan birçok kafe ve restaurantları görünce gözlerim endişeyle Pino’yu arıyor. Lezzetli Hamburger deyince Eskişehir’de akla ilk gelen yer Pino’dur, benim için… Arı sinemalarını ve Pino’yu görünce içim sevinçle doluyor, rahatlıyorum. Akşam yemeği için istikamet belli oldu çocuklar çok mutlu!

Tren Garına doğru yürümeye başlayınca gezmeyi planladığımız ama unuttuğumuz bir yer geliyor aklımıza. Devrim Arabasının da sergilendiği motorlu araçların üretilip ve sergilendiği Tülomsaş Müzesi. Maalesef biz günübirlik gezide çocuklarla zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımız için yetişemedik.

Akşam treni ile İstanbul’a vardığımızda çocukları uyandırmak zor oldu. Bütün günün yorgunluğunu trende attılar.



Gün boyunca hareket halindeydik, bol bol yürüdük, yeni yerler keşfettik, eski hatıraları tazeledik. Porsuk kenarında çimlerin üzerine oturduk, geçen tekneleri imrenerek seyrettik. Gezerken her gördüğümüz heykelin fotoğrafını çektik.

Yolunuz düşerse, yada özellikle yönünüzü değiştirip yolunuz düşerse, keyifle gezmeniz dileğiyle










Devamını Oku »

Gökçeada

0 yorum

Sabah uyanınca balkondan meydandaki saate bakmayı seviyorum. Tıpkı yatakta gözümü açmadan donk sesinden saatin kaç olduğunu anlamayı sevdiğim gibi.

Zaman mı beni kovalıyor ben mi onu bilemedim. Zamanın duracak kadar yavaş aktığı bir şehir benim için Çanakkale.

Yazın son demleri, Çanakkale çevresinde gezilecek yerler listemde birinci sırada Gökçeada var.
Burası yaklaşık 10 yıl önce gittiğim ve hep aklımda huzur kelimesi ile eş değer kalmış bir ada. Türkiye’nin en büyük adası olsa da herhangi bir köyde konaklayarak gün içinde diğer köyleri ziyaret etmek mümkün.

Biz Kaleköyde Değirmen Konukevinde konakladık. Kuşkusuz adanın her yerinde gün batımı manzarası çok güzel ancak biz olabildiğince günün sonunda Kaleköye dönmeye çalıştık, günbatımında o müthiş manzarayı kaçırmamak için.


Beni en çok etkileyen köylerden biri Zeytinliköy, taş döşeli daracık sokakları, çok şey anlatan minik taş evleriyle eski bir Rum köyü. Rumca adı Aya Teodoroi olan Zeytinliköyü minik kafeleriyle ve dibek kahvesiyle ünlü.

Bir sürü Kafe var ve hepsininde tatlıları müthiş güzel. Gezip dolaşıp o anda ruhumuz nereye ait olmak istiyorsa oraya oturduk ve uzun süre kalkmak istemedik.

Ayrıca deniz tatili içinde çok ideal bir yer, Gökçeada'da denize girilebilecek birçok koy var. Uğurlu plajı, Laz Koyu, Kefalos Plajı, İnce kum plajı bunlardan sadece bir kaçı. Ayrıca Kaleköy Limanı ve Kuzu Limanı’nın yanında da plajlar mevcut.

Bizim gittiğimiz dönem bayrama denk geldiği için sakin ıssız denilen heryer çok kalabılıktı. Uğurlu köyünden sonra sahilden giderek bulduğumuz Saklı Liman şansımıza sakindi. Kuşkusuz, fazla tesisin olmayışı, duş tuvalet gibi olanakların kısıtlı olmasının da payı var bu sakinlikte.

Sahil minik minik taşlardan oluşuyor, kum yok. Bu beni çok mutlu etti. Dakikalarca oturup taşların renklerini inceleyebilirim, ıslakken başka renk, kuruyken başka renk her biri birbirinden güzel. Denizin taşlı olması suyun berrak olmasını sağlıyor. Bu da ortaya muhteşem bir manzara çıkarıyor. Günü tuzlu sonlandırdık ama olsun deydi doğrusu.

Denize girdiğimiz bir diğer koy ise Eşelek köyü, tuz gölünün yakınlarında Aydıncık sahili. Burası, çok rüzgarlı olduğundan genellikle sörf yapanların tercih ettiği bir koy. Zaten sörf okulu da var.

Bu sahilde iki şeyi seyretmekten çok zevk aldım. Biri masmavi denizin üztünde kelebek gibi gidip gelen rengarenk sörfler diğeri ise kumsalda dolaşan siyah boyalı insanlar….

Evet yanlış duymadınız, sahilde simsiyah boyanmış dolaşan, sadece üzerindeki renkli mayosu gözüken bir çift göz görürseniz şaşırmayın. Tuz gölünün içerisinde olan kükürtlü çamuru sağlık için yüzleri dahil her yerlerine sürüp plaja gelip biraz bekledikten sonra denize giren bir sürü insan var. Sahilde eğlenceli görüntüler oluşturuyorlar.

Tuz gölü sonbaharda yükselen sularda yaşayan bir çok canlı türüne ve onlarla beslenen göç eden kuşlara ev sahipliği yapıyormuş. Özellikle Flamingoların uğrak yeriymiş. Ada sakinlerinden öğrendim. Adaya tekrar gelmek için bir nedenim var artık.
Gökçeada’nın çoğu köy yolları dar ve virajlı, keçiler serbest geziyor. Ama onlar bile öğrenmiş karşıya geçmek için arabanın geçmesini beklemeyi.

Gündüzleri kadar geceleri de keyifli bu adanın. Gün batımından sonra Kale köy limanında, sahil restaurantlarından dolup taşan canlı müzik, birinden diğerine geçiyor. Birbirinine karışmadan nazikçe…

Sabah Kaleköyün yukarısındaki kaleye çıkmak istedim, bir kaç fotoğraf çekebilirim umuduyla. Sabahın sekizinde benden başka fotoğraf meraklıları da vardı. Bazı yerleri birlikte keşfettik.

Kaleköyün yukarısında 1785 de yapılan Aya Marina Kilisesi ve kaleden kalan bir kaç duvarı görebildim, birde büyük çınar ağacının altında köy kahvesinde kahvaltı edenleri.

Ada kokulu sabun atölyesi ise biraz daha tepede, kaleye doğru çıkan dar yolda minik tabelasını görmesem oradan aşağıya geri döneceğim. Atölyenin bahçesinden bakınca aşağıdaki manzara müthiş. Denize girilebilecek bir koy daha. Burası Yıldız Koy kamp alanıymış. Türkiye'nin ilk ve tek su altı milli parkının bulunduğu yöre ve dalış için idealmiş. Son gün öğrenmem pek iyi olmadı. Aklım kaldı doğrusu. Neyse tekrar gelmek için bir nedenim daha var artık.


Hani hep sorarlarya “Issız bir adada kalsan yanına alacağın üç şey nedir?” diye. Bende “Gökçeada’dan giderken yanında götüreceğin üç şey nedir?” diye soruyorum.

Merkezden alınmış Efi Badem Kurubiyesi
Tepeköy den alınmış ev yapımı şarap
Zeytinli köyünden alınmış dibek kahvesi


Huzurlu tatiller olsun
Sevgiyle kalın





Meraklısı için NOT

Kabatepe’den kalkan gemiye binmek için biletleri online aldık. Online bilete öncelik sırası var. Yaz dönemi gemiye binerken müthiş bir kuyruk oluyor. Linke buradan ulaşabilirsiniz.

Kabatepeye gelmişken Çanakkale şehitliklerini gezmeden gitmeyelim derseniz önceki gezimden notlara buradan ulaşabilirsiniz.

Kaleköy de tepede kaldığımız Değirmen Konukevi’nin ve diğer pansiyonların bulunduğu linke buradan ulaşabilirsiniz.






Devamını Oku »

Tatil mi?

0 yorum


Tatil deyince benim ilk aklıma gelen, gideceğim noktaya yakın çevrede nereleri gezebilirim? Nereleri görebilirim?

Hal böyle olunca tatil rotası mesafe hesaplanarak çizildi bile. Hedef Akdeniz, Merkez Antalya’nın doğusu ve çocuklarla gidilecek eğlenceli yerler ve sulu şakalar. Daha önce Antalya’nın Batısına küçük bir gezi yapmıştık ayrıntıları buradan okuyabilirsiniz.

Tersimiz döndü


İstanbul’dan sabah yola çıktık, çocuklar büyüdükçe araba yolculuğu giderek daha eğlenceli olmaya başladı. Akşam üstü Antalya’ya girer girmez, sıcağın etkisiyle bir tersimiz döndü. Lara yolu üzerinde Aktif Atraksiyon Parkı’nı ararken, gördüğümüz manzara karşısında düşündüğümüz şey “Burada Ters Giden Birşeyler Var…“

Evet, ev ters çatısı yerde, tabanı yukarıda, evin kapısı ters, içeri girdiğimizde ise her şey tavanda monte edilmiş duruyor. Masa, sandalye, koltuklar, mutfak tezgahı, dolap, yatak, banyoda küvet her şey ama herşey tavana monte edilmiş. Veee asıl eğlenceli kısım, öyle bir poz veriyorsunuz ki çektiğiniz fotoğrafı ters çevirdiğinizde ortaya çıkan manzara doğa üstü.

Havada uçan, Herkül gibi koltuğun üstünde, masanın ucunda amuda kalkan. Duvarda yürüyen, yer çekimine meydan okuyan… Daha neler neler.
Tatile tersden başlamış olduk. Ters Ev Türkiye

Sulu şakalar sevilmez mi?

Yaz tatilinin olmazsa olmazı su. Ister havuz, ister deniz , dere veya göl olsun insan o sıcakta kendini atacağı bir su arıyor. Eh birazda macera eklenirse keyif süper olur tabi.

Bu gün Belek de çok büyük bir Aqua Parkdayız. The Land Of Lagends Tema Park

Önce bileklerimize dijital bileklikler taktık, ve içeri daldık. Etrafı öğrenene kadar zaman kaybetmemek için bir harita şart. Susadım, acıktım, dondurma istiyorum, atraksiyon sonunda fotoğraf alacağım falan bu gibi durumlarda dijital bileklik devreye giriyor. Bir nevi kredi kartı kıvamında.

Gün boyu rahat rahat o kaydırak benim bu kaydırak senin gezebilmek adına eşyalarımızı güvenle dolaplara kitlemek için yine dijital
bileklik iş başında.

Tabi dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Kaydırağın iniş güzargahanı bilmeden, kalabalığın etkisiyle sıraya girip birde sıra size gelince dönüş yapamamak var.

“Sea Voyager”a dikkat. Mavi botlarla kaymakta bir sorun yok, ama macera istiyorum derseniz sarı botu alıp yukarı çıkın derim. En çok sıra orda var aynı zamanda hat safhada adranalin de var.

Bitmediiii bu parka heyecan için geldik tabi birde keşif için, sıradaki “Space Rocet” i görmediğim için adranalini sarı botlarda sanıyorum. Çok dik kaydırak lafı hafif kalır. Yukarıdan bu kadar hızla aşağıya inen birinin duramayacağını düşünüyordum. Durdu valla, ama inenler dağılmış biçimde sallanarak iniyorlardı. Tabi birde o hızla kayınca aşağıya geldiğinizde ayağa kalkmadan önce mayonuzu kontrol etmeniz gerekiyor. Bu kaydırakların hemen karşısında iki şemsiye ve bir çok minder var. Seyretmesi çok zevkli, kayması cesaret işi.


Bir sonraki keşfim “Secret Lagoon” Space Rocet kadar dik olmasa da yine de mayonuzu geride bırakma riski taşıyacak kadar dik ve hızlı. Birde onun hemen yan tarafında süprizli bir kaydırak daha var Botlarla kayılıyor, bu sefer tek renk sadece sarı bot var. Süpriz ne mi? Söylemiyeyim süprizi kaçmasın.

Benim bu parkta en sevdiğim “Typoon Coaster” yani hızlıdan da öte hız treni. Sonu sulu bitiyor. Sulu şakalar sevilmez mi? biz çok sevdik.

Tüm gün ıslak gezdikten sonra gün batımını Aqua Parkın dışında mağazaların ve restaurantların olduğu bölümde karşılıyoruz. Önce kanalda tekne ile kısa bir gezinti yaparak yemek yiyeceğimiz yeri seçtik sonra da gece boyunca fıskıyeli havuzların su ve ışık ile dansını seyretme fırsatını yakaladık.

Müzede bir gece

Gündüzler çuvala mı girdi? Tabiki hayır, sadece sıcaktan eridi. Girişi Lara plajı tarafında olan bir müze arıyoruz. Bu müze hakkında çok şeyler okudum. O devasal kumdan heykelleri görmek için sabırsızlanıyorum.

Sıcak gündüze göre daha az hissedilse de alev gibi esen rüzgar güneşin yakıcılığını hiç aratmıyor. Gece ile gündüz birbirine karışmış vaziyette. Lara plajını gece hiç böyle görmemiştim. Sahil boyunca yürürken, denize girenler, piknik yapanlar sanki günün herhangi bir saatiymiş gibi eğlenenlerle doluydu.

200 metrelik bir yürüş ile nihayet müzeye ulaştık. Sandland. 10.000 metrekare alanda, 10.000 ton kum kullanarak 9 ülkeden 22 heykeltraşın yaptığı 100 den fazla heykel var burda. Bu müzeyi özel kılan da bu bence.



Ailecek girdiğimiz müzede bir anda herkes ilgisini çeken heykelin yanına gidiyor. Saatleri ayarlayıp çıkışta buluşmak üzere kumdan heykellerin arasına dalıp, tek tek incelemeye koyuluyoruz.

Sfenks, Troya atı, Medusa, Ganesha, Pramit, Tac Mahal, Chchen Itza, Halikarnas Mozolesi , Eyfel kulesi ilk aklıma gelenler arasında. Metrelerce yükseklikteki bu muhteşem heykellerin sadece su ve kumdan oluştuğunu bilmek beni şaşkına çeviriyor.

Öğrendiğime göre Kum Heykel sanatı “Hiçbir şeyin kalıcı olmadığı ve herşeyin bir gün yok olacağı felsefesini taşıyor” muş. Bu yüzden bu eserler yapıldıkdan ve sergilendikten bir dönem sonra yıkılarak tamamen ortadan kaldırılıyormuş. Gece sıcak falan ama geldiğimize deydi doğrusu. Müzede bir gece geçirdik, keyifle…

Hiç bilmediğim düşmanlarım

Havanın sıcaklığı 42, deniz suyun sıcaklığı 30 derece olunca haliyle bizimde daha yüksek ve serin yerlere gitmemiz gerekti. Beşkonaklar Rafting bölgesi bu sıcaklarda bulunmaz nimet. Küçük araştırmalarım sonucu öğrendim ki sadece Rafting değil, macera parkuru, jeep safari, paintbaal, dağcılık gibi aktivitelerinde yapıldığı gece konaklamalı mekanlar da varmış.

Bu arada kaptanımızdan öğreniyoruz ki bundan 20 yıl önce rafting yaptığımız parkur üzerinde oynama yapılmış. Kayalarla bazı yerleri doldurarak suyun şiddetli aktığı yerleri hafifletmişler. Bende diyorum bu rafting maceramız benim aklımda niye korkutucu kalmış. Eğlenceli kısmını unutmuşum.

Bu seferki benim için daha heyecan vericiydi çocuklarımızla yapacaktık. Unuttuğumuz şey ise iki bot çıkıp birbirini batırmacasına mücadele edildiğiydi. İnsan gençken daha mı cesur oluyor yoksa?

Suya indiğimiz andan itibaren karşı bottakiler bizim ezeli rakibimiz, hiç bilmediğimiz düşmanlarımızdı. Kurallar basit, birbirini geç, geçerken ıslat, kürekle botu dürt, hatta devrilmelerini sağla sonra yanlarından hızla geç ve bir daha ki geçişe kadar yanına yanaştırma ama arayı da açma.

Her ne kadar düşmanmış gibi davransak da suyun üstünde iki bot birbirinden sorumlu.

Derece 42 yi göstersede hissedilen daha fazla yada benim sıcaktan devrelerim yanmış. Tek tesellim botla üzerinde durduğumuz suyun 10 derece kadar soğuk olması. Üzerime su gelince bildiğin cosss sesi çıkıyor.

Suyun üzerinde 2 saat 45 dakikalık verdiğimiz mücadeleden sonra, yarı ıslak vaziyette yarım saatte jeeplerle kamp alanına geri döndük. Bir oh çekelim oturalım dinlenelim derken çocuklardan birini macera parkındaki zipline’nın tepesinde, diğerini tırmanma duvarında gördüm.

Bize dinlenmek yoooook. Ama yine de gezmeye devam

Nar

Side Liman yolu üzerinde, şaşkınlıktan gözümü ne tarafa döndüreceğimi bilemiyorum. Eski ile yeni, fermuar dişlileri gibi adeta iç içe geçmiş. Anadolu dilinde Nar anlamına gelen Side kentinin adı gibi toprağıda bereketli.

Sağlı sollu Liman yolunu seyrederek sonuna geldiğimizde ışık, güzellik ve sanat tanrısı olarak hafızalarımıza kazınmış Apollon Tapınağı tüm heybetiyle bizi karşılıyor. Sanki ışıklar altında gece görünen yüzü bize bir şeyler fısıldıyor gibi.


Eldeki yazıtlardan öğrenildiği kadarıyla, M.Ö. 7 yy göçlerle gelen Yunanlılar, hâlâ tam olarak çözülemeyen Hint-Avrupa dillerinden olduğu tahmin edilen kente özgü bir dil konuşmuşlar.

Bir zamanlar köle ticaretinin yapıldığı ticaret limanları ile ünlü, 2.yüzyıl boyunca bilim ve kültür merkezi olarak anılan bu kente kimler ayak basmış acaba?

Lidyalılar, Persler ve İskender, Suriye Krallığı, Bergama Krallığı, Roma…
Ancak her kentin bir sonu vardır, her yaşamın son bulduğu gibi… Arap akınları, yangınlar ve depremler şehrin terkedilmesine sebep olmuş.  Side Kenti; Hamitoğlulları Beyliği, Selçuklu ve Osmanlı himayesine girsede bir süre uzun ve derin bir karanlığa gömülmüş.

Gün batımını Limanda seyredip Apollon Tapınağının yakınındaki Apollonik Kafeye oturuyoruz. Antik kentin duvarları yanıbaşımızda, o duvarların ardında neler neler yaşandı kim bilir?

Toprağın kokusu, suyun sesi, ağaç dalları … yaşamın anlamı…


Sıcak vurmuş yine benim başıma, doğal serinlik istiyor insan, öyle klima falan kesmiyor. Tamam Willis Carrier’i saygıyla ve minnetle anıyorum ama yine de ağacın, suyun verdiği serinlik başka.

Soluğu Manavgat Şelalesinde alıyoruz. Doğal park alanında, ağaçların arasından geçip şelalenin yanına vardığımda gözümü kapatıp bir müddet dinliyorum. Irmak suları geniş bir alan üzerinde yüksek bir debi ile 3-4 metrelik bir yükseklikten aşağıya akıyorlar. Her bir damlacığın çıkardığı ses diğeriyle öyle uyumlu ki gürültüden çok keyifli bir tını gibi geliyor insana. Suyun soğukluğu tahmini 9-10 derece. Etrafına yaydığı serinlik ağaç dallarının tireşimi ile birleşince oluyor size doğal serinlik.

Biraz burada kalıyoruz, toprağın kokusu, suyun sesi, ağaç dalları… yaşamın anlamı… günü burada tamamlayabilirm.

Bir başka alternatif, daha yukarıdaki Oymapınar Barajı ve çevresindek park alanı. Seyir terasından manzara harika.  Park alanına girmeden hemen göze çarpan Antik Side Kentinin su kemerleri hala sağlamlığını koruyor, muhteşemler.


Karanlık hiç bu kadar parlak gözükmemişti

Alanya’nın doğusunda yukarı doğru kıvrıla kıvrıla tırmanışa geçiyoruz. Yol bizi Cebireis Dağ’ının batı yamacında bulunan Dim Mağarası’na kadar götürüyor. Duyduklarım ve okuduklarım Dim Mağrası’nın Türkiyenin en güzel mağaralarından biri, olduğu yönünde. Merak giderek daha da artıyor.

Mağaradan içeri adım atarken karanlığa doğru gömülüyormuşuz hissi uyandırsada; sarkıt, dikit, sütun, perdemakarna ve duvar oluşumlarının ışıklandırılmış olması ve derinlerden gelen Ney sesi insanın içini huzurla kaplıyor. Her adımda sese daha fazla yaklaştığımı hissediyorum ve her adımda görsel şölene dönüşen sarkıt ve dikitleri ışık gölge oyunlarıyla takip ediyorum. Karanlık hiç bu kadar parlak gözükmemişti.

360 metrelik dört ana salonu keyifle, huzurla geziyorum. Evet bence de Türkiyenin en güzel mağaralarından biri…

Şimdi yemek zamanı ve biz aşağıya Dim Çayı’nın yanı başında sıra sıra kurulan salların üzerinde yemek yemeği planlıyoruz. İsteyen 10 derecelik suya dalıp çıkıyor şoklama misali sadece dalıp çıkıyor. Sıcakta yapılacak bir etkinlik daha. Ama güneşi Alanya Kalesinde batırmak daha çok keyifli olacak. Kim demiş tatilde yatılır, uzanılır, uzun oturulur, kısacası kımıldanılmaz, gittiğin yerde kalınır diye? Oturmaya gelmedik tekerlek dönsün lütfen…
























Devamını Oku »

Balmumu Heykelleri

0 yorum


Kapının hemen girişindeyim, içeri girmek ile girmemek arasında gidip geliyorum. İçeriden çığlıklar yaklaştıkça ayaklarım geri adım atıyor ancak korkudan koluna sımsıkı sarıldığım kişi de beni içeri doğru çekince, ne yapacağımı bilemiyorum, nasıl bir çelişki bu?

Çığlık çığlığa bağararak gelen kızların arkasında gördüğüm kişi beni de dehşete soktu. Bir an düşündüm biz Korku Müzesinde miyiz yoksa Madame Tussaud Müzesinde mi?

Çığlıklar ve karmaşa eşliğinde korku koridorunu aşıp tabiri caiz ise ışığı bulduk veeee bambaşka bir dünyadayız.

Siyasetten, spora ve sanata kadar her kesimden insan var. Hepside çok şık giyinmiş ve çok mutlu bakıyorlar. Bizde davete icabet ediyoruz. Gerçi, korku tünelinden sonra mutlu bir suratla poz vermek biraz zor oluyor ama ne yaparsın. İki farklı duyguyu saniyeler içinde peşpeşe yaşamak bu olsa gerek.

Müzenin girişinde böyle bir süpriz olduğunu bileydim? Tüh hazırlıksız yakalandım!

Amsterdam Madame Tussaud

Heykel, balmumu falan denince, haliyle ilk akla Mamade Tussaud geliyor.

Sanıldığının aksine ilk balmumu heykeller Londra da değil, 1770 yılında Dr. Philippe Curtius tarafından Paris’de sergilenmiş.

Doktor olan Curtius, anatomiyi göstermek için hazırladığı balmumu modellerinin günün birinde kendisi için farklı bir kariyerin başlangıcı olacağını tahmin etmiş midir acaba?



Tam da burda Marie Tussaud ile Dr. Curtius’in yolları kesişiyor. Uzun yıllar birlikte çalışan ikili için ayrıllık rüzgarları esmeye başladığında yapılabilecek tek şey kalıyor. Başarıyı ölümsüzleştirmek.

Dr. Curtius’in ölümünün ardından, Marie Tussaud öğrendiği tüm teknikleri ve balmumu heykel koleksiyonunu yanına alarak İngiltereye gitmiş. 1842’ye kadar çalışmalarını Londra’da sürdüren
Marie Tussaud için, zirveye ulaşma fikirleri burada başlıyor. İlk olarak Londra’da açılan Madame Tussaud Müzesi, yıllar içerisinde gelişerek 24 ülkede hayat buluyor.

İlk gezdiğim Madame Tussaud Amsterdam Müzesi girişteki korku koridoru karmaşasından sonra içine düştüğüm balmumu heykelleri ile adeta beni büyüleyen ilk yerlerden biriydi.

Geçtiğimiz Kasım ayında 60 balmumu heykel ile Madame Tussaud İstanbul’da meraklısı için kapılarını araladığında çok heyecanlandım. Neyseki İstanbul’da ki Müzenin girişinde sizi tranvay hatırası bekliyor. Korkacak birşey yok!

İstanbul Madame Tussaud

Yaklaşık 250 yıl önce başlayan balmumu heykel serüveni sayesinde, Mustafa Kemal Atatürk, Mimar Sinan, Sabiha Gökçen ve Yaşar Kemal gibi dünyadaki yerli yabancı daha nice değerli kişilerle fotoğraf çektirme şansını yakalıyorum.
Balmumu heykellerinin müzecilik kavramı ile dünyaya açılmasında ön ayak olan Madame Tussaud, ilk müze olma özelliğini korumaya devam ediyor.



Yılmaz Büyükerşen’in kendisinin yaptığı 160 yerli yabancı balmumu heykelin yer aldığı 2013 de Eskişehir’de açılan Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi, gururla söyleyebilirim ki Türkiye’de bir ilke imza atmış. 


Yolunuz düşerse, yada özellikle yönünüzü değiştirip yolunuz düşerse, tüm müzeleri keyifle gezmeniz dileğiyle




Devamını Oku »

Küçükkuyu

0 yorum



Yürüyerek tırmandığımız ağaçlıklı yol nihayet son buldu.

Karşımıza çıkan–sonradan onun sunak olduğunu öğrendiğim- devasa kayanın yanından yukarı doğru üçer beşer hızla çıktığım kayadan oyulmuş merdivenlerin sonunda, benim için zaman havada asılı kaldı sanki…

Kanım daha yavaş akmaya, etrafa daha huzurlu ve kendinden emin bakmaya başladım. İnsana özgürlük hissi veren bir yer. Gözümün görebildiği ve daha ötesine, mavinin ve yeşilin tüm tonları özenle serpiştirilmiş adeta.

Ve hak verdim. Yunan Mitolojisinin en güçlü Tanrısı olarak bilinen Zeus, çok doğru bir yer seçmiş, Truva Savaşını yönetmek için.

Zeus Altarı, sunağın arkasında tepeden herşeye hakim,

Zeus’un Truva savaşını yönettiği yerdeyim.

Bu yaz, kurra çektim “Küçükkuyu’daki tarihi ve doğal tüm mekanlar zaman ve imkan yettiğince gezilsin” yazıyordu.
Eeee durur muyum? Hemen kolları sıvadım.

Şaka bir yana, uzun zamandır planladığım bir türlü zamanlama ayarı yapamadığım Dedetepe Ekolojik Çocuk Kampı bu geziye vesile oldu.

Kamp sırasında gittiğimiz yerlerin dışında bir kaç yerde ben ilave ettim. Kısa ama yoğun bir gezi oldu bizim için.
Geziye biraz da macera katmak istedik, kayaların tepesinden atladık.

Siz de tatlı suda yüzmeyi tercih ederim, mümkünse buzzz gibi olsun diyenlerdenseniz? Küçükkuyu’ya hayat veren Mıhlı Şelalesinin çevresinde doğayla içiçe kayalardan serin sulara atlayabilirsiniz.


Mıhlı çayının yolu üzerinde karşınıza çıkan bir diğer doğa harikası yer ise Başdeğirmen mevkii. Eski bir değirmen ve Roma döneminden kalan kemerli köprü gökyüzünü kaplayan ağaçların dalları arasında manzarayı tamamlıyor. Suyun soğukluğu mu? Tabiki buzzzz gibi.

Bir sonraki durağımız,  anayol üzerinde  gözüme çarpan Adatepe Zeytinyağ Müzesi oldu.  Tarihi sabunhane binasını restore edip, çevre köylerden zeytin, zeytin yağ ve sabun üretimine ilişkin tüm araç ve gereçleri de burada sergilemeye başlamışlar. İki katlı mini müzede eski zeytinyağı presleri, zeytin toplama aletleri, taşıma ve saklama kapları, sabun yapımında kullanılan kazan ve geleneksel yöntemlerle sabun yapım tekniği görülebilecekler arasında.

Müzede en çok dikkatimi çeken zeytinyağ çıkarma aletlerinin maketleriydi. Dr. Atıf Atilla‘nın 1940’lı yıllarda 15 milyonu aşkın zeytin ağacını dağlardan söküp Anadolu köylüsüne tanıtma çabası sırasında yaptığı yolculukta gördüğü, kimi antik çağlardan kalma kimi halen kullanılan yüzlerce yağhanedeki sistemlerin özenle yaptığı maketlerini müzeye bağışlaması, biz ziyaretçiler açısından büyük şans doğrusu.

Tarihi yüzyıllar öncesine dayanan Zeytinin hayatımızın bir parçası olma hikayesini keyifle izleyebileceğiniz bir yer Adatepe Zeytinyağ Müzesi.

Bu keyifli gezinin hemen ardından, Müzenin arka sokağında deniz kenarında verdiğimiz keçi sütünden yapılmış dondurma molası keyiflere keyif kattı doğrusu.

Yola devam, şimdide denize girmek için Behramkale yolu üzerinde Limantaşı koyunda mola veriyoruz.

Denize girmek için bir diğer seçenek de, Midilli’den yaralı olarak dönen Osmanlı kadırgalarının tedavi edilip dinlendirildiği Kadırga Koyu.

 
Akşam güneş batmaya yakın, gezimizin son durağı Behramkale ve Assos Antik kenti. Behramkale’nin dar sokakları arasında Assos Antik kente doğru tırmanışa geçtik, sağlı sollu minik dükkanlar, tezgahlar ve herbirinde el emeği göznuru eserler var.

 Assos tepeden denize hakim, bir liman kenti. Hal böyle iken tarih boyunca herkesin gözü bu kente olmuş. Lidya, Pers, Pergamon, Roma derken Orta Çağda terkedilmiş.

Yinede Mitolojide Zeus’un çok sevdiği kızı, sanat, strateji ve barış tanrıçası Athena’ya ithaf ettiği Athena Tapınağı Assos Antik Kentin en güzel yerinde salınmaya devam ediyor.

Antik Çağ'ın büyük düşünürlerinden Aristo’nun bu kentte üç yıl yaşamış olduğunu ve burda felsefe okulunu kurduğunu öğrenince bu kente daha çok kanım kaynadı.


Güneşi bu nefis manzara eşliğinde batırdık. Güneş, deniz, muhteşem manzara ve huzur...












Devamını Oku »

Kampa gidelim mi baba?

0 yorum



Son iki yıldır düzenli olarak doğada kamp yapmanın çadırda yatmanın nasıl olacağını düşünüp duruyorum. Araştırıyorum, evdeki ahaliyi yokluyorum. Nelerden vaz geçemeyiz? Sınırımız nedir?
Yaşamadan bilemeyiz deyip 9 yaşındaki oğlum ve ben yola çıktık. Çok hazırız biz bu kampa!

Tüm hayal gücüm, oyunlarım, masallarım cebimde. Kamptaki çocuklarla eğleneceğiz, ben çok hazırım. Aylar öncesinden hazırım hatta.

“Hayat sen plan yaparken başına gelenlerdir”

Kamptan iki gün önce, gelecek korkularım endişelerim hortladı yeniden. Bu kampa gelirkenki heyecanımın yerini aldılar. İçi boşaltılmış gibi zoraki gittim kampa. Planladıklarımı yapamadım ama içimdeki fırtınaları dindirip doğanın beni iyileştirmesine tanık oldum.

Küçükkuyu, Dedetepe Ekolojik Çocuk Kampı, yaklaşık 5 yıldır yapılan bir kamp. Sevgili Ayça ve Alpay Oğuş, çocuklar için bu kampı organize ediyorlar. Fikirlerine, emeklerine sağlık. İsmi sizi yanıltmasın sadece babalar ve çocuklar yok bu kampta tüm aile fertleri var. Ayça’nın “Benimle oynar mısın anne?“ etkinliğinden sonra çocukları büyüyünce Alpay’ın “Kampa gidelim mi baba?” etkinliği başlamış. Yaşasın Doğa - Macera …


Bu arada, kamp alanı sanıldığı gibi mahrumiyet bölgesi falan değil, sadece alışkanlıklarımızı kısa bir süreliğine terk edip yeni deneyimler kazanacağımız bir yer. Bir de unuttuklarımızı hatırlayacağımız…

Kimisi vejeteryan beslenme konusunda zorlandı. Kimisi toprağa yalınayak basma konusunda. Kimisi de tuvaletleri ortak kullanma konusunda zorlandı. Ben mi? Ah ben, doğanın seslerini geceleri kabul etme konusunda zorlandım. Sadece geceleri…



Gece, şırıl şırıl akan derenin yanında vıraklayan kurbağalarla başlıyor ve cırcır böcekleri bu orkestraya katkıda bulunuyor. Bu arada çocuklar yatmış büyükler ateş başında sohbet ediyor oluyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde kampın çevresine (çitlerden içeri giremedikleri için ) gelen köpekler havlamaya başlıyor, bu durumda kamp alanı içindeki köpeklere cevap hakkı doğuyor, doğal olarak. Tabi bu sesler sabaha kadar aralıklarla devam ediyor diye düşünüyorum, zira her uyuyup uyandığımda sesleri yeniden duyuyorum. 5.15 de öten horoz ile gece konseri nihayet son buluyor, çevre sessizliğe bürünüyor. (Dere şırıltısı hariç ama artık ben o sese alıştım) Sekize kadar deliksiz uyuyabiliyorum çünkü 8.30 da “kahvaltı hazır” diye koro halinde bağıranların arasında bende olmak istiyorum. 

Kamp boyunca çocuklar ayrı masada oturup yemek yediler, oğlumun yemez dediğim bir çok şeyi tabağına alıp yediğini de gördüm. “Bu akşam yemekte görünmez yemek var anne” deyip boş tabakla oturduğunu da!

Her öğün bulaşıklarını kendi yıkadı. Siyah horozun kovalamalarını göze alarak, folluklardan yumurta almayı öğrendi. Her yaştan bir çok arkadaş edindi. Kendinden küçüklere sabır göstermeyi öğrendi. Kamp boyunca çeşit çeşit çekirge yakaladı, inceledi herkese tek tek gösterdi, onlara isimler taktı ve serbest bıraktı. Çekirgelere fısıldayan çocuk olarak nam saldı.

Derenin içinden yürüyerek geçtik. Kâh toz toprak, kâh ağaçlı yollardan yürüdük sonunda şelaleye vardık ve kayalardan buz gibi suya atladık. Şelale yollarında atılan cam ve pet şişeleri birlikte toplayarak kampın geri dönüşüm alanına taşıdık. Karpuz kabuklarını beyaz ata götürdük, yanlış anlaşılmasın üzerinde prens yoktu biz sadece atı besledik. Dolunayda yoga yaptık. Kara bir kedi o gece bize eşlik etti. Kimimiz mutfağa girip marifetlerini sergiledi, afiyetle hep birlikte yedik. Kimimiz el becerilerini paylaştı keyifle, etkinlik alanını boyadık çocuklarla, resimler yaptık. Firari tavukları bile yakalayıp kendi güvenli alanlarına geri koyduk.

Akşamları ateş başında doğal, beslenmeyi, organik tarımı, permakültürü konuştuk, evimizdeki zehirli kimyasalları konuştuk. Bireysel olarak ne yapabiliriz? Elimizden ne gelir? Zamansız sohbetler yaptık…
Birlikte çok eğlendik, birbirimizden çok şey öğrendik ve çok güzel dostluklar kurduk.

Kampa gelirken ön yargılarım, korkularım, gelecek endişelerim cebimdeydi. Dönüşte içimde uçuşan yeni heyecanlar ve cebimde yeni deneyimler vardı.

Sonunda Dedetepe Çiftliğinin, duvarda resmi bile oldu, bizden hatıra. 

Kamp bir hafta sürdü bana daha uzunmuş gibi geldi Hatta kampta yapılacak daha çok iş var bir ara yine bu kampa gelmeliyiz diye düşünüyorum.

17-23 Temmuz Dedetepe Ekolojik Çocuk Kampı katılımcıları, çalışanlar, kurucular, gönüllü çalışanlar ve doğal kamp sakinleri her şey için çok teşekkürler. Keyifli bir hafta geçirdik eminim bir gün bir yerde mutlaka yeniden biraraya geleceğiz. 



Bu yazı Martı Dergisi'inde yayınlanmıştır.






































Devamını Oku »

Kılıçları kuşanın cuma’ya gidicez

0 yorum



Yağmurlu bir hafta sonunda Amasra’nın Kale içindeki dar sokaklarında geziniyoruz. Küçük bir camii gözümüze ilişiyor, öyle avlusu falan yok, minaresi de ana binadan bağımsız ve farklı taşlarla örülmüş. Ön cephesinde sundurmanın altına yağmurdan kaçan insan kalabalığı pür dikkat tur rehberini dinliyorlar.

Ben her zamanki gibi fotoğraf çekmeye çalışıyorum yağmura rağmen... O sırada gözüm binanın yanındaki tabelaya takıldı. “9.yy kalma Bizans Kilisesi 1460 da Fatih Sultan Mehmted’in Amasra’yı fethi ile camiye çevrilmiştir”

Hemen soluğu rehberin yakınında alıyorum ve kulak kabartıyorum. Rehberin söylediğine göre “Amasra’nın fethi için Fatih, karadan ordularıyla Veziriazam Mahmud Paşa denizden donanmalarıyla geliyor ve Cenova Senyörü kale anahtarını direnmeden teslim ediyor.”

Buraya kadar ki kısmı biliyordum ama asıl sonra duyduklarım beni şaşkına çevirdi. 
“Amasra savaşsız teslim alındığı için her cuma hutbeye çıkan imam, hutbeyi elinde kılıçla okuyor”  

-Ey ahali Kılıçları kuşanın Cuma’ya gidiyoruz. 
Ve bu gelenek 555 yıldır devam ediyor, düşünsenize elinde kılıç cuma hutbesini okuyan imam …

Kale içi dar sokaklarda yolumuza devam ederken küçük kilise dedikleri Bizanslılardan kalma Şapel dikkat çekiyor. İçerideki freksler silinmek üzere, 1963 de onarılarak Amasra Müzesinin Kültürevi olarak kullanılmaya başlanmış.

Kraliçe Amastris

Kale içi ince uzun sokaklardan geçerken bulduğumuz dar merdivenden aşağıya inip sahile ulaşıyoruz. Eski liman  ve balıkçılar var. Sahil boyunca yürürken heykeller dikkatimi çekiyor, her biri Amasra tarihinde bir iz bırakmış, kentin simgesi haline gelmiş anıtlar.

Bunlardan biri  M.Ö. 300'lü  yıllarda Pers İmparatorluğu döneminde şehrin kraliçesi  Amastris’in elinde lotus çiçeği ile yapılmış heykeli.  Bronz paralardaki betimlemenin aynısını yapmışlar. Bunun yanı sıra, 
Barış Akarsu (Amasra’nın Hırçın Dalgası), Congar Mehmet (Amasralı Balıkçıların Anısına), Fatih Sultan Mehmed ve Veziriazam Mahmud Paşa  ikilisi (Amasra fethi sırasında)  gibi daha bir çok anıt var şehrin sokaklarında.

Ayrıca Türkiye’nin en iyi 10 küçük müzesinden biri Amasra Müzesi de görülmeye değer yerlerden biri.

Yağmurun verdiği bir gizem vardı bu şehirde. Buğulu bir güzel ama her an parlayacak gibi de tetikte. Sakinliğin ardında gizli bir güç sanki. 

Kalenin tepesinden şehre bakarken Fatih II Mehmed'in heykelinin altında yazan yazı aklıma geliyor.  1460 yılında şehre tepeden bakarken buraya “ÇEŞM-İ CİHAN” adını vermiş. 
Evet  bende aynı fikirdeyim "Dünyanın Gözbebeği" ...



Devamını Oku »

Benim güzel İzmir'im

0 yorum
İlklerin şehri İzmir


Kurtuluş Savaşında düşmana İlk kurşunun atıldığı, Türkiyenin ilk Fuarı, Anadolunun ilk demiryolunun kurulduğu, İlk kadın tiyatrocu Afife Jale’nin ilk oyununu İzmir'de oynadığı ilklerin şehri İzmir.

Hal böyle olunca Türkiyenin ilk Kadın Müzesi‘de İzmir de açılmış, gelmesek olmaz, görmeden dönsek olmaz.

Müzede düzenlenen bir oda varki onlarla gurur duyuyoruz. Öncü Kadınlarımız …
ilk milletvekillerinden Benal Arıman, dünyadaki ilk kadın petrol mühendisi Halide Ural Türktan, dünyadaki ilk kadın askeri pilot Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın yargıtay üyesi Melahat Ruacan gibi ilklere imza atan 50 kadınımız, fotoğrafları ve onların çok özel eşyaları ile sergileniyor.

Konak belediyesinin katkılarıyla kurulan Müzenin farklı konseptlerde hazırlanmış 13 odası var.
Geçici sergi salonu, video art, geçmişten günümüze kadınlar, antik dönemde Anadolu'da kadınlar, öncü kadınlar, koleksiyon eserler, kütüphane …

Müzeyi keyifle ve gururla geziyoruz ve bahçesinde Nasım Hikmet ile fotoğraf çektiriyoruz.
İzmir'e gönül vermiş ünlüler 

Gezimizin ikinci günü, Urla’da Necati Cumalı‘nın müze evini, Modern Yunan edebiyatının üstadlarından Yorgo Seferis’in artık butik otel olan evi’ni, Sığacık kale içini ve Teos park içinde Dionysos Tapınağını gezebilme şansımız oluyor.

Yorgo Seferis’in Residence, Yunan Devlet adamları, diplomatlar, yerli yabancı turist gurupları tarafından sıkça ziyaret edilmiş zira  butik otelin lobisinde  duvarlar tanıdık simaların fotoğrafları ile dolu.

Lobiden koridora, merdivenlerden odalara kadar her yerde antika eşyalar göz dolduruyor. Her birini hayranlıkla izliyoruz. Ahşap  aynalı dolaplar, pirinç karyolalar, kahve fincanları, vazolar, dantel örtüler daha neler neler…


Otelin arka bahçesinden çıkınca tam karşısındaki kazı çalışmaları devam eden Klazomenai Antik kenti içinde yer alan M.Ö. 6. yy  dan kalma Zeytinyağı  içliği ve deposunu geziyoruz. Adeta küçük bir zeytin yağı fabrikası günümüze kadar gelmiş.


Daha sonra Teos Antik kent sınırlarına doğru yola devam ediyoruz. Antik kent içindeki Dionysos
tapınağına ulaşana kadar yeşillikler arasından mis kokulu asırlık zeytin ağaçlarının serinliğinde yol alıyoruz. Yaşının 400 den fazla olduğunu tahmin ettiğimiz bir zeytin ağacını hayranlıkla incelerken duyduğumuz küçük çan sesleri az önceki sessizliğimizi bozarak yerini gülüşmelere bırakıyor. 

Çobanının peşi sıra giden koyun sürüsünü adeta bir geçit töreni gibi izliyoruz. Zorlu yollardan geçerek vardığımız antik tiyatro da okunan Nazım Hikmet şiirinin ardından İzmir'e dönüyoruz.





Şehrin güzelliklerini keşfe çıktık

Gezimizin son günü İzmir’in Müzelerini gezmeye devam ediyoruz. 1923 İktisat Kongresi  sırasında Mustafa Kemal Atatürk’ün karargah olarak kullandığı tarihi köşk yeniden revize edilerek 19 Mayıs 2015 de ziyarete açılmış.


Atatürk’ün İzmir’e gelişlerinde kaldığı  bu köşkün alt katı, adım adım Kurtuluş Savaşı hazırlıklarının  anlatıldığı odalardan oluşuyor.  Toplantı masası etrafında Mustaf Kemal Atatürk, İsmet İnönü  ve silah arkadaşlarının harita başında yaptıkları toplantı balmumu heykellerle canlandırılmış.

Köşkün üst katlarında misafir odası, bekleme ve kabul odası, berber odası  ve  yatak odaları bulunuyor.


Sonraki durağımız  iki mahalleyi birbirine yakınlaştıran tarihi asansör.  1907’de işadamı Nesim  Levi tarafından İtalya ve Fransa’dan getirilen mühendislere yaptırılmış. Daha önce 155 basamakla çıkılan iki semt arasındaki  zor ulaşım asansörden sonra çözüme ulaşmış. 

Asansöre giden sokağa adını vermiş İzmir'e aşık müzisyen Dario Moreno ve  Enrico Macias ‘ın büstleri  yolun başında bizi karşılıyor.   

Dario Moreno’nın vasiyeti,
İzmir, tatlı ve  sevgili şehrim…
Birgün şayet senden uzakta ölürsem…
Beni sana getirsinler…
Fakat mezarıma götürürken “Öldü” demesinler.
“Uyuyor” desinler koynunda…
Tatlı İzmir’im…


Dudaklarımızda  Dario Maoreno şarkıları  yeni yerler keşfetmek üzere  ayrılıyoruz. Yeni gezilecek tarihi mekan  Latife Hanımın ve ailesinin yaşadığı Uşakizade Köşkü.


Uşakizade Sadık Bey tarafından İzmir Göztepe’de 1860 yılında yaptırılmış olan bu köşk yazlık ev olarak kullanılmış. Gazi Mustafa Kemal Paşa  1922 de İzmir’e geldiğinde  köşkü “Başkomutanlık Karargâhı” olarak kullanmış,  ayrıca 1923 de Latife Hanımla bu köşkte evlenmişler. 

Şimdi Müze olarak gezilen bu tarihi köşkün  bahçesinde İzmir Özel Türk Koleji bulunuyor.

Gün boyu gezimiz sırasında, Kemeraltı çarşısı, Saat Kulesi ve Karşıyaka görme şansını yakaladığımız, İzmir’in tarihi mekanlarından sadece bir kaçı. 

Bahçesinde ezan ve çocuk sesleri eksik olmayan Zübeyde Hanımın anıt mezarını ziyaret ederek uçağımıza yetişiyoruz. Kalbimiz Ege'de kalarak...



Devamını Oku »