yurtiçi gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Her derde deva nadide bir çiçek

0 yorum
Sıra sıra dizilmiş dükkanlardan sokağa taşan tezgahlar arasında yol almaya çalışan turistler, ısrarla lokum tattırmaya çalışan esnafa yakalanmadan geçmek için taş döşeli yolda akrobasi yaparak ilerlemeye çalışıyorlar.

Onların açtığı yoldan bende geçiyorum hızlı hızlı. Kalabalık bir arkadaş gurubu ile Safranbolu sokaklarındayız. Benden başka esnafın lokum ısrarından kaçan yok, hepsinin tadına bakıyorlar afiyetle.

Herşeyde safran var, safranlı çay, safranlı lokum, safranlı kolanya, safranlı vazalin… saymakla bitmiyor. Her derde deva nadide bir çiçek Safran.  Gıda, kimya, ilaç ve kozmetik alanlarında kullanılıyormuş. Türkiye’de sadece dört bölgede yetiştirilen safranın fiyatı altın fiyatıyla eşdeğer.

Yola devam, Köprülü Mehmet Paşa Camisinin avlusunda güneş saatiyle saatlerimize ayar çekip diğer kapıdan bir arka sokağa çıkıyoruz. Sanki zaman tünelinden geçtik. El sanatlarının sergilendiği minik dükkanlar sıralanmış. Deriden yapılma ayakkabılar (mest), çanta, telkırma masa örtüleri, para keseleri ve en güzeli de sokağın ortasında “Közde Türk Kahvesi” içebileceğiniz masa sandalyeler var. Tabiki de boş yer yok ve biz 13 kişiyiz, masalar 2 veya 4 kişilik. Hepimizin aynı anda yer bulması mümkün değil. Kahve kokusunu içimize çeke çeke tezgahları inceliyoruz, bir yer buluruz umuduyla.

Cinci Han İç Avlu
Her sokak yeni bir macera, Cinci Hamam’ın kapısını uzaktan görünce bağırıyorum “buldum buldum” diye. 1645 yılında yapılan Hamam hala kullanılıyor, dışarıdan fotoğraflıyoruz. Bir dahaki sefere vakit ayırmayı planlıyorum, peştamalimi ve kesemi getireceğim…

Bir arka sokağa geçince Cinci Han’ın kapısının önünde buluyoruz kendimizi. İçeriyi gezip kahvelerimizi ve nargileleri burada içiyoruz.

Cinci Han‘ın önü herdaim hınca hınç dolu, fotoğraf çekmek mümkün değil. Boş anını yakalamak için ertesi sabah 7.00 de gidiyoruz meraklı üç arkadaş ama nafile kapının önünde minibüs var bavulları yüklüyorlar, Japon Turist kafilesi Han’dan ayrılıyormuş. Bizim şaşkınlığımızı gören kapıdaki görevli 10 dakikaya araç gitmiş olur deyince bizde iç mekanı fotoğraflamak için avluya geçiyoruz.

Dikdörtgen planlı Han’ın üst katından avluyu fotoğraflıyoruz sabah güneşinin eşliğinde.
Cinci Han

Cinci Han, Safranbolu eşrafından Karabaşzade Hüseyin Efendi (Cinci Hoca) tarafından 1645 yılında yaptırılmış. Benim en çok dikkatimi çeken arazi eğimli ve güney cephesinden dere geçiyor bu kadar olumsuz şartlara rağmen yaklaşık 400 yıl öncesinin teknoloji ile tamamen insan gücüne dayalı olarak inşa edilmiş olması.

Sırf bu özelliğinden dolayı bu han Osmanlı’nın en gelişmiş han mimarisinin örneklerinden olma özelliğini taşıyor.

En son Han’ın kapısının da fotoğrafını çekip otelimize dönüyoruz.

Safranbolu konakları her biri ayrı güzel her birinin ayrı bir hikayesi var. Otelimizde eski bir konak hemen yakınında bulunan Kaymakamlar Konağı Müze olarak rehber eşliğinde geziliyor. Eski dönemin yaşamı mankenler aracılığı ile yeniden canlandırılmış. Kına gecesinde ve gelin olarak giyilen kıyafetler sergileniyor.

Bahçede masa sandalyeler var. Keyifle oturup birşeyler içilebilir. Biz sonunda közde kahvelerimizi burada içiyoruz keyifle.

Safranbolu küçük bir yer ancak gezilecek yer sayısı çok. Hıdırlık tepesinden panorama harika… Manifaturacılar, Demirciler ve Bakırcılar Çarşıları, içinde kaybolmak için güzel yerler.

Kale, Kent Tarih Müzesi, Eski Hükümet Konağı ve hemen yanı başındaki saat kulesi Safranbolu tarihine ışık tutan gezilebilecek yerlerden sadece bir kaçı…

“Cam Teras“  ile içindeki korkuyu yen


Gezimiz sırasında yakın çevreyi de görme şansımız oldu. Safranbolu’nun çılgın projesi diye anılan yaklaşık 10 km uzaklıktaki Tokatlı Kanyonun’nun 80m üzerine inşaa edilen cam teras, üzerinde durabilmek için cesaret isteyen bir yer. Adeta nefes kesiyor.

Turnikeden geçerek 30 ‘arlı guruplar halinde cam terasın üstüne çıkıp aşağıdaki manzaranın tadına varacağımızı düşünüyoruz. Kuyrukta beklerken çaylar içiliyor. Sıra bize geldiğinde keyifle terasa doğru yol alıyoruz. Cam’ın üzerine basarken altı görmeye çalışmak birinci hata, en uca giderek aşağıya bakmak ikinci hata, en uçta dururken cam sallanıyor galiba demek üçüncü hata …

300 kişilik planlanan cam seyir terasına neden turnike koyup 30’arlı gurup halinde girişe izin verdiklerini şimdi daha iyi anlıyorum.

Manzara gerçekten çok güzel, karşıya baktığımda bulunduğum yüksekliği tam olarak algılayamadım. Herkes özçekim yapıyor keyifli.. Mesafeyi ayarlayamadık taaki aşağıya bakana kadar. Biraz ürkütücü olduğunu itiraf etmeliyim. Hele terasın üzerindeki 30 kişiden biri panik atak ise herkesi panikletebiliyor. Cam gerçekten sallanıyor mu? Bilinmez ama ben gördüğüm manzara karşısında büyülendim.

Cam terastan sonra aşağıya kanyonun yürüş parkuruna doğru yol aldık. Yürümek istemeyenler cam terasın bir üst bölümünde bulunan kafeteryada oturdular. Biz gençler daima genç kalanlar kanyonun yürüyüş parkurundan aşağıya doğru salındık. Tahta merdivenler patika yollar , neredeyse 10 adımda bir manzaranın tadına vararak arada çocukları kollayarak indik aşağıya, cam teras aşağıdan da güzel görünüyor.
Kanyonun sonuna doğru atlara binilen bir alan vardı, girişinde arabaya koşulmuş bir Eşek yanında yavrusu Sıpa. Hayvanları bu kadar yakından görmeyen çocuklar yavruyu sevmeye çalıştılar. Sevildiğini anlayan Sıpacık yere sırtüstü yattı ve ayaklarını kaldırdı, Ben at, eşek gibi hayvanların hep dört ayak üzerindeyken başını sırtını sevmişimdir. Hayatımda ilk kez bir sıpanın böyle kedi, köpek yavrusu gibi karnını sevdirdiğini gördüm. Çok sevimli bir yavruydu.

Kanyondan yukarı çıkmamız inmemize göre daha uzun sürdü tabiki. Yukarı çıkarken Sadrazam İzzet Mehmet Paşa’nın 1700’lü yılların ikinci yarısında yaptırdığı İncekaya Sukemerini görme şansımız oldu.

Gördüğünün arkasındaki görünen...

Bu keyifli gezinin ardından Yörük Köyünü ziyaret ettik. En eski 450 yıllık en yeni 90 yıllık konaklardan oluşuyor. Her sokak, her ev ayrı detay, ayrı güzel. Bizim gezdiğimiz Sipahioğlu Gezi evi 1750 yılında yapılmış içeride gezerken bize rehberleik eden kişi konağın sahiplerinden 8. kuşaktan. Evin her köşesi Bektaşi kültürünün özelliklerini yansıtıyor.

Yaşam alanlarından birinde odanın tavanında bulunan cam küreye gözüm takıldı ben onu avize sandım ve sonradan takılmış olabileceğini düşündüm. Tavandaki boyamaların çoğu çiçek ve meyve figürlerinden oluşuyor. Köşe oda, camların sırasınca sedirler yerleştirilmiş. Herkes içeri girince rehber anlatmaya başladı. Tavandaki cam küre, gün içinde topladığı güneş ışığı ile odayı aydınlatıyormuş, Gece ise yanan gaz lanbalarının ışığını yansıtarak odanın daha aydınlık olmasını sağlıyormuş. O andan itibaren “Gördüğünün arkasında görüneni öğren” dedim kendi kendime.

Duvardaki boyamalar 1878 yılında yapılmış, her bir çiçek, meyve, vazo figürünün hatta çiçeklerin sayısının bile bir anlamı varmış. Buğday başakları, nar, üzüm figürleri bolluk ve bereketin simgesi. Kavun, karpuz figürleri üremenin simgesiymiş.

Ocak kenar taşlarında hayat ağacı, çarkıfelek figürleri var, aile simgesi. Pancerelerin bol olması, yer döşeme tahtalarının geniş olması zenginliğin göstergesiymiş.

Yerdeki döşeme tahtalarının altına çamur, saman, yumurta akı ve keçi kılından yapılan bir harç konurmuş. Her evin altında bulunan ahırlardan koku yukarı çıkmasın ve tahtanın üstüne basınca da gıcırdamasın diye yapılan bir uygulama, en az 250- 300 yıl öncesinden bahsediliyor açıkçası hayran olmamak elde değil.

Hiçbir ev diğerinin manzarasını kapatmayacak şekilde yapılmış. Köyün kullandığı 300 yıl önce yapılmış çamaşırhane şimdilerde Safranbolu Kültür Derneği sergi alanı olarak kullanılıyor. Çamaşırhane o dönemde aynı zamanda kadınlar için hamam olarak da kullanılmış.

Çamaşırhanede orta bölümdeki daire biçimli taşlık 12 bölümden oluşuyor. Her bölüm arasındaki ince oluklar suyun diğer bölümdelerdeki suya karışmadan aşağı akmasını sağlıyor. 12 bölümün hepsi eşit ayrılmamış ve taşlığın bir tarafı yüksek bir tarafı alçak gibi. İlk baktığımda düzensiz gibi gözüksede “Gördüğünün arkasında görüneni öğren” i hatırlıyorum.

Uzun boylu bir insanın çamaşır yıkarken çok eğilmeden yıkayabilmesi için bir tarafın yüksek yapıldığını, ayrıca şişman insanların rahat çamaşır yıkaması için bölümlerin birbirinden farklı yapılmış olduğunu öğrenmek 300 yıl önce insana verilen değeri gösteriyor.

Hem keyifli, hemde yeni meraklara kapı aralayacak bir hafta sonuydu. Safranbolu sokaklarında kaçmayı başardığım safranlı lokuma tur otobüsünün içindeki ikramlarda yakalandım. Afiyet oldu.

Devamını Oku »

Haydarpaşa Tren Garı

0 yorum
İstanbul - Bağdat Demiryolu Hattı

Bir vapurun iskeleye ağır ağır yanaşması sırasında hayranlığımı gizleyemeden her ayrıntısını hafızama kazımaya çalıştığım heybetli bina Haydarpaşa Tren Garı. 

Yüzlerce kere fotoğrafını çekmişimdir ve yine yüzlerce kere hayranlıkla seyretmişimdir.

Kadıköy –Eminönü vapur seferleri sırasında yaz yada kış mevsim ne olursa olsun dışarıda İstanbul’u seyrederim. Bazen sisli ama gizemli, bazen güneşli net ama esrarengiz haliyle beni büyüler.

Bir yanda Haydarpaşa tren garı, Selimiye kışlası, diğer yanda Tarihi Yarımada ya yaklaşırken Haliç’in iki yakası Sirkeci,  Karaköy, Galata Kulesi ve karşısında tüm heybetiyle selamlar beni Topkapı Sarayı.

Yine güneşli bir gündü. Eminönü’nden Kadıköy’e gitmek için bindiğimiz vapurdan ani bir kararla Haydarpaşa iskelesinde indik. Bu değişiklik çocuklarda önce telaş sonra heyacan uyandırdı.

Önce binanın önündeki lokomatif’i inceledik. Merdivenlerin başında durup binayı doyasıya seyrettik. 1908 de İstanbul-Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak yapılmış Haydarpaşa Tren Garı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ise İstanbul- Şam- Medine seferlerini de yapmış.

II.Abdülhamid’in onayı ile İki Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno tarafından hazırlanan proje sonucu garın yapımında Alman ustalarla İtalyan taş ustaları birlikte çalışmışlar.

Binanın dışı beni çok etkiler hüzün, ayrılık kokar. Ama o geniş merdivenleri birer ikişer çıkıpta içeri girdiğimde, işte içimde bir umut, buluşma, kavuşma sevinci beliriverir.

İçerisi Kemerli sütun, duvar motifleri ve saat her an ellerinde bavulları çıkıp gelecekmiş gibi eski zaman insanlarını bekler…

Bir çok yangın tehlikesi geçirmiş, denizdeki tanker ve gemi çarpışma kazalarından etkilenmiş, patlamada hasar gören kurşun vitraylar yeniden onarılmaya çalışılmış. 

Bina birçok kez onarımdan geçse de 2010 yılında çıkan ağır yangından dolayı çatısı çökmüş ve 4. kat kullanılmaz hale gelmiş.

Şimdi kaderini bekler durur, bir zamanlar treni bekleyen yolcular gibi…






Devamını Oku »

Doğu ile Batı’nın birleştiği nokta...

0 yorum
Bir zamanlar Paris’ten kalkan Şark Ekspresi’nin yolcu indirdiği yer... 

Kimbilir hangi ressamlar, mimarlar geldi ilk defa İstanbul’a, oryantalist yaşamı keşfetmeye…
Doğu’ya, Osmanlı’nın topraklarına ….
İstanbul’a hayranlık birkez daha arttı, resmedildi, yazıldı, çizildi…

O günden bu güne değişmeyen tek şey hala İstanbul hakkında hayranlıkla ayrıntılar yazılıp çizilmeye devam ediliyor.

Benim için “Tarihi Yarımada” nın vazgeçilmez duraklarından biri Sirkeci Garı

Bu günkü ziyaretimi çocuklarla birlikte yapmak istedim. Tarihin akışında kaybolanlar gizli kalanlar ve keşfedilenleri görmeleri için.

Binanın ön cephesinde bulunan iki saat kulesi zamanı hiç aksatmadan dakikaları üst üste ekliyor gözüksede zaman durmuş gibiydi benim için. Ama Binanın yan cephesinde garın hizmete girdiği tarihleri hem rumi hemde miladi takvimde görünce zamanın aslında nasıl su gibi hızlı aktığını anladım.

Bina yapıldığı dönemde deniz kenarındaymış, Çevresi zamanla çok değişime uğramış. Binanın içinde üç büyük lokanta ve ayrıca binanın arkasında da geniş bir bira bahçesi ile açık hava lokantası bulunuyormuş. Bugün, saat kuleleri, vitraylar binanın içindeki iki lokanta ve müze günümüze kalanlardan sadece bir kaçı.

Gar, II.Abdülhamit döneminde 11 Şubat 1888 günü büyük bir törenle temeli atılmış. 03 Kasım 1890'da da hizmete açılmış. Bu görkemli gar binasının mimarı Alman mimar ve mühendis August Jachmund, Sultan II.Abdülhamit'in güvenini kazanarak daha sonra sarayın danışman mimarı olmuş.

Batı’nın bitip Doğu’nun başladığı bir başka değişle Doğu ile Batı’nın birleştiği nokta Sirkeci Garı.

Selçuklu dönemi taş kapılarını anımsatan geniş bir giriş kapısından içeri girdiğimde sanki zaman tünelinden geçen bir yolcu gibi hissettim kendimi. Burada ki lokantalarda kimbilir kimler oturmuştu. Kimlerin buluşma, kavuşma noktası olmuştu… Her ayrıntı seyretmeye değer. Sivri kemerli pencereler ve Vitraylar göz doldurmaya devam ediyor.

Bekleme salonlarına, Avusturya'dan getirilmiş büyük çini sobalar konulmuş o dönemde, tabi bu sobalardan biri şimdi içerideki müzede sergileniyor.

Önce restoranlardan birinde oturup sabah kahvemi yudumlarken garın eski halini hayal etmeye çalıştım. Yedikule'de yapımına başlanan demiryolu hattının Sarayburnu'na kadar uzanan Topkapı Sarayı bahçesinden geçirilmesi konusu uzun tartışmalara yol açmış o dönemde. Abdülaziz'in izniyle hat Sirkeci'ye ulaşmış ancak Sirkeci'ye ulaşan demiryollarının yapımında istimlak amacıyla tarihi değerine paha biçilemeyen Bizans ve Osmanlı saray ve köşkleri yıkılmış malesef.

İçeride bulunan müze, küçük olmasına karşın günümüze birkaç şeyin ulaşmış olması sevindirici. Çocuklarımın ilgisini çekti.

Müzede sergilenenlerden bazıları; Bilet dolabı, seyyar telgraf makinesi, bilet baskı makinesi, Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketine ait istasyon çanı.(19.yy), Orient Ekspres ve Yemekli - Yataklı Vagonlara ait servis takımları (19-20.yy), Büro Malzemeleri, Tren Plakaları ve İstanbul(Sirkeci) Gar bekleme salonunun ısıtılmasında kullanılan çini soba 1890.

Yolculukları severim, Tren İstasyonları bana hep kavuşmaları hatırlatır, Avrupa Yakasının Sirkeci Garı gibi Anadolu Yakasının Haydarpaşa Garı da benim için özel yerlerden biri olmaya devam ediyor.

Müze pazar ve pazartesi kapalı. Müze hakkında daha ayrıntılı bilgi için buraya tıklayınız



Devamını Oku »

Sultanahmet Meydanı

0 yorum
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! 

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... 


Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, 

Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. 


Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından 

Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. 


Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; 

Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan 

Türkçesi bülbül kokan, 


İstanbul, İstanbul…
Canım İstanbul / Necip Fazıl Kısakürek


Adına şarkılar bestelenen, şiirler okunan şehir İstanbul.
Eski İstanbul'u gezmek denilince akla gelen ilk yer "Tarihi Yarımada". Gezmek için bir günün yetmediği, Tarihi Yarımada adeta bir açık hava müzesi. Altında binlerce yıllık medeniyetlerin kalıntıları var.

Meydana adını veren Sultanahmet Camii mavi renkli iznik çinileri ile bezendiği ve kubbelerinin içi de mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için turistler tarafından Mavi Cami ( Blue Mosque) adı ile anılmaya başlanmış.

Hemen hemen yılda bir gezerim tarihi yarımadayı, her gezdiğimde farklı bir bölümü daha çok dikkatimi çeker. Sultanahmet camii’ni en son gezişimde İznik çinilerini daha detaylı inceleme fırsatatını yakaladım. Çiniler sarı ve mavi tonlarında bitki motifleri ile süslenmiş, her biri el emeği göz nuru birer tarihi eser ve bu süsleme için 20 bini aşkın çini kullanılmış.
İçerisi 260 pencereyle aydınlatılmış olan caminin Türkiye’nin ilk altı minareli camii olduğunu biliyor muydunuz?

Sultanahmet Meydanında eskiden Hipodrom varmış, şimdi o günlerden kalan tarihi simge olarak Antik Mısır dikilitaşı, Örme dikilitaş ve Yılanlı Sütun boy gösteriyor.

Örme Dikilitaş, 32 metre olan dikilitaş kaba kesilmiş taştan yapılmış. Yapım tarihi tam olarak bilinmemekle beraber resmi kaynaklara göre VII. Konstantin'in dedesi I.Basil'in zaferlerini resmeden yaldızlı tunç plakalarla kaplıymış, ayrıca dikilitaşın üstünde bir küre bulunmaktaymış.
Ancak söylentilere göre IV Haçlı Seferleri sırasında yaldızlı tunç plakalar haçlılar tarafından çalınmış ve eritilmiş. Söylentinin aslı astarı varmı bilinmez ama gerçek olan, Örme Dikili taşın üzerinde bugün tunç plakaların olmadığıdır.

Antik Mısır Dikilitaşı, MS 390 yılında Roma İmparatoru I. Theodosius, Mısır'dan gemi ile İstanbul'a getirterek Hipodrom'da şimdiki yerine diktirmiş.

Yılanlı Sütun, MÖ 479'da Pers ordusu karşısında birleşen Yunan şehirlerinin kazandığı zafer anısına yapılmış ve Delfi'deki Apollon mabedine dikilmiş. Eser İstanbul’a İmparator Konstantin tarafından MS 324 yılında getirtilmiş. Bugün eserin günümüze gelebilen kısmı 5m. Birbirine dolanmış üç yılan kafasının ikisi kayıp biri İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.

Meydanın başında, Sultan I. Ahmet Türbesi’nin karşısında Alman Çeşmesi bulunuyor. 1901 yılında Alman İmparator II. Wilhelm tarafından Sultan’a hediye olarak gönderilmiş. Alman Çeşmesi Almanya’da yapılıp İstanbul’a getirilerek burada monte edilmiş.

İmparator Wilhelm İstanbul’u iki kez ziyaret etmiş aslında ticaret desek daha iyi olur. İlk ziyareti 1898 Osmanlı ordusuna Alman tüfeklerini satmak için, ikinci ziyaret İstanbul-Bağdat Demiryolu’nun Alman firmalarına verilmesi vaadini almak için.

E tabi küçük bir hediyeyi çok görmemek lazım Alman Çeşmesi o günlerin anısı olarak Sultanahmet Meydanındaki yerini almış.

Devamını Oku »

Yeşilin rengi Rize

0 yorum
Doğayla bir bütün olmak diye buna derim...

Dik ve taşlı bir yolda, bir yanımız uçurum diğer yanımız dağ, kıvrıla kıvrıla yukarı doğru çıkıyoruz. Bu güzel manzaraya kavuşmak bu kadar zor olmasaydı diye aklımdan geçiriyorum.

Kaçkarların eteklerine sağ sağlimen çıkmayı başardığımızda bulutların arasından yeşilin her tonunu, aralara serpiştirilmiş gibi duran Rize’nin yayla evlerini seyretmenin keyfini çıkarıyoruz.

Rize’yi tanımak demek yaylalarında dolaşmak, yazın yakıp kavuran sıcakların yerini serinliğe bırakttığı doğa ile iç içe olmak demek …

Her yıl Mayıs ayında Çay hasadı, Haziran ayında Ayder şenlikleri, Fırtına deresinde Rafting, derken yılın her mevsimi Ayder Kaplıcalarında şifa bulmak için Rize’ye gelmek yeter…


Rize denince akla ilk gelen çay olsa da benim aklıma derelerin üzerine kondurulmuş irili ufaklı taş kemer köprüler geliyor. 

Bunlardan en eskisi Fırtına deresi üzerinde bulunan Timisvat Osmanlı Taşkemer Köprüsü. Tam olarak ne zaman yapıldığı bilinmiyor ancak ulaşılabilen ortak kaynaklar sonucu 450 yıl önce yapıldığı sanılıyor.

Ayder yolu üzerinde yemek molası verdiğimiz Osmanlı Alabalık tesisileri aynı zamanda eğlenceli etkinliklere de ev sahipliği yapıyor.

Fırtına deresinde rafting yapanlar. Derenin üzerinde yukarıdan aşağıya doğru havada süzülerek iplerle kayanlar. Derenin karşı kıyısında çay bahçesinde, çay bitkisinin özelliklerini ve nasıl toplanacağını öğrenenler…


Her etkinliği sırasıyla deneyimleyip yola çıktıktan 100m sonra yolun kenarında bir tabela dikkatimizi çekiyor “Osmanlı Alabalık 100 m geride” eee doğru söze ne denir?

Ayder yaylasına çıkarken kavurucu sıcaklar yerini yavaş yavaş serinliğe bırakıyor. Yukarıdan aşağıya süzüle süzüle inen Gelin Tülü şelalesini keyifle seyrediyoruz.

Daracık yollardan gelen minibüs ve otobüslere inat yolda yavaş yavaş yürüyerek aşağıya inerken korumacı yanımız ağır basıyor çocukları yola inmemeleri, kenarda durmaları konusunda uyarıyoruz, sesimizi duyan esnaf bize cevap veriyor “Rahat ol yeğenim, burası Ayder, burada birşey olmaz”…

Ayder festival alanına doğru yol aldıkça bir çok pansiyon, kaplıca için tabelalar ve küçük küçük dükkanlar göze çarpıyor.

Gelişen pansiyonculuk ve turistler için hediyelik eşya dükkanları ve her yıl yapılan Ayder Festivali ile yayla artık yayla olma özelliğini yitirmiş gibi gözüküyor. Doğa kendini korumaya alır mı? Ne zaman alır ?

Ayder kaplıcası

Osmanlı döneminden beri şifalı suyu ile ilgi odağı olmuş Ayder. Bir çok hastalığa şifa verdiği iddia edilen kaplıcanın suyu 260 metre derinlikten geliyormuş.

50 derece sıcaklığındaki bu kaplıcalardan faydalanabilmek için 1987 den buyana turistik tesisler inşa edilmiş. Kaplıca sularından fayda görmek için havuza girmek, özel banyo almak ya da içmek de mümkün.

Zil kale

Ayderden ayrıldığımızda, Fırtına deresinden 100 m, denizden 750 m yükseklikte konumlandırılmış Kartal yuvasını andıran Zil Kale’ye vardık.
Kayalığın üzerinde bulunan bu eski kalenin içinde insana şaşkınlık veren kemerli binalar ve büyük bir kule vardı.

Bu gün bile kendine hayran bırakan bu kalıntılar hakkında daha fazla şeyler öğrendikçe şaşırıyoruz.

Kalenin alt ucu, tepelerin üzerinde başka kalelere ve eski bir kilise kalıntıları bulunan Fırtına Deresi’ne kadar uzanıyormuş…

Kalenin yapım tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte Trabzon İmparatorluğu döneminde ya bizzat Komnenoslar ya da İmparatorluğa bağlı yerli Lordlar tarafından yapıldıkları tahmin edilmekteymiş.






Devamını Oku »

Bulutların Ötesinde Saklı Manastır

0 yorum

Yeşilin binbir tonuyla ve tarihi güzellikleriyle görenleri kendine hayran bırakan şehir Trabzon…

Sabahın ilk ışıklarıyla uçağımız Trabzona yaklaşırken pencereden gördüğümüz manzarayı, denizin mavisiyle doğanın yeşili arasındaki ahengi unutmak mümkün mü?

Araştırmalara göre Trabzon havaalanı inişi ve kalkışı en zor olan havaalanlarından biriymiş. Eh bunu cam kenarında oturarak tecrübe ettik.


Gezimizin devamında karayolunu kullandık. Karadeniz duble yolları ile ilgili öğrendiğimiz bir şey dikkatimizi çekti. Karadeniz sahilleri boyunca yapılan yolların hepsi deniz doldurularak yapılmış. İşin ilginç yanı Anadoludan getirilen çöplerin toprakla karıştırılarak deniz doldurulması sırasında kullanılmasıydı.

“Senin denizden aldığını, gün gelir deniz senden geri alır” der atalarımız.

Tarihi, kültürel ve doğal güzelllikleriyle Trabzon’da gezdiğimiz her yerde Kemençe veya Tulum eşliğinde Horon vuranları seyrettik. Horon vurmak dedim, çünkü burada Horon Vurulur yada Horon Edilirmiş. Horon Tepmek diye bir deyiş yokmuş…

Gezilecek yerler ;

Sümela Manastırı

Trabzon’nun Maçka ilçesine bağlı Altındere Milli Parkı içinde sarp kayaların üzerine kurulu Sümela Manastırı’nın hala daha kuruluş efsanesi sırrını korumaya devam ediyor.

Kesin tarih bilinmemekle beraber Kilisenin MS 365-395 tarihleri arasında inşa edildiği tahmin ediliyormuş. Kilisenin kurucusu hakkında çeşitli efsaneler dolaşsa da gerçek olan bu sarp kayalıklara yapılan manastır…

Altındere Milli Parkı içine girince aşağı taraftaki restaurantların yanından yukarı Manastır’a minibüsler kalkıyor. Dileyen 1200 m’yi yürüyerek çıkabilir. Sarp kayalıklara yürüme yolu yapan keşişler dağın enine taşları döşeyerek zikzak yol yapmışlar.

Yukarı vardığınızda manzara müthiş, bulutların arasından yeşilin tonlarını buğulu bir görüntü ile seyredebiliyorsunuz. Boşuna dememişler “Bulutların Ötesindeki Saklı Manastır” diye …

İçeri girmek için dik merdiveni tırmanıyoruz. Giriş Müze Kart ile ücretsiz.

MS 385 de yapıldığı sanılan ilk bölüm fresklerle bezeli daha sonra Manastırda yaşayan keşişlerin sayısı artıkça 1.000 yıllık süreçte bir çok ilave bina eklenmiş.

Freskler üzerinde ilk tahribat 18. yüzyılda Manastır’a ziyaretçi yoğunluğunun arttığı dönemde olmuş. Buraya gelenler hatıra olarak isimlerini, ziyaret tarihlerini freskler üzerine kazımışlar, hatta kutsal ve şifalı olarak kabul ettikleri için belli tasvirlerin bazı kısımlarını sökerek götürmüşler. Sahneler üzerinde bu dönemden kalma değişik dil ve alfabelerde, Rusça, Ermenice, İngilizce, ve Rumca yazılar ile tarihleri görmek hala mümkün. Tabi bunlara birde Türkçe ilaveler olmuş.

Manastır 1923-1970 yılları arasında korumasız kaldığı için ve 1930 da çıkan yangında büyük tahribat olmuş. Bugün hala süren restorasyon çalışmaları yapının orjinalliğini bozsa da özellikle yıkılmakta olan duvarların ve kuzey kısmının korunmasını sağlamış.

Trabzon Ayasofya Müzesi

1250-1260 yılları arasında inşa edilen manastır kilisesi Komnenos Ailesinden Kral I. Manuel tarafından yaptırılmış. “Kutsal Bilgelik “ anlamına gelen Ayasofya adı verilmiş bu manastır kilisesine.

Geç Bizans Kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olan Ayasofya Kilisesi. yüksek kasnaklı bir kubbeye sahip. Kuzey, batı ve güneyinde revaklı üç kirişi var. Kabartmalarda Lotus bitkisi, Aslan figürü ve çift başlı kartal imgeleri rahatlıkla gözlenebiliyor.

1964 yılına kadar sırasıyla kilise, cami ve I. Dünya savaşında depo olarak kullanılan bu manastır , Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek müze haline getirilmiş.

Fakat bizim gittiğimiz dönemde müze yeniden camiye dönüştürülmüştü. İçerisinde, yer halı ile kaplanmış. Ve asma tavan gibi gerilen bırandalarla freskler kapatılmıştı. Ilk girişte ayakkabılar ile dolaşabileceğiniz bir metrelik ayrılan yoldan doğu kanadına geçtiğimizde az da olsa freskleri görme şansımız olabildi.

Kilisenin bahçesinde ise boş mezar odalarına rastlıyoruz. Eskiden Rahipler giyinik ve oturarak defin edilirlermiş.

Ayasofya müzesinin hemen karşısında bulunan, Kazaziye ve Telkari sanatından örneklerin sergilendiği dükkanlar gözlerden kaçmıyor.

Trabzon Atatürk Köşkü

Bir sonraki durağımız Atatürk Köşkü. Soğuksu semtinde küçük bir çam korusu içinde yer alan bu köşk Kostantin Kabayanidis tarafından 1890 yılında yazlık olarak yaptırılmış. Avrupa ve Batı Rönesans mimarisinin etkilerini taşıyan binada büyük ve gösterişli Avrupa simgeleri göze çarpıyor.

Bina 1930 yılında Trabzon Özel İdaresince Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya hediye edilmiş.

Hatta Trabzon’dan oluşturulan bir heyet Ankara’ya giderek köşkün tapusunu ve anahtarını Atatürk’e teslim etmiş.

Atatürk 1934 ve 1937 yıllarındaki Trabzon ziyaretlerinde, bu köşkte konuk edilmiş.  O'nun ölümünden sonra Trabzon belediyesi tarafından o dönemde kullanılan eşyalarla dekore edilerek "Atatürk Müzesi" olarak ziyarete açılmış.

Müzede, 19. yy sonu ile 20. yy ait, mobilyalar, porselenler, halılar ile Atatürk’e ait tablolardan oluşan Etnografik nitelikli 344 adet eser sergileniyor.

Zigana Geçidi

Denizden yüksekliği 2032 m de Kuzey Anadolu Dağları’nda yer alan Zigana Geçidi. yılın beş ayı karla kaplıymış. Geçitte bir kayak tesisi de dahil olmak üzere çok sayıda tesis bulunuyormuş. Hatta çığ altında kalan genç kayakçılar için bir anıt yaptırılmış.

Eskiden Kervanların yolu olan sarp kayalıklı bu dağ yolu ulaşım amacıyla yerini günümüzde geçitten çok daha alçak rakımlardaki Zigana Tüneline bırakmış. 1200 m uzunluktaki bu tünel deniz ikliminden karasal iklime geçişi çok rahat gözlemleyeceğiniz bir yer.

Zigana Tünelinden 20km sonra 1990 yılında gün ışığına çıkan oluşumu 30bin yıl öncesine dayanan Karaca Mağarasında alıyoruz soluğu.

Karaca Mağarası

Gümüşhane- Trabzon karayolu üzerinde, Denizden 1550 m yükseklikte bulunan damlataş mağarası. damlataşı oluşumları bakımından dünyada 2. sırada, ilki Slovenya’daymış. Mağaranın oluşumu 30 bin yıl öncesine dayanıyormuş.

İçeri küçük bir kapıdan girdik ama gitgide genişleyen bir yapısı var. Tavan yüksekliği ortalama 18 m, giriş noktasından en uç noktaya 105m uzunluktaymış.


Mağara içerisnde sarkıtlar, dikitler, sütunlar, org desenli duvarlar, çeşit çeşit damlataş şekilleri seyretmeye doyamıyorsunuz. Mağara içerisinde akarsu bulunmamasına rağmen tavandaki çatlaklardan sızan suların oluşturduğu çeşitli şekillerinin oluşumuna tanıklık ediyoruz.

Rehberin anlattıklarını dinlerken bu damlataşların 1cm’sinin 10-12 yıl arasında oluştuğunu öğrenince dokunmaya kıyamadım. Bu arada taşın yaşı 145 milyon yılmış. Mağaranın toplam iç alanı ise 1500m2


Karaca mağarası çıkışında çeşitli pestillerin tadına baktık. Ve yarı değerli taşlardan yapılan tespihlerden seçtik kendimize.

Daha sonra Kaçkar Sıradağları’nın birleşim yerinde bulunan Uzungöl’e doğru yola çıktık.

Uzungöl

Türkiye'nin yağmur ormanlarının bulunduğu, Soğanlı ve Kaçkar Sıradağları'nın birleşim yerinde bulunan Uzungöl, Doğal Sit Alanı, Özel Koruma Çevresi ve Tabiat Parkı gibi koruma statülerine sahipmiş. Rağmen tam koruma sağlanamamış olduğu gözlenebiliyor.

Uzungöl çevresinde yapılan çevre tahribatı, çarpık yapılaşma, özellikle gölün çevresine yapılan stabilize yolun, gölün kaynaklanan su taşkınlarından etkilenmemesi amacıyla yapılan beton istinat duvarı, tam anlamıyla Uzungöl de ekolojik bir felaketin yaşanmasına neden olmuş.

Gölün çevresini mangal kokuları eşliğinde geziyoruz. Rağmen yeşilin her tonu var çevremizde, doğa inatla kendini yeniliyor.

Bu bölgede bol yağış ve nisbi ılıman iklimi sayesinde yılın her mevsimide yeşil olduğunu öğrendik, birden yağan yağmurun ardından toprağın kokusunu içimize çekerek…

Yeme İçme

Konu gezme olunca ben yemek yemeği unuturum. Neyseki yanımda benimle beraber olanlar güzel yemeklerin yapıldığı yerleri biliyorlar da ben de acıktığımı hatırlıyorum.

Bölge Karadeniz, yer Trabzon olunca haliyle Pide yedik. Araştırıp soruşturdular. En lezzetli pideler Trabzon Sanayi bölgesinde Emre Pide deymiş. Gerçekten de teryağından mı, hamurundan mı yoksa suyundan mıdır nedir? En lezzetli pideyi yemekle kalmayıp yeni dostlar edindik. Emre Piden’in sahibi Suat Bey sohbeti, güleryüzü ve espirileri ile bizi ağırladı.


Meraklısı için :

Kazaziye:  M.Ö 2800 yılının ikinci yarısında hüküm sürmüş olan Lidyalılardan Anadolu insanına miras kalmış Kazazlık Sanatı. Osmanlı İmparatorluğu zamanında anadolunun önemli yerlerinde yaşatılmış ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra bu sanat sadece Trabzon da devam ettirilmiş

Kazazi Sanatı 0,08 mikron inceliğinde, 24 ayar Altın veya 1000 ayar Gümüş Telin ipek tel üzerine özel bir yöntemle sarılması ile biraz daha kalın ve sağlam tel haline getiriliyor. Sonrasında bu tel dikiş iğnesine takılarak çeşitli örgülü model takılar yapılıyor.

Kazaziye Sanatı da tamamen el emeği ürünüdür.Bu ürünlerin örgü şekilleri ören kişilerin kendi özel isteklerine göre farklı model ve tasarımlarda şekillendirilebilir.Çok zarif görünümünün yanında bu ürünler aynı zamanda da sağlamdırlar.

Telkari :  Telkari Sanatı Osmanlı döneminden buyana Trabzon’da icra edilir.İlk zamanlarda gelinlerin hamam takunyalarında kullanılmış ve zamanla bu sanat takı ve sus eşyası olarak insanların kullanımına sunulmuştur.Trabzon Telkari Telkari Sanatı'nın üretim tekniğinin genel özelliklerini taşımakla beraber örgü dokusu Trabzon yöresine has özelleşmiştir.

Trabzon Telkari 0.25 mm kalınlıklarındaki iki telin burulup silindirde yassılaştırıldıktan sonra oluşan yassı telin dantel gibi örülmesiyle meydana gelir. Çok hassas işlemlerden geçen Trabzon Telkari ustaların becerisi derecesinde estetik değerini oluşturur. Ustaların zevkine sanata bakışına göre farklı farklı modellerle pazara sunulur.






Devamını Oku »

Çanakkale

0 yorum


Gittiğiniz şehirlerin isminin nereden geldiğini hiç düşündünüz mü? 
Ben hep merak ederim, bu isimler nasıl olurda bir şehrin tarihinde yer alırlar. 

3000 yıldan buyana yerleşim merkezi olan Çanakkale eski çağlarda, Hellespontos ve Dardanelles olarak da adlandırılıyormuş.

Osmanlı döneminde Biga ve Gelibolu Sancakları  diye adlandırılan bölge, Cumhuriyet döneminde sancakalr kaldırılarak her ikisinin ortasında bulunan Çanak köyü il ilan edilmiş.

Çanakkale adı yörede çok gelişmiş olan çanak - çömlek zanaati ve şehrin iki simgesi haline gelen Kale-i Sultaniye ile özdeşleşince de şehir Çanakkale olarak değiştirilmiştir.

Nusrat Mayın Gemisi

7 Mart 1915 sabahı Ertuğrul adlı uçak ile keşif uçuşuna çıkan Pilot Cemal Efendi Çanakkale savaşının seyrini değiştirmiş. O sabah gördüklerini daha doğrusu göremediklerini rapor etmiş

O gece Nusrat Karanlık Liman’a döktüğü tarihi mayınlarla pek çok düşman gemisini boğazın sularına gömmeyi başarmış.  Çimenlik kalesinin bahçesinde bulunan Deniz müzesinde, Nusrat Mayın gemisinin maketinin içini gezebiliyorsunuz size eşlik eden görevli Askerler gemi hakkında ayrıntılı bilgi veriyorlar.


Çanakkale Saat Kulesi

Deniz Müzesinden limana doğru giderken tarihi saat kulesi hemen dikkatimizi çekiyor. 1897 de Sultan II.Abdülhamid döneminde İtalyan Konsolosluğu da yapan Vitalis isimli tüccar tarafından yaptırılmış olan bu saat kulesinin kuzey yönünde bir çeşme var.


Truva Atı Heykeli

Günün yorgunluğunu kordonda deniz kenarında çay bahçelerinden birine oturarak gideriyoruz. 

En çok rağbet gören Troy filminde kullanılan Truva atı heykeli. Heykel, Kültür ve Turizm Bakanlığının girişimleriyle sergilenmek üzere Japonya’dan Çanakkale’ye getirilmiş.


Aynalı Çarşı 

Ve artık Çanakkale’nin içindeyiz. Adeta Çanakkale ile özdeşleşen şeylerden biri Aynalı Çarşı. 
Çarşı 1890 yılında II. Abdülhamit döneminde Eliyau Hallio tarafından yaptırılmış.

Gelibolu savaşları sırasında büyük hasar gören bina 1918-1921 Çanakkaleyi işgal eden İngilizler tarafından ahır olarak kullanılmış. Daha sonrasında Çanakkale belediyesi tarafından tadilat gören bina yeniden bedesten olarak hizmet vermeye başlamış.

Girişte kapının her iki yanında bulunan aynalardan dolayı aynalı çarşı olarak ünlenen binanın ilk adı ‘Passage Hallio’ dur.

Arkeoloji Müzesi

Şehir merkezinde bulunan Arkeoloji müzesinin en dikkat çeken eserleri Afrodit heykelciği, Hadrian Heykeli ve Polyksena Lahti’dir.

Müzedenin bahçesinde bulunan Lahitler çocuklar kadar benim de ilgimi çekti.

İçeride Troia, Assos ve Dardanos Tümülüsü Salonlarında sergilenen eserler binlerce yayında yer almış ve uluslararası sergilerde teşhir edilmiş, arkeoloji dünyasınca tanınan özgün eser guruplarından oluşuyor. Keyifli bir gezi oldu bizim için.

Çanakkale Arkeoloji Müzesi'nin web sayfasına buradan ulaşabilirsini

Devamını Oku »

Çanakkale ve Şehitlikler

0 yorum
Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilemiyorum…


Her bir metrekaresi yüzlerce, binlerce şehit kanıyla yıkanmış bu toprakların. Yapılan şehitlikler, yazılan kitaplar, dikilen anıtlar, anlatılan destansı hikayeler az kalır yaşanan gerçeklerin yanında.

"Orada, uçan kuşun, ağacın, toprağın, mavi denizin, ölmek istemeyen binlerce gencin hikayesi vardı.

Şimdi orada bize, gelincik tarlaları ile süslenmiş topraklarda, derin bir sessizlik, birkaç mezar taşı
Ve derin bir hüzün kaldı..."

Gelibolu Savaş müzesinin kurucusu Onur Akman’ın dediği gibi “derin bir hüzün kaldı.”

Biz gezimize Gelibolu‘dan başladık. Daha sonra Şehitlikler bölgesinde yerli yabancı tüm şehitlikleri ziyaret ettik. Her yeri tüm detayları ile gezmek için iki gün ayırmanızı tavsiye ederim.

Gelibolu Savaş Müzesi

Sahilde Kore Kahramanları Caddesi üzerinde bulunan müzede 7000 den fazla eşya sergileniyor.

Tarihin gizli kalmış anıları ortak zaman ve mekanda, bu müzede buluşmuşlar sanki… Delikli mataralar, birbirinin içine girmiş mermiler, konserve kutuları, mektuplar ve mayınlar savaşın izleri her yerde bize tanıklık ediyor. Onur Akmanlar‘ın kurduğu Gelibolu Savaş Müzesi web sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.

Piri Reis Müzesi

Kore Kahramanları Caddesinin sonunda, Gelibolu kalesinin içinde yeralan Piri Reis Müzesini gezebilirsiniz. Piri Reisi’n kullandığı araç gereçler, döneme ait tablolar, gemi maketleri, çizdiği haritarların bazıları burada sergileniyor.

Piri Reis 1513 yılında Gelibolu şehrindeyken çizmiş haritalarını. Yaşadığı yüzyılda ki koşullar göz önüne alındığında çağın çok üstünde çizilen bir haritadır Piri Reis’in haritaları. Bugün bile hayranlık uyandırmaya devam eden bu haritanın önemi hala anlaşılmaya çalışılıyor.

Namık Kemal Mezarı (1840-1888)

Birçok oyun, roman, eleştiri ve tarihi kitaplar yazan Vatan şairimiz Namık Kemal “Vatan Yahut Silistre” eserini Gelibolu’da yazmış. 2 Aralık 1888 yılında Sakız adasında ölmüş ve vasiyeti üzerine Bolayır’da ki Gazi Süleyman Paşa Türbesinin yanına gömülmüş.

Gelibolu’dan sonra Şehitlikler bölgesine geliyoruz. İlk ziyaretimizi Akbaş Şehitliğine yapıyoruz.

Akbaş Şehitliği

Çanakkale savaşında çok önemli bir yere sahip olan Akbaş tam olarak bir hastane kompleksi
durumundaymış. Burada Ağır Mecruhim Hastanesi, Emraz-ı Adiye Hastanesi ve Ağır Mecruhim nakliyat Hastanesi olmak üzere farklı fonksiyonları icra eden üniteleri bünyesinde barındırmış.

Akbaş’ta kurulu hastanelerde, cephedeki çarpışmalarda yaralanarak tedavileri esnasında şehit olan 1.213 askerin anısına yapılmış Akbaş Şehitliği.  459 şehidin adı dik taşlarda yazılı. 754 şehidin adı ise rölyefin her iki yanında duvarda…

Akbaş şehitliği 2013 yılında Çanakkale Valiliği ile yapılan protokol gereği OPET tarafından “Tarihe Saygı Projesi” kapsamında yenilenmiş ve bugünkü görünümüne kavuşturulmuş.
Barış Anıtı

Akbaş Şehitliğinin yan tarafında bulunan barış anıtı; Türk Askerinin savaştaki amansız mücadelesi sırasında, savaşan diğer milletlerin askerleri ile barış ve dostluk hatıralarını günümüze ulaştırmak ve Türk askerinin şevkatini simgelemek için yapılan tarih adına derslerle dolu bir savaşın barış anıtı.

Mehmetçiğe Saygı Anıtı

Albayrak sırtının güney ucunda bulunan heykel muharebeler sırasında yaralanan Avusturalyalı bir subayı kendi siperine taşıyan bir Türk Askerini canlandırmak için yapılmış. Bu gurur verici hikayenin tamamını Turgut Özakman’ın Diriliş Çanakkele 1915 kitabından okuyabilirsiniz (sayfa 309)


Avustralya Şehitliği


Avustralya Şehitliği / Lone Pine Anıtı

Kanlı sırt bölgesinde bulunan mezarlıkta büyük çoğunluğu Avustralyalı 1167 asker yatıyormuş. Çanakkale Muharabelerine Anzak Kolordusunda katılmış kara ve denizde ölen 4936 askerin anısına saygı için bu anıt yapılmış. 

57. Alay Şehitliği

57 Alay Şehitliğinde 3000 Türk askerinin 1.800'ü burada şehit verilmiş ve Mustafa Kemal’in burada 57. Alay’a ünlü emri olan “Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar hakim olabilir” emrini vermiş.

Bu Alay, erinden komutanına son askeri şehit düşene kadar burada düşmala savaşmış. Hatta savaş sonrasında tören düzenlendiğinde kahramanlık madalyasını alacak kimse olmadığı için madalyaları 57. Alay’ın sancağına takmışlar.
57. Alay Şehitliği


Mustafa Kemal’in Saatinin Parçalandığı Yer ve Atatürk Zafer Anıtı

Anafartalar Gurup Komutanı Albay Mustafa Kemal 10 Ağustos 1915 günü Congbayır’ında taarruz emir verdikten kısa bir sure sonra harekatı tepe üzerinde izlerken bir şarapnel parçası göğsünün sağ tarafına isabet eder. Bu yer Conkbayır’ında Zafer Anıtı’nın önünde 4 mermer top güllesi ile işaretlenmiş.

Çanakkale Şehitler Abidesi

Çanakkale’de kahramanlık destanları yaratmış olan aziz şehitler adına yapılan Çanakkale Şehitler Abidesi, Türk’ün tükenmezliğinin simgezi, birlik ve beraberliğinin kanıtıdır.

Yükesekliği 41,7 metre olan anıtın neden bu boyda yapıldığının gerekçesi ise;  Bir gün Atatürk'ün yakın arkadaşı olan gazeteci Ruşen Eşref Bey, Atatürk'e "Paşam Gelibolu yarımadasına bir şehitler abidesi yapalım sizce boyu ne kadar olsun der" Atatürk ise "siz oraya 40 metre boyunda bir anıt dikseniz bile ŞEHİTLERİMİZİN hakkını ödeyemeyiz" der.

Bunun üzerine Çanakkale Şehitler Abidesi Atatürk'ün öyle betimlediği için 40 metrelik bir anıt dikilmesine karar verilir daha sonra yine de hakkını ödeyemezsiniz dediği için de üstüne Atatürk'ün boyu olan 1,70 de eklerler ve Çanakkale Şehitler Abidesinin boyu 41,7m. olur.
Abidenin 4 ayağında dördü deniz savaşlarını dördü kara savaşlarını anlatan 8 rölyef bulunuyor.

İngiliz Anıtı / Cape Helles Anıtı

Gözcü Baba Tepesi’nde İngilizlerin en büyük anıtı olan Helles anıtı yer alır. Abide Lozan Antlaşması’ndan sonra 1924 yılında yapılmış. Anıt 33 metre yüksekliğinde, Gelibolu seferinde ölen mezarı belli olmayan, kaybolan ve denize defnedilen askerler için yapılmış olan anıtın üzerinde İngiliz donanma gemilerinin isimleri yazıyor.
İngiliz Anıtı




Yahya Çavuş Şehitliği ve Anıtı

25 Nisan 1915 tarihinde bu bölgeyi savunan 26. Alay 3. Tabur’a bağlı 500 Türk askeri 3000 kişiye karşı sabaha kadar direnmiş ve Türk savunmasına hayati bir zaman kazandırmışlar. 3. Tabur’un 10. Bölüğünden Yahya Çavuş 67 askeriyle tarihe geçecek bir direniş göstermiş, yani canlarını vermişler ama bu tepeyi düşmana vermemişler...

1915 Sebdülbahir Savaş Malzemeleri Müzesi

1985 yılından beri Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı'ndaki köyleri tek tek gezerek obje biriktiren Tarihçi Ahmet Uslu'nun galerisinde, Çanakkale savaşlarından bu güne ulaşan 8.000 den fazla obje bulunuyor.

Ahmet Uslu, Çanakkale Şehitliklerini ziyarete gelemeyenleri de düşünerek "Çanakkale'den Anadolu'ya" projesini hayata geçirmiş ve bir  Gezici Müze açmış. Proje kapsamında, Anadolu'nun dört bir yanındaki illere, galeride sergilenen eserleri taşımış ve onlarca ilde sergiler açmış. Gezici Müzede, sergi esnasında 5 kişilik tarih ekibiyle yüzbinlerce kişiye Çanakkale savaşları hakkında bilgi vermişler.

Ben Sebdülbahirdeki müzeyi gezerken duygulu anlar yaşadım en çok da bu Projenin halen devam ettiğini öğrendiğimde duygulandım, mutlu oldum. Güzel ülkemde öğrenecek daha çok şey var. Gezici müze ve sanal müzenin web sayfasına buradan ulaşabilirsiniz

Kilitbahir Kalesi ve Namazgah Tabyası

Kilitbahir Kalesi
Kilitbahir köyü içerisinde, boğazın en dar noktasına Çimenlik Kalesi ile karşılıklı olacak şekilde Fatih Sultan Mehmet tarafından 1462-1463 yılları arasında yaptırılan Kilitbahir Kalesi ve Çimenlik Kalesi 18 Mart 1915’te çok büyük görevler üstlenmiş.
Çanakkale savunmasındaki en büyük tabyalardan olan Namazgah Tabyası Çanakkale Savaşlarında 18 Mart 1915 te isabet almış.

Kilitbahir kalesinin yanından yukarı doğru çıkan dar yürüyüş yolu boyunca sol tarafta ağaçların
ardına gizlenmiş tarihi bina gözümüze çarpıyor. Savaş yıllarında karakol olarak kullanılan bu bina, daha sonra mektep ve bir dönemde muhtarlık binası olarak kullanılmış. Şimdilerde Kilitbahir Kültür Sanat Merkezi ve Müze kafe olarak güler yüzlü personeliyle hizmet vermeye devam ediyor.
Kilitbahir Kültür ve Sanat Merkezi





Kilitbahir'den motorla karşıya Çanakkale merkeze geçtik. İlk görülecek yerler Deniz Müzesi içerisinde ki alanda Çimenlik Kalesi ve Nusret Mayın Gemisi idi.

Çimenlik Kalesi

Kale 1462 de Fatih Sultan Mehmet tarfından yaptırılmış. Kalenin deniz tarafındaki suru III. Selim  yıktırmış yerine o günün silah teknolojisine uygun olarak top platformları ve cephanelikler yaptırmış. Çanakkale Savaşları sırasında 4 adet top Çimenlik kalesinde savunma görevi yapmış. 18 Mart 1915 günü kale özellikle İngiliz gemisi Queen Elizabeth’in yoğun saldırılarına mağruz kalmış ve zarar görmüş. Her iki kale de 100. Yıl kutlamaları için yeniden restore ediliyor.

Meraklısı için:

Mayıs ayı Çanakkale’nin en kalabalık olduğu zaman. Hafta sonları okullardan ve turlar aracılığıyla bir çok yerli turist Çanakkaleye geliyor. Münferit gidiyorsanız mutlaka önceden otel rezervasyonunuzu yaptırmanız gerekir. Akol, Büyük Truva ve Anzac Hotel şehir merkezinde bulunan otellerden bazıları.

Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi

Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı’nda inşa edilen Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’nde yer alan 11 canlandırma odasından ikisinde, üç boyutlu gösterim yapılıyor.

Bu canalndırma odasından 'Nusrat Mayın Gemisi' adlı ikinci salonda, deniz savaşlarında Nusrat'ın boğaza döşediği mayınlarla savaşın kaderini değiştirmesine yer veriliyor.

'Dönüm Noktası Salonunda' 261 rakımlı tepede, 19'uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal'in 'Ben Size Taarruzu Değil, Ölmeyi Emrediyorum' şeklinde tarihe geçen emri, film ve hologram tekniği bir arada kullanılarak canlandırılıyor.

'Hatıralar'salonunda, Türk askerlerinin hatıraları ziyaretçilere aktarılıyor.

Her salonda ayrı konu işleniyor 1 den 11 e kadar tüm salonlarda Çanakkale savaşını nedenlerini, sürecini ve sonucunu görebiliyorsunuz. Yalnızca Mayıs ayı çok kalabalık olduğu için önceden rezarvasyon yaptırmanızı tavsiye ederim. Online rezarvasyona buradan ulaşabilirsiniz.
Ayrıca merkezde Çanakkale Savaşları malzemelerinden oluşan bir müze de bulunuyor.













Devamını Oku »

Bank-ı Osmanî-i Şahane ve onun Mimarı Alexandre Vallauri

2 yorum
Hiç merak edeniniz oldu mu? Eski yıllarda neler olduğunu. Tarih kitaplarında yazmayan ama sizin gezip görerek deneyimleyebileceğiniz neler olabileceğini… hiç düşündünüz mü?

Oysa ben, tarihin akışında kaybolup gitmiş bir günü, yeniden deneyimlemek isterdim. Zaman zaman Eski İstanbul’a uğrar oradaki tarihi binaları gezerim. Her bina ayrı ayrı yaşanmışlık, hissi verir bana. Acılar, umutlar, neşe, keder … sanki ağzı var dili yok duvarların, eşyaların. Müzelerin yeri başka benim hayatımda...
 Bugün Osmanlı Bankası’nı görmeye gittim. Karaköy Galata mevkiinde, Bankalar Caddesinde eski adıyla Voyvoda Caddesinde, kendi gibi tarihi binaların arasına sıkışıp kalmış olmasına rağmen, tüm heybetiyle orada dimdik durmaya devam ediyordu.

1856 yılında İngiliz sermaye ile kurulan Bank-ı Osmanî-i Şahane, şimdilerde Merkez Bankasının İstanbul Şube binası olarak kullanılıyor.

Osmanlı Bankası’ndan kalan, bu güne ulaşmış bir çok evrak binanın -2 katında sergileniyor.

Bu müze’de ; Personel fotoğrafları ve dosyaları,
müşteri kartları ve dosyaları Sultan Abdülaziz’in büyük oğlu ve Sultan Reşad’ın veliahtı Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi’in cari hesap ekstresi bile var. (1916);
Kesik banknot köşeleri (deste deste) Senetler, fotoğraflar, anılar var. Oda büyüklüğünde kasalar var.  Kasalarda artık sadece kitaplar var. Binanın giriş katında kütüphane olarak kullanılan bir bölüm var. 
Her bir köşesine sinmiş yaşanmışlık var. Ama yinede içinden çok, binanın dışını sevdim ben.

Bu bina Mimar Alexandre Vallauri’nin imzasını taşıyor. Doğu ve Batı arasında yer alan bir kuruluşun merkezi olarak inşaa edilmiş olan Osmanlı Bankası’nın; 

Beyoğlu’na bakan cephesinde neoklasik, Haliç ve İstanbul’a bakan cephesinde ise neo-oryantalist bir uslup kullanmış Mimar Vallauri. Bina dışında yaptığı bu şaşırtmalara içeride de devam etmiş. Bankanın giriş holünde asılı iki levhaya yazdığı yazılarla bankaya adeta “çifte kimlik” vermiş.

İlk tabelada Latince olarak “Dostlardan aldığın her şey kaderin dışında kalır. Ancak vermiş oldukların her zaman için servetin olacaktır.” yazar.

Arapça olan diğer levhadaysa, “Para kazanan, Allah’ın sevgili kuludur.” diye yazar.

Binayı incelerken Mimar Vallauri’yi düşündüm. Bunun gibi daha nice eserler bırakmış olabilir İstanbul’a. Yaptığı eserlerinde yarattığı akıl oyunlarının neler olabileceğini merak ettim doğrusu.


Küçük bir araştırma sonucu Mimar Alexandre Vallauri’nin Eserlerinde öne çıkanlardan bazılarını sizlerle paylaşmak istedim; İskender Lahdi ve Ağlayan Kadınlar Lahdin’den esinlenerek yapmış olduğu İstanbul Arkeoloji Müzesi ana binası,


Haydarpaşa’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane binası (günümüzde Marmara Üniversitesi Tıp ve Hukuk Fakültesi olarak kullanılıyor.),

Beyoğlu Pera Palas Oteli,

Cağaloğlu’nda Düyun-u Umumiye Binası (günümüzde İstanbul Erkek Lisesi olarak kullanılıyor),

Club des Chasseurs ( ilk olarak Avcılar kulübü olarak açılan daha sonra sırasıyla Nouveau Cirque (Yeni Sirk), Skating Palace (Tekerlekli Paten Pisti), Yeni Tiyatro, Melek Sineması, 1924 de Emek Sineması olarak kullanılan ve şuanda tamamen yıkılan bina)


Artık Kadıköy den vapura bindiğimde Haydarpaşa önlerinden geçerken tepede gördüğüm ve seyrine doyamadığım muhteşem binanın kimin tarafından yapıldığını biliyorum. 
Vapur ilerledikçe gözümü kırpmadan ama hayranlıkla seyrettiğim üç bina Haydarpaşa Tren Garı, Selimiye Kışlası ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane...
Daha nice tarihi binalar yeterince onurlandırılmayarak yok olup gidecekler, bizlerde eskiyi özlemle anacağız...








Devamını Oku »