yetişkin kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sizin Hiç Maviniz Var Mı?

0 yorum

Bir annenin en büyük zaafı ve aynı zamanda en güçlü yanıdır çocuğu.

Gece yarısı nefes alışındaki düzensizlikten bir terslik olduğunu anlamam uzun sürmedi, ilk deneyimden sonra uykuların en hafifini uyudum hep.

Apartopar acile koşmalar, iğneler sonra, geceden sabaha hastenelerin değişen yüzünü görmek. Sıkıntılı dönemlerdi onlar. Çocukların hastalanması daha çok acı veriyor bana.


Herkes kendi yaşadığını bilir, hep zor gelir. En zoru o yaşıyor sanır. Biraz gözümüzü açınca çevreyi biraz süzmeye başlayınca anlarız daha da zorların olduğunu. Halimize, elimizdekine şükrederiz. Uzun zaman önce şükürlerimi çoğalttım, söylenmelerimi azalttım bu hayatta.

Sizin hiç maviniz var mı? Özge Uzun’un kaleminden, anneliğin hikayesi, onun ve oğlu Dağhan’ın hikayesi.

Çoğu zaman hayatında tökezlenip düşsede umudu hiç yitirmeyen bir annenin hikayesi…

İlk beş yılda altı operasyon, ağrılar, acılar, iyileşmeler rehabilitasyonlar…

Umut, hiç bitmeyen umut… Onlar yaşarken koca yedi yıla sığdırdıkları minik Dağhan’ın hikayesini ben yedi saatte okudum. Okudum ama 70 yılda çıkmaz bu hikaye içimden benim.

Özge Uzun’un bir dileği var, İleride bu kitabı oğlu Dağhan’ın okuyabilmesi. Tabi bir de bu kitabı şimdi okumasını istediği kişiler var.

Bu kitabı en çok erkekler okusun istiyorum…

Kadınları anne olduktan sonra anlamakta güçlük çeken, onlardan uzaklaşan, doğan bebekle beraber onları yalnızlığa iten erkekler


Bu kitabı en çok önyargıları olanlar okusun istiyorum…

Her yaşananın altında bir bit yeniği arayan, “vah vah” ile başlayıp “ama” diye devam edenler…

Bu kitabı hayatta kötü şeylerin hep kendilerinin başına geldiğini düşünenler okusun istiyorum.

Bu kitabı şükretmiyi gerçekten bilmeyen, en ufak sorunları kocaman yapan, sahip oldukları mucizelerin farkına varamayan anneler okusun istiyorum…


İçten, samimi, tamamen kendi içinde yaşadıklarını en salt haliyle yansıtan, bir annenin hikayesi Sizin Hiç Maviniz var mı?


Bu yazı Ben Kadınım'da yayınlanmıştır





Devamını Oku »

SIFIR

0 yorum
Üstü üç taşlı taç saplı üç tunç tası çaldıran mı çabuk çıldırır, yoksa iç içe yüz ton saç kaplı çanı kaldıran mı çabuk çıldırır?

İlk okumada zor oluyor değil mi? Evet bende de öyle oldu. ilk beş okumadan sonra kelimelerin anlamları ortaya çıktı, oturmaya başladı.

Sonraki okumalarda yavaş yavaş hız kazandım. Şimdi bir nefeste sonuna kadar hatasız okuyabiliyorum. Amaç daha da hızlanıp bu çümleyi bir nefeste birden çok kere okuyabilmek!

Bir günüm diğeriyle aynı olunca bugün günlerden ne? Hangi aydayım hangi mevsimdeyim ne önemi var? Her sabah aynı güne uyanıyorum nasılsa, önemli olan ne kadar hızlı olduğum !…

İşte hayatımız da aynen böyle. Hızlı, hemde herşeyi aynı anda yapabilme becerisini kazanarak daha da hızlanıyor. Zaman hızla akıyor oysa, birde biz onu daha da hızlandırmaya çalışıyoruz.

Bu hız tutkusu bir gün bizi öldürecek. İbre çıktı birkere 120’ye iner mi 50’ye?

Camdan bakarken herşeyi silik, soluk görüyorum, renksiz kokusuz. Biraz yavaşlasam hangi yolda olduğumu görebileceğim. Çevremdeki çiçeklerin kokusunu almak, renklerini seçebilmek, üzerindeki uğur böceğini, arıyı keşfetmek güzel olabilir.

Hızlanırken neleri ıskaladığımızı yada ezip geçtiğimizi farketmiyoruz bile. Amaç gerçekten de daha da hızlanıp bu cümleyi bir nefeste birden çok kere okuyabilmek mi dersiniz?  Ya sonra?

Hızlandık bir çok beceriyi kazanmak için. Bir yandan da hırslandık. Kim daha çok para kazanıyor. Kimin arabası evi, yazlığı yatı, katı, pırlantaları, hanı, hamamı, uçağı, jeti, şatosu var? Bizim neyimiz eksik?

Peki ya bu hız tutkusu içinde biz yükselirken yanımızdakiler, kalbizimin sesini dinleyerek, bizimle gülüp bizimle ağlayanlar mı?

Yoksa ilk tökezlemede sendelerken bir tekme savurup yerimize geçmeye çalışanlar mı? Yada arkamızdan gülecek olanlar mı?

Kendi değerlerimizi arttırmak için sahip olduğumuz eşyaları, parayı, mevkiyi hesaplar olduk. Gerçek değerleri unuttuk. Artık eminim, birbirimizin tabağında gözümüz var.

Hayatta yol alırken seçimler yaparız, kimi zaman doğru kimi zaman yanlış. Neye ve kime göre doğru veya yanlış orası tartışılır.

Yine de seçimlerimizi yaşarız.

Bize dağıtılan kartları değiştiremiyoruz, bu doğru. Ancak eli oynama şeklinin bizim seçimimiz olduğunu unutmamak gerek. İnsanlar problemlerin şikayeti için harcadığı enerjinin onda birini o problemi çözmeye harcarsa, işlerin ne kadar düzeldiğini görüp hayret edecekler. Şikayet etmek bir strateji olarak zaten işe yaramıyor. Herkesin sınırlı zamanı ve enerjisi var. Sızlanmakla geçen her saniye, insanı hedeften uzaklaştırırken mutsuz da ediyor.

Ben o taşlı, tunçlu, taslı olan cümleyi sakin sakin, her kelimeyi içime sindirerek de okuyabilirim. Tadını çıkararak, tıpkı hayatın her anından, büyük keyif aldığım, her sabah başka bir güne uyandığım gibi…

Güne bezgin, gergin veya kızgın mı başlayacaksın, yoksa mutlu mu? İşte o her sabah bunu hatırlatıyor insanlara. Yaşadıklarımızın aslında kendi seçimlerimiz olduğunu ve birbirlerini sevmeyi öğrenen insanların çoğaldığı toplumlarda savaşın , kavganın, tecavüzün olmayacağını.

Evet, bu çümleleri okurken - bir tek bunu değil aslında- kitabın başından sonuna içinde yaşayarak okudum SIFIR’ı.

Kendi iç yolculuğumda bana yeni bakış açıları kazandırdı.

Tunç Kılınç’ın kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı SIFIR, bir arayışın öyküsü, hayata dair bir yorum. Hız kesmek ve camdan dışarı seyretmek için bir fırsat…

Hayatı güzelleştirmek istiyorsan dünyanın en tehlikeli şeyini sevmeyi öğrenmelisin, insanı! Buna da kendini sevmekle başlayabilirsin.”

Sıfır hızda

Sevgiyle Kalın

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır 

Devamını Oku »

Deli Kadın Hikayeleri

0 yorum
“Bırak evi bok götürsün!” dedi. Ben söz dinleyen biriyim, bıraktım gitti.

Çarşafların ütüsüz serilmeyeceği, havluların ve iç çamaşırların ütülenmesi bilgisini de, üzerime yapışan köle etiketinide bir kenara bıraktım. Bu gazla greve bile gidebilirim.

Kadınlığın hallerini düşündüren yazar Mine Söğüt her köşe yazısında beni biraz daha derinlere götürüyor. Düşünmenin ötesinde eyleme geçme isteği uyandırıyor.

Mine Söğüt’ün kaleminden “Deli Kadın Hikayeleri”, köşe yazıları kadar düşündürürken gülümseten cinsten değil ne yazıkki. Daha derin, daha da derin içine çekiyor, düşündürüyor, üzüyor, yaralara tuz basıyor.

İlk okuduğum hikaye iki tokat patlattı, uykum kaçtı.

Ben kitaplarımı ya akşam yatarken yada gün içerisinde bekleme eylemi içindeyken okurum. Bazı kitaplar vardır kalabalığın içinde bile rahatlıkla okunur. Onlar benim yolculuk kitaplarımdır. Çantamda dolaşırlar, şehir içi, şehir dışı, ülke dışı…

Bazı kitaplar vardır okuması keyiflidir ama her an elimden bırakabilirim, onlar bekleme kitaplarımdır. Doktor sırası beklerim, çocukların aktivitesinin bitmesini beklerim, okuldan gelmelerini beklerim.

“Deli Kadın Hikayeleri”ni kendi hayatımda hiçbir katagoride sınıflandıramadım. Okurken ağlamam gerekebilir mesela, bağırmam da gerekebilir. Kitabı fırlatıp bu düzene bir küfür patlatasım gelebilir. Sonra oturup bir daha, bir daha ama bir daha okurum. Çünkü rahatım kaçtı birkere… Korunaklı kabuğumdan başımı çıkarıp gerçek dünya ile yüzleştim birkere… Gerçekler canımı yaktı.

“Deli Kadın Hikayeleri” ile tanıştım. Ama nasıl tanışmak … Her bir hikaye birbirinden gerçek, birbirinden etkili. Günümüzün hikayeleri, geçmişin hikayeleri, hiçbirşey yapmadan devam edersek geleceğin hikayeleri de olmaya devam edecek.

Belki de yazılanlardan birinin bile gerçek olma olasılığını düşünmek beni korkuttu. Üzdü, hemde çok üzdü… Ben böyle düşünürken Mine Söğüt ile yapılan röportajlardan biri gözüme çarptı. Cevap hazır…

-Soru ; Sizin için yapılan gerçeküstücü yazar tanımına katılıyor musunuz?

-M. Söğüt ; Ben son derece gerçekçi yazarım. Tam tersine belki can sıkıcı gerçekçiliğe sahip bile olabilirim. Tamam hepsi masallar, efsaneler ama onların masal, efsane ve inanç olduğunun altı çizilerek yer alıyor üç kitabımda da. Ve bütün bunların gerçek hayatlar, gerçek karakterler, dokunabileceğiniz, kafanızı çevirirseniz yanınızda görebileceğiniz kadar tanıdık insanların hikayeleri ve üstümde bıraktıkları etkilerden yararlanarak yazılıyor. Kanatlı, ayakları yere basmayan şeyler değil. 
Hepsi tam tersine gerçekçi romanlar. (Mine Söğüt ile Röportaj Radikal gazetesi 15/5/2007)

Evet gerçekçi hikayeler, gerçek romanlar. Hemde can acıtan cinsten.

Kitapdaşım Didem Pektok der ki “Deli Kadın Hikayeleri'ni okuyacak hiçbir kadın eski aklı ile kalmayacak”

Değişime hazır mısınız?

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 

Devamını Oku »

Yaşar Kemal ve İnce Memed

0 yorum
Mucizelere inanır mısınız? Ben inanırım, hayatın kendisi mucizedir.

Herkesin hayatında onları değiştiren, farkındalıklarını arttıran dönüm noktaları vardır. Kimileri bu uyarıları, tesadüfleri dikkate almaz aynı yönde devam eder, kimileri bu mucizeleri fark eder, hayatına katar yürür gider.

Kütüphanemde sayısını unuttuğum ve her geçen gün alma açlığıyla yenilerini eklediğim kitaplarım var. Aldığım yenileri değilde zaman zaman okuduklarımı yeniden okurum. Yıllar sonra farklı bir ben olarak okurum. 18’inde ki ben ile 30’unda ki ben farklı bakar roman kahramanına. 40’ından sonra ki ben ise Önce yazara bakar onun hayatını inceler, romanın geçtiği dönemi inceler sonra romanı bir daha okur. Bu sefer yazarın gözünden görmeye çalışırım kahramanı.

2014 yılı benim için böyle bir yıldı, yeniden ama yeniden herşeyi keşfetmeye çalıştığım bir yıl. Yaşar Kemal’in hayatı ile romanları arasında gidip geldiğim bir yıl. Yaşar Kemal’in hayatını internetten araştırmak bana yetmedi. Hastalığı dolayısıyla kimselerin ulaşamadığı bir dönemde, onu tanıyan bilen birilerinden dinlemeyi daha çok istedim.

Tesadüf diye birşey yok, sadece zamanı geldiğinde ve üstünde düşündüğünde, olmasını istediklerin birer birer gerçekleşiyor. Feridun Andaç’ın Edebiyat Seminerlerinden biri “ Yaşar Kemal- Değişimin Anakara’sını Yaratmak” idi. (şubat 2015) Hemen kayıt oldum. Artık Yaşar Kemal’in romanlarına bir başka açıdan bakabilecektim.

Fark yaratan anlar 

Gördüm ki Yaşar Kemal’in hayatında da fark yaratan anlar ve kişiler var. İster mucizeler, açılan kapılar de, ister dönüm noktaları. Adına her ne dersen de yaşamı değiştirip bir başka yöne akmasını sağlayan farkındalıklarımızdır onlar.

Beni en çok etkileyen, daha 5 yaşındayken camide gözü önünde babasını öldürmeleri ve yaşadığı şok etkisiyle dilinin tutulması.  Hayata zor başlamış Yaşar Kemal, tıpkı kahramanı İnce Memed gibi… Yaşamları hep mücadele içinde, zor şartlarda…

Feridun Andaç ile söyleşisinde şöyle der;

“Ben de İnce Memed gibi mecbur insanım. O, Abdi Ağa’ya başkaldırıp dağa çıkmaya mecburdu; ben de okumaya yöneldiğim günden beri mecburdum yazmaya… Anlayacağın aga, ben de İnce Memed de mecbur insanlarız…”

Yaşar Kemal Romanlarındaki Görsel Yolculuk

Lise yıllarımda, sadece eşkiya gerçeğine bakış, dönemsel bir olayın anlatımı olarak gözlemlediğim İnce Memed, bugünkü ben olarak baktığımda uyanışın, başkaldırının, cesaretin, merhametin yer aldığı, adaletin sorgulandığı, irdelendiği bir roman. Bununla birlikte okuduğumda beni adeta içine alan, muhteşem doğa betimlemeleri…

O çakır dikeninin acısını, sazlıkların sesini, sarı çiğdem çiçeklerini, ırmağın dağların taşlara açtığı oyukları hepsini ama hepsini görüp, hissettim… Okurken karşıma çıkan görsel bir yolculuktu benimkisi.

“Çakırdikeni bittiği yerde bir iki, üç dört tane bitmez. Öyle üst üste, öyle sık biter ki arasından yılan geçemez. İğne atsan çakırdikeninden yere düşmez.
Baharda zayıf, açık yeşildir. Hafif bir yel esse, toprağa değecekmiş gibi yatar. Yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peyda olur. Sonra yavaş yavaş dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu… Sonra mavi gittikçe koyulaşır. Bu en güzel mavidir. Bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. Gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. Gün batarken sular nasıl kızarır, çakır dikeni tarlasıda öyle kızarır.”


Kitaplar her okuyanı ne kadar etkiler hiç bilinmez. Ama Yaşar Kemal’in hayatını derinden etkileyen kitapları veren Güzin Dino, onun hayatındaki dönüm noktalarından biri. Seminerden kısa bir not;

“Yazar Güzin Dino, okumayı seven, araştıran, gözlemleyen Yaşar Kemal’e bir çok kitap temin eder. Kitapların arasında Cervantes’in Don Kişot kitabından 3 adet görünce ertesi gün ikisini geri götüren Yaşar Kemal’e 'Yaşar, ben sana Don Kişot’u üç kere okuyasın diye verdim' der.”

“Yaşar Kemal’in anlatım yolculuğunun ardında okuma eylemi yatıyordu, evet. Hayatı, okuma bilgisinin zenginliğini ayrıştran okumayı bir uğraşa dönüştürmüştü kendisi de.” (Feridun Andaç’ın Yaşar Kemal’i anlattığı Sözün Büyücüsü kitabından)

Hayat bize bir kapı açar bizde seçim yaparız. O kapıdan geçmeye, o yoldan gitmeye yada gitmemeye. seçim bizim… İnce Memed’in de seçimleri var hayatında, birde vaz geçemedikleri… ilk göz ağrısı, sevdiceği Hatçe ...

Yaşar Kemal’in de hayatında büyük rol oynayan, hayat arkadaşı, dostu, aşkı, sırdaşı, öğretmeni, editörü, çevirmeni kısacası herşeyi, dünyaya açılan penceresi Tilda. Yaşar Kemal’in yazarlık yolunda önemli bir dönemeç bu aşk dolu başlangıç. En güzel romanlarını bundan sonra yazdığı söyleniyor.

Ağaları, jandarmayı, zalimliği, zulmü, acıyı, ölümü bir kelime ile anlat deseler hiç düşünmeden “Diken” derdi İnce Memed. Köylülerin dikeni ateşe vermesi ise direnci, başkaldırıyı simgeliyor olsa gerek.

Her ciltte başka bir dikenin hikayesini anlatmış Yaşar Kemal. İlkinde Çakır dikeni, ikincisinde Karaçalı, üçüncüsünde Keven ve dördüncüsünde ise Deve dikeni.

Dünya, Yaşar Kemal’i İnce Memed ile tanımış, aşkı Tilda sayesinde. Kırkdan fazla dile çevrilen İnce Memed’i ilk yayımlandığı yıldan iki yıl sonra tüm dünya okurları ile paylaşmışız ve halen paylaşmaya devam ediyoruz.

Yaşar Kemal “Edebiyat bir mucizedir “ der;

Semih Gümüş ise “Yaşar Kemal bize bir mucizedir” der.

Ben mucizlere inanırım, ya siz?


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.

Devamını Oku »

Gitme Zamanı...

0 yorum

Çok kalabalık, her kafadan bir ses çıkıyor, gürültülü. Herkese laf yetiştiriyorum. Konudan konuya, mekandan mekana atlıyorum. Bir bakıyorum kendimle kavga halindeyim, bir bakıyorum karşımdakiyle.

Kalabalıktan kaçıyorum ama kalabalık kafamın içinde benimle her yere geliyor.

Yoruldum... Benimkisi zihin yorgunluğu. Bu gün sabahtan beri evde yalnızım, sadece kafamın içindeki kalabalık ve ben. Kendi sesimi bile duymadım. Sadece zihnimden geçiyor kelimeler. Ama öyle sakin sakin değil ardından atlı kovalıyormuş gibi…

Kendim soruyorum, cevaplıyorum. Cevabı beğenmiyor reddediyorum, savunmaya geçiyorum. 

Bugün, aklından düşünceler geçen kadınım ben…
Kütüphanemden bir kitap alıp rastgele bir sayfa açıyorum bana iyi gelsin diye.
Sorular var cevaplanmadan önce düşündüren. Sorular var, saniyesinde cevapları karşıma çıkan.
Cevapların arasında sıkışıp kaldığımızda, tüm oklar aynı yönü gösterdiğinde farklılıkları görmek, yeni yollar bulmak adına “Gitme Zamanı” gelmiş demektir.

Aret Vartanyan’ın kaleme aldığı “Gitme Zamanı” elimde, şimdi dudaklarından sözcükler dökülen kadınım…

“Gerçekten hayattan ne beklediğin değil, nasıl bir hayatı şekillendirmek istediğinin cevabını ara.”

Düşünmeden edemiyor insan, sorguluyor bu hayatı ve hayattan beklentisini. Ama hiç düşünmüyor nasıl bir hayatı şekillendirmek istediğini.

Nereden geliyorsun?

Kimsin?

Nesin?

Nereye gidiyorsun?

Bir yanda günlük yaşamın içinde insanın kendisini, çevresini, yaşantısını sorgulaması… Bir yanda görünmeyenin ötesi, gizemli, kadim bilgileri bu güne taşıyan mistik bir yolculuk… Diğer yanda aşkın, kavgaların, ihanetin anlatıldığı bir yaşam…. Her başlangıç bir son…

Bir yanda görünen dünya, diğer yanda ötesi …

“Kendinden, özünden uzaklaşarak yok olmak yerine, varoluşuna saygı duyarak, cesaretle, vazgeçmeden yüreğinde taşıdıklarını yaşayanlar, nasıl görünürse görünsün, ne söylenirse söylensin, her “zaman”da kazanan olacaklardır.”

Yüreğinde sevgiye kocaman yer açmış bir kadınım…



Devamını Oku »

Erkekler Soldan Kadınlar Sağdan

0 yorum
Kadınlar ve Erkekler dendiğinde neden akla hep iki zıt kutup gelir? 

“Bir erkek, karşısındaki insan ağlamadıkça ya da çok üzgün olmadıkça onun neler hissettiğini anlayamazken, bir kadın ufacık bir mimik ya da bakıştan karşısındakinin ruh halini çözebilir.” der Aşkım Kapışmak Erkekler Soldan Kadınlar Sağdan adlı kitabında.

Kadının yaptığını erkek anlamadığında neden açıklaması ‘kadın işte’ yada erkeğin yaptığı davranışı anlamayan kadın ‘erkek işte’ diye açıklar…

Aile bireylerini incelemeye başladığımda gördüm ki bazı istisnalar hariç kadınlar bir yanda erkekler diğer yanda kalıyordu. Taraf tutmak değildi benimkisi sadece anlamaya çalışmak. Neden erkeklerin aynı veya benzer olaylara aynı tepkileri verdiklerini?

Okuduğum tüm insan ilişkilerini anlatan kitaplar arasında kadın erkek arasındaki benzer ve farklı yanları bu kadar eğlenceli bir dille anlatana rastlamamıştım.

Facebook’ta Aşkım Kapışmak’ın seminerlerini, sözlerini ve kitaplarını keşfedince hayatımdaki soru işaretleri anlam kazanmaya başladı. Malum hayatımda her yaştan 3 erkek var ve zaman zaman onları çözmekte zorlanıyorum. Yaş aralıkları ne olursa olsun tepkileri çoğu yerde aynı oluyor.

Sağ beynini kullanan bir anne olarak sol beynini kullanan iki çocuğuda yetiştirirken onları biraz olsun sağa çekmek istesemde, ortada beyninin sol lobunu kullanan bir baba faktörü var. Hemde rol model olan. Eeee mesele derin, ne zamandır fırsat kolluyordum, Aşkım Kapışmak’ın son kitabı Kalbin Anahtarı‘ndan yola çıkarak düzenlediği farkındalık semineri için. Sonunda gidebildik ben ve eşim.

Aşkım Kapışmak'ın, kitaplarındaki gibi üslup aynı ama mimikleri ile yaptığı taklitlerle, mizansenlerle sahnede adeta büyüledi herkesi.

Bazen görmezden geldiğimiz gerçekleri gözümüze soktu, hüzünlendik; bazen hayatta hep yaşadığımız kadın erkek çekişmelerini anlattığında kahkahalara boğulduk. Sahnede oğullarımı, kendimi ve eşimi zaman zaman da annem ve babamı görür gibi oldum. Hem eğlendirdi, hem öğretti diyebilirim. En önemlisi de birey olarak farklılıklara rağmen birlikte yaşamanın ne kadar güzel olduğunu gözler önüne serdi.

Aşkım Kapışmak “Kadınlar Sağdan, Erkekler Soldan” adlı kitabında ayrıntılarla dile getirmiş, kadın- erkek arasındaki düşünsel farklılıkları. Hatta sayfa 79 da mini bir test var, beyninizin sağını mı yada solunu mu daha çok kullanıyorsunuz? Yoksa her ikisini birden mi kullanıyorsunuz. Her ne kadar kadınların beyninin sağ lobunu, erkeklerinde sol lobunu kullandığı söylensede istisnalar mümkün.

Kitaptan kısa bir not;

“Sağ beyin gelecek odaklıdır, herşeyi içselleştirir, estetiğe önem verir, sağ lobun içinde çok daha fazla sirkülasyon vardır, hızlıdır ve duyguların merkezidir.

Sol lop daha dayanıklıdır, uzun zaman sonra aşık olur. Sonradan yas tutar, geçmiş odaklıdır. Kaliteye daha çok önem verir.

Sol lop ne yaptığına bakar, sağ lop nasıl yaptığına bakar.”

Aşkım Kapışmak, Kitabında erkek ve kadının beden dilini ayrıntılarıyla ele almış, malum erkeklerin çoğu daha az konuşuyor ve biz kadınlar onların ne istediğini duruşlarından, bakışlarından anlamaya çalışıyoruz.

“Kadınlar günde 20.000, erkeklerse 7.000 kelimeyle konuşur” diye özetliyor biliminsanları. Zaten onu öğrendik, asıl sorun bu aradaki farkı nasıl dengeleyeceğimizde.

Sırf bu yüzden kadınların empati yeteneği erkeklere göre daha gelişmiş. Doğumdan sonra konuşamayan ama her ihtiyacını annesine bir şekilde açıklayabilen çocuklar buna çok iyi örnek. Erkeklerin yaşları ilerledikçe konuşma sayıları da azalıyor. Kadında bir değişiklik yok. Hadi bakalım ara daha da açıldı mı? Eeee kadının empati yeteneği yine devrede ancak sabır tükenmiş. Çocuğuna gösterdiği sabrı eşine gösteremediği için isyan çıkıyor. Erkekte olayı idrak edemiyor ‘ben zaten eskidende konuşmazdım ki ne oldu şimdi?’ der gibi bakıyor.

Herşeyin çözümü içimizde ister erkek olalım, ister kadın, ister sağ lobtan düşünelim, ister sol lobtan… Sadece hoşgörülü olalım ve sevgiyle bakalım herşeye ve herkese…

Sevgiyle kalın

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.












Devamını Oku »

Sadece Çanta!

0 yorum

Çanta deyince akla ilk ne gelir? Rengi mi, şekli mi? Yoksa aldığımız andaki duygularımız mı? 

Çanta işte ne gelebilir ki akla? Sadece bir aksesuar değil çanta bir kadın için hayatın bir parçası… 

“Kadınlar ilişkiye yatkın varlıklardır, yakınlar ve aile çevresinde, ilişki kurmaya erkeklerden çok daha yatkındırlar. Kendilerini bedenen ve ruhen yardım etmeye, iyileştirmeye, küçük dünyalarını sevmeye adarlar. Ve tüm bunlar çantalarından okunabilir.”

Beyleri bilmem ama hanımlar için çantanın çok stratejik bir konumu var. Çantanın rengi, deseni, kumaşı, büyük yada küçük oluşu, omuzdan mı, sırttan mı asılacağı yoksa elde mi taşınacağı gibi giydiğimiz kıyafetle uyumu...  daha bir çok soru işaretlerinine çözüm getirmesi beklenir bir çantanın.

Çanta deyip geçmeyin. Biz kadınların, kimsenin bakmaya cesaret edemediği ve içinde sakladığımız sırlar var çantalarımızda.

Kimi çantasıyla karakterini ele verir. Kimi toplumda yer edinmek için, bir statü olarak kullanır. Kimi sadece sırlarını saklamak ister.  Kimi iş dünyasını sığdırır, kimi bebeğinin dünyasını.

Çantalar kadınların olmassa olmazı, hayatın tamamlayıcısı, kurtarıcısı ve  kolaylaştırıcısıdır.

“Salyangoz için kabuğu neyse kadın için de çantası odur. Tek bir farkla; o kabuğun içinde ne olduğunu bilmemizdir.” der Jean-Claude Kaufmann Çanta adlı kitabında. 18 ay araştırır kadınlarla çantaları arasındaki bağı. Ve yüzlerce kişi ile anketler yapar, bu kitabı yazmak için.

İmaj çanta; Çantanın iki hayatı; El mi omuz mu? ; Kadını kadın yapan çantalar; Çantalı erkekler ve Hayatını çantası üzerinden anlatan kadınlar …

Kitabı elime aldığım anadan itibaren bir soru kafamı kemiriyordu. Benim çantamda neler var? Çantamla aramdaki bağ nasıl?

Şöyle bir 20 yılık geçmişe göz atınca sonunda çantamdakilerin her ortamda farklılaştığını, içeriğin değiştiğini fark ettim. Yaşım ilerledikçe, yaptığım iş değiştikçe, bel fıtığım arttığında ve hatta gittiğim yerlere göre bile değişim göstermiş…

Ofiste çalışırken çantamdakiler farklı, dışarıda çalışırken tamamen farklı. Her zaman el çantamın dışında küçük bir çanta araba bagajında. Çocuklar olunca çantam farklı eşyalarla, seyahat ederken bambaşka eşyalarla dolu … Ama her birinde de ev konforumu yanımda taşıyorum…

Kızkardeşimle yaptığımız yurtdışı seyahatlerinde fark ettim gün boyu şehri gezerken çantamızın içinde bir yaşam olduğunu…

Gezi planına göre gün içersinde lazım olacaklar minik çantalar ile katagorize edilerek büyük kol çantasına yerleştirilir. Boyundan çapraz askılı küçük bir çanta ise pasaport –para-telefon gibi olmazsa olmazları taşır.

Verdiğimiz küçük molalarda duruma göre sandviç, meyva suyu, kuruyemiş, su , bisküvi gibi yiyeceğin dışında, fotoğraf makinesi ve şarjı, şehir haritası, önceden internetten alınan müze biletleri , metro biniş kartı, hava durumuna göre yedek tişört, yağmurluk yada uzun kollu şapkalı tişört yada şapka ve güneş gözlüğü ikilisi. Tabii birde gün boyu gezip otele dönme şansınız olmadan akşam opera yada şehre özel bir gösteri seyredeceksek yedek kıyafet de yanımızda olmalı. Tüm bunları bir sırt çantası paklar dediğinizi duyar gibiyim. Malesef sırt çantalarının da bir imajı var ve onu değiştiremiyoruz.

Misal müzelere girerken sırt çantalarını girişteki emanet dolaplara bırakıyorsunuz içeri almıyorlar. Operaya gidiyorsanız emanet dolabı falan yok çantanı almamak için arıza çıkarıyorlar. Ama kol çantam seyahat boyu bile olsa içeri girebiliyorum.

Hava alanlarında el bagajı olarak sırt çantasını tartıya bile aldıkları oluyor, 8 kg geçmemeli. Ama tıka basa doldurulmuş kol çantam seyahat boyu bile olsa onu tartıya almıyorlar ve yanıma birde kabin boyu bavul yada sırt çantasını el bagajı olarak alabiliyorum. Bu da kadınların çantalarının ne kadar dokunulmaz olduğunu gösteriyor.

Jean- Claude “Çanta” lar hakkında araştırma yaparken kadınların çantaları arasındaki duygusal bağıda araştırmış. Anket sonuçlarından en ilgi çekici olanlarını paylaşıyorum.


“Çantaya doğru yaklaştığımda aşktaki heyecana benzer bir şey var. Beni ondan ayıran bir kaç adımlık mesafede, çoğunlukla kalbimin çarptığını hissediyorum: ‘Acaba bu olabilir mi?’ ardından, yakınlaşma daha belirginleşiyor. Ona bakıyorum, sonra dokunuyorum. 

Yumuşak mı, pürtüklü mü, nasıl yapılmış, cepler, gizli iç bölmeler var mı, benzersiz mi? Ona bakarken olduğu kadar, üstünde elimi gezdirirken de bende uyandırdığı duygulara özellikle dikkat ediyorum.”



“Çanta biraz erkek gibi seçilir. Hoşumuza gitmeli elbette ama en çok da pratik olmalı! Ne fazla sert ne fazla yumuşak: Fazla sertse bırakıldığında düşer; fazla yumuşaksa bırakıldığında tüm içindekini şöyle bir görmenize izin verir. Çantaya dokunulur, bir nefeste içe çekilir, epey nazikçe açılır, gözlerinin sayısı denetlenir, dayanıklılığı test edilir. Az ama kalitesine sahip olmak makbuldür. Erkekler gibi!”

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.

Devamını Oku »

MOMO

0 yorum
“Bütün yaşam bir hikayedir ve biz de onun içindeyiz.”


“Üç kardeşler, otururlar bir evde

Hiç benzemez birbirine üçü de.

Sen onları ayırt edeyim derken,

Dönüşürler çabucak birbirlerine.

Birinci evde yoktur, gelecek.

İkincisi çıkmış gitmiş, dönmeyecek.

Üçünden en küçüğü evdedir.

O olmazsa her ikisi ne edecek?”



Hep bir telaş içindeyiz, oradan oraya yetişme telaşı… Zaman sınırımız var 24 saat yetmiyor.
Sokaklar asık suratlı, mutsuz hatta ilk fırsatta birbirini öldürecekmişcesine nefret dolu bakan insanlarla dolu.
Hiç istemedikleri işlerde çalışıp, istemedikleri hayatları yaşıyorlar.
Hayal kurmaya vakitleri yok.
Sevinmeyi, sevindirmeyi ve heyacanlanmayı unutmuşlar.
Zamansızlık içinde sıkışıp kalmış herşeyi yapmaya çalışan ama hiçbirşeyi yapamayan insanlar, zamanınızı kim çalıyor dersiniz?

Tabiki Zaman Tasarruf Şirketi adına çalışan Duman Adamlar!

Çok güç bir iş, onlarınkisi. İnsanların tasarruf ettiği saatleri, dakikaları, saniyeleri çalmak... İnsanlar için büyük kayıp, Duman Adamlar içinse kazanç.

“… Onları biriktiriyoruz… Ah zamanınızın ne değerli olduğunu sizler bilmezsiniz… Ama biz… Biz iyi biliriz… Sizleri kemiklerinize kadar sömürürüz… Hep daha fazlasını… Daha, daha fazlasını…”

Bu zaman hırsızlarının çaldığı zamanı insanlara geri getiren çocuğun, MOMO’nun öyküsü.  Zaman içinde sıkışıp kalmış insanları anlatan bu kitap 1973 yılında yazılmasına rağmen okurken şu anı yaşatıyor bize, herşey o kadar tanıdık ki.

Alman fantastik çocuk kitapları yazarı olan Michael Ende 1974 yılında, bu kitabıyla Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü almış. Ayrıca Avrupa Gençlik Kitap Ödülü Şeref Listesine giren kitap 38 dile çevrilmiş.

Çocuk/ Gençlik kitabı dediğime bakmayın içinde büyüklere nasihatlar var. Ama zaman, zaman hırsızlarının elinde olduğu sürece bu anlatılanları yalnız çocuklar anlayabilir. Çocuklar hala daha hayal kurmaya, sevinmeye ve heyecanlanmaya devam ediyorlar.

“Çocukları zaman tasarrufuna alıştırmak büyük insanları alıştırmaktan daha güçtür. Bu yüzden en sert yasalarımızdan biri şudur: Er geç sıra çocuklara gelir. Bu yasadan haberiniz var mıydı?”

İçinizdeki çocuğu yaşatmanız dileğiyle…












Devamını Oku »

YOL

0 yorum

Bu bir AŞK yolculuğu… 

Yağmur sonrası toprağın kokusunu duymak,
yorgun geçen bir gecenin ardından güneşin doğuşunu seyretmek,
suya kendini bırakıp, bütün düşüncelerinden arınmak gibi.

Bu, hayalini kurduğun herşeye ulaşmak için yol haritan.
İnsanın içine işleyen,  kendi içine doğru  yol almasını sağlayan…

İçimi sıkan daraltan şeyler hep vardır,  amma velakin  ben çözüm yaratmakta ustayımdır.  Sanmayın ki herşey günlük gülistanlık. Benim de zaman zaman kısır döngü içinde kaldığım olmuştur.  Öğrenmem gereken dersi geciktirmemin bana bir faydası olmadığını anlar, dersimi alır yoluma devam ederim, ederdim.

Takılıp sonrasında atlattım zannettiğim ama karşıma yine yine çıkan şeyler artık hayatımı zorlaştırmaya başladılar.  -Sonunda sizinle baş edeceğim! -

“Senin en değerli ve en iyi tekamül hocaların, özellikle iyi tanıdıkların ve sana en yakın duran kişilerdir…”  diyor Metin Hara, Aşkın İstilası YOL kitabında.

Hayat yolunda harita oluyor bize, aslında kendi içimizde başlayan bu yolculuk yine bizde bitiyor. Herşey bizim elimizde sadece çözümün farkına varmak kalıyor geriye.

Düşünce gücü, nefes, Ki enerjisi, çakraların dengelenmesi ile başlayıp uyum, denge, güven, iletişim, şifa, değişim ve iyileşme ile sonuçlanan bir yolculuk bu.

Okurken zaman zaman elimde kağıt kalem,  zaman zaman kendimle kaldığım  anları sayan sayaç. Her egzersizi eksiksiz yapmak için uğraş verdim. Sınav kendimle, başkasıyla değil.
“Başkalarını değiştirmek için uğraşma önce kendini değiştir, dünyan değişsin.”

Ben de YOL’a çıktım Aşkın İstilası’na …














Devamını Oku »

Kuşkucu Ol Ama Dinlemeyi De Bil..

0 yorum

“Kuşkucu ol çünkü duyduklarının çoğu doğru değil. İnsanların sembollerle konuştuklarını ve bu sembollerin hakikat olmadığını biliyorsunuz. Dinlemeyi öğrendiğinizde insanların kullandıkları sembollerin manasını, hikayelerini anlarsınız ve iletişim büyük ölçüde düzelir.”

Don Miguel Ruiz ‘in Dört Anlaşma”sından yıllar sonra oğlu Don Jose Ruiz ile birlikte yazdığı “Beş Anlaşma” bize önce kuşkucu olmayı ama aslında dinlemenin gerçek bir iletişim olduğunu anlatıyor. Sadece kendimiz olursak mutlu ve doyumlu bir hayata kavuşabiliriz. İlk dört anlaşmanın zorlukları beşinci anlaşmayı ister istemez sonraya erteliyor.

Kitabı okurken zaman zaman geri dönüşler yapıp okuduklarımı tekrar tekrar okudum. Yüreğimle dinleyip, yüreğimle anlamayı öğrendim. Rehber kitabım oldu benim.


Dört Anlaşma, hayatımdaki gereksiz, sinirbozucu binlerce anlaşmayı bozmanın yollarını gösterdi, Beşinci Anlaşma ise doğduğum zamandaki kadar saf olmanın gücünü ve özgür olmamı sağladı. Yaşam içindeki dengemizi sağlayan şey içimizdeki sevgidir aslında…

Sevgiyel kalın, daima…


Birinci Anlaşma : Kullandığınız Sözcükleri Özenle Seçin

İkinci Anlaşma : Hiçbir Şeyi Kişisel Algılamayın

Üçüncü Anlaşma : Varsayımda Bulunmayın

Dördüncü Anlaşma : Daima Yapabildiğinin En İyisini Yap

Beşinci Anlaşam : Kuşku duyarak dinle

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler




Devamını Oku »

Toltek Bilgelik Kitabı

0 yorum
Elime aldığımdan bu yana bir kitap var ki -başucu kitabı, yol gösterici kitap adını siz koyun- anlattıkları ile her an aklımda, hayatımda…

Hayat seçimlerden oluşur. Yol ayrımına geldiğimizde, arasından en iyisini seçerken kendimizden başka herkesin söylediklerini dinler, etkilenir ve kararı biz vermişiz gibi yaparız.

Aslında hayat boyu iyi kötü söylenen her söz kulağımıza küpe olmuştur. Biz onu içselleştirmiş, çoktan hayatımızın bir parçası gibi görmeye başlamışızdır. Doğru yada yanlış…

Bazen karşımızdakini kendi kelimeleri ile dinlemeden, kafamızın içinde onun hakkında hikayeler yazabiliriz ve bu hikayelere inanarak biz karşımızdakine tavrımızı değiştirir hatta küsebiliriz bile.

Yada bazen kendi ruhsal gelişmişliği içinde davranışlar sergileyen birinin haraketlerinden, sözlerinden rahatsız olur. Sadece bizi kızdırmak için yaptığını düşünebiliriz...

Tüm bunlar size tanıdık geliyor mu?

2004 yılında elime aldığımdan bu yana bir kitap var ki -artık başucu kitabı, yol gösterici kitap adını siz koyun- anlattıkları ile her an aklımda, hayatımda…

Meksikalı yazar Don Miguel Ruiz’in yazdığı “Dört Anlaşma –Toltek Bilgelik Kitabı” 1999 yılında Ötesi yayınlarından Nil Gün çevirisiyle Türkçemize kazandırılmış.

İlk okuduğumda "ben bunu uygularım ne var ki?" diye düşünebilirsiniz. Ben de öyle düşündüm, sonra yaptığım, söylediğim her şeyde geriye dönüp baktığımda gördümki o kadar da kolay değilmiş.

Duygular ön plana çıktığında, öfkemize hakim olamadığımızda ağzımızdan çıkan sözler sevgi içermiyor. Hem kendimize hemde karşımızdakilere zarar veriyoruz. “Dört Anlaşma” işte burada devreye giriyor.

Birinci Anlaşma : Kullandığınız Sözcükleri Özenle Seçin

İkinci Anlaşma : Hiçbir Şeyi Kişisel Algılamayın

Üçüncü Anlaşma : Varsayımda Bulunmayın

Dördüncü Anlaşma : Daima Yapabildiğinin En İyisini Yap

Tabi bu kadarlada kalmıyor. Don Miguel Ruiz, yaklaşık 10 yıl sonra "Beşinci Anlaşma"yı yazıyor. Beşinci Anlaşma nasıl mı? Onu da haftaya anlatırım.

Yaşam içindeki dengemizi sağlayan şey içimizdeki sevgidir…
Sevgiye  kalın, daima…


Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler












Devamını Oku »

OBLOMOV

0 yorum
Bir kitabın adı yazarının adını geçer mi? Geçmiş gerçektende...

1857 yılında  İvan Aleksandroviç Gonçarov  tarafından yazılan “Oblomov” Rus edebiyatında bir devrim yaratmış.
Oblomov ve Oblomovluk kelimeleri bütün Rusya da bilinir olmuş ve yeni bir terim olarak Rus dilinde yerini almış.

Oblomov’luk Rusya’da yıkılmakta olan bir düzenin içinde var oluyor. Çifliği olan, köleleri olan bir düzende onları kahyaya bırakıp büyük şehre, devlet kapısına sığınan, ekmeğini kendi kazananların arasında ne yapacağını şaşıran,  çevresine sıkı sıkıya bağlı, kendi içindeki ataletini yenememiş bir insanın, insanlığın hikayesi…

Kitapta en sevdiğim ve eğlenerek okuduğum bir bölümü sizinle paylaşacağım.

Mektup elden ele geçti. Mektubun ne olacağı, kimden gelebileceği üzerinde herkes bir fikir yürüttü. Kimse işin içinden çıkamıyordu.
İlya İvanoviç gözlüklerini istedi; bir buçuk saat aradılar. Nihayet gözlüklerini taktı ve mektubu açmaya davrandı. Karısı telaşla durdurdu:

_ İlya İvanoviç, sakın açma! Kim bilir neyin nesidir bu mektup. Belki de korkunç birşey, bir felaket haberidir. İnsanlar çok değişti, biliyorsun. Vakit var, yarın yada öbür gün okursun; mektup elinden kaçacak değil ya…

Mektup gözlüklerle beraber dolaba kilitlendi; herkes çaya oturdu. Bu kadar beklenmedik bir olayla herkesin zihni allak bullak olmasaydı mektup dolapta yıllarca bekleyebilirdi. Çayda ve bütün ertesi gün yalnız mektuptan söz edildi.
En sonunda dayanamadılar, dördüncü gün bir araya gelerek mektubu heyecanla açtılar.

Sonunda hüzün ile karşılaşsam da yer yer yüzümden gülümseme eksik olmadı.
Kitap 619 sayfalık.  Sayfa sayısı gözünüzü korkutmasın,  İvan Aleksandroviç Gonçarov bu romanı bir ay gibi kısa bir sürede yazmış.

Yazar bu durumu ;  “Bu büyük romanın bir ay içinde yazılması imkansız gibi görünür. Ama unutmayın ki, bu eseri yıllarca kafamda taşıdım ve onu ancak kağıda geçirmek kalmıştı.”  sözleri ile açıklar.

“Oblomov” Türkiye de 1945 yılında M.E.B. klasikleri arasında  3 cilt halinde yayımlanmış.  2000  yılından bu yana  Türkiye İşbankası Kültür Yayınları “Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi” 'nin yayımladığı eserler arasında yer alıyor.


Kitabı satın almak isteyenler  buradan ulaşabilirler.



Devamını Oku »

İstanbul Semt Öyküleri

0 yorum


Taş Beşik mi? Beşiktaş mı?  Tahte’l –Kale nasıl Tahtakale oldu?
Laleli’nin  Lale kokan hikayesini mi dinlemek istersiniz  yoksa  Cibali’nin garip efsanesini mi?

Caddebostan’ın eskiden bostanlık bağlık bahçelik olduğunu biliyor muydunuz? Ya adının Cadı Bostan’ı olduğunu?

Cihangir’in ve Nişantaşı’ın ormanlık olduğunu padişahların, sultanların  buraya avlanmaya ve ok atmaya geldiğini biliyor muydunuz? 

İstanbul'un dilden dile söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan semt efsanelerinden derlenmiş bu kitabı elimden bırakamadım. Merak tüm kapıları aralar...

Sara Gürbüz Özeren’in kaleminden İstanbul Semt Öyküleri.  Genç Damla Yayınevi aracılığı ile  her yaştan okuyucuyla buluşmaya devam ediyor.


Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler 

Devamını Oku »