OKUDUM PAYLAŞTIM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

TEŞEKKÜR EDERİZ ATAM … DEDİM SESSİZCE

0 yorum

“Bugünlerimiz, yarınlarımız için teşekkür ederiz Atam”




O sabah kıyafetlerimi özenle seçtiğimi hatırlıyorum, annemin elini sımsıkı tuttuğum ve beni tören alanına götürünceye kadar bırakmadığım doğrudur.

Birazdan okulları temsilen çocuklar geçecek ellerinde bayraklarla, rengarenk elbiselerle danslarla, şiirlerle süsleyecekler töreni. Kendimi onların yanında hayal ediyorum, bir sonraki yıl okula başladığımda ben de o törende yerimi alacağım.

Çocukluğuma döndüm, Melike Funda Kaynak’ın çocuklar için yazdığı “Teşekkür ederiz ATAM … dedim sessizce” kitabını okurken.

Kitabın kahramanları, her durumda serüven dolu hikayeler uydurabilen Berke, okuduğu tarih kitaplarından edindiği bilgiyle her daim sorulan sorulara doğru cevap veren Egemen, Şafak ve inatçı kardeşi İlke ve onları bu serüvene sürükleyen Aslı’nın zamanda yolculuğuna heyecanla eşlik ettim.

Kahramanlarımız, Himayei Etfal’in içinde ailelerini savaşta kaybetmiş çocuklardan yeni şeyler öğrenirken, geçmişte yaşamanın zorluklarını hep duysalar da tarih kitaplarının dışında olayları yaşayarak görmek onlara bir kez daha ne kadar şanslı Cumhuriyet çocukları olduklarını hatırlatıyor.

“Egemen içtenlikle, “Bizi Himayei Etfal’e kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz,” dedi.

Onun bu davranışı kadını da duygulandırmıştı. Nemlenen gözlerini kırpıştırdı. “Aman çocuğum bana değil, kurtarıcımız Mustafa Kemal Paşa’ya teşekkür edin. O himayesine aldığı çocukların dışında sizleri de düşünerek bu cemiyeti kurdu. Bakın diğer arkadaşlarınız da sizin gibi.”


Beş kafadar yaptıkları zaman yolculuğunda ilk önceleri hangi yılda olduklarını ve nasıl geri geleceklerini bilmeseler de Ankara sokaklarında dolaşırken yakaladıkları ip uçlarını kullanarak birçok şeyin başlangıcına şahitlik ediyorlar.


Heyecanla satır aralarında kaybolurken bir yanda da sorular aklımda dolanıp duruyor. Sakarya Savaşında şehit olmuş Tahsin Çavuş’un peşine düşen bu beş kafadar,

Hangi yılda olduklarını bulabilecekler mi?

Cumhuriyet’in hangi yeniliklerine şahit olacaklar?

23 Nisan da Ata’yı görebilecekler mi?

Nasıl gittiklerini bilemedikleri bu yolculuğun sonunda evlerine dönebilecekler mi?

Tüm soruların cevapları, akıcı anlatımı ile Melike Funda Kaynak’ın kaleminden “Teşekkür ederiz ATAM … dedim sessizce” de…





Devamını Oku »

ALTI BARDAKTA DÜNYA TARİHİ

0 yorum

Sohbet bahane, kahve şahane!



Taze kavrulmuş kahvenin sıcacık kokusuyla beyin hücrelerimi harekete geçiren, sinir uçlarıma kadar yayılan enerji ve ruhumu kaplayan mutluluk hissi ile gülümseyerek güne başlıyorum.

Sabah ayılmak için, yemekten sonra keyif için, gün içerisinde dedikodu eşliğinde, iş, dost, eş ve arkadaşlarla kahve içmeyi kim istemez ki?

Sohbet bahane, kahve şahane!

Gün geçtikçe sosyal medyada yayılan kitap ile kahve fotoğrafları yavaş yavaş yerini kitap kafelerde çekilen fotoğraflara bıraktı. Tarihte kahvenin yollarının kitaplarla buluşması on yedinci yüzyıl ortalarına kadar gidiyormuş meğer yeni öğrendim.

Benim asıl merak ettiğim küçücük kahve çekirdeğinden oluşan bu lezzetin tüm dünyayı nasıl sardığı?


Son zamanlarda keyifle okuduğum Tom Standage’nin yazdığı “Altı Bardakta Dünya Tarihi” ;
Mezopotamya ve Mısır’da keşfedilen “Bira” ile başlayıp, Yunanistan ve Roma’dan tüm ülkelere ticareti yapılan statü simgesi ve asillerin en popüler içkisi “Şarap” ile devam ederken, Arap dünyasından bir kimyacının buluşu olan “Damıtık içkiler” in  ekonomik mala dönüşmesi, tüm dünyaya yayılması sonucu vergilendirme, siyasi güç ve yasakların gelmesiyle gücünü Avrupalıların peşine düştüğü, entelektüellerin içeceği “Kahve”ye bırakanve ardından Çin’den sonra tüm dünyayı fetheden “Çay” ve kapitalizmin simgesi haline gelen “Cola”yı anlatıyor.

Sonuçta başladığımız yere geri döndürüyor bizi. Her şeyin temeli, ana maddesi “Su”…

Bir fincan kahvenin kokusunu içime çekerken tarihte bir kahve çekirdeği için nasıl bir savaş verildiğini okuyorum.

Dünyanın kahve macerası ilk olarak 1470 yılında Yemen’de başlamış. Mekke’den sonra Mısır ve Filistin’e kadar yayılan kahve sevdası keşifler çağının başlamasıyla on yedinci yüzyılın başında Avrupalı gezginler aracılığıyla ve Papa VIII Clenmens’in onayıyla başta Hollanda, Fransa ve İngiltere olmak üzere tüm Avrupa’ya yayılıyor. Çok popüler olan kahve ve beraberinde açılan kahvehaneler sayesinde Avrupalı kahve çekirdeğini yetiştirmenin peşine düşüyor.

Kim istemez ki dünyaya egemen olan bir kahve tedarikçisi olmayı?



Veee savaş başlıyor. Yüz yıla yakın bir süre gemilere yüklemeden önce kahve çekirdeklerini kavurarak ve yabancıları kahve üretim merkezlerinden uzak tutarak önlem almaya çalışan Arap’ların bu yasaklarını ilk delen Hollandalı Denizciler olmuş. Arap kahve ağaçlarından gizlice kopardıkları bir dal ile başlayan Hollanda’nın kahve macerası kendine uygun toprak bulana kadar sömürü devletlerde dolaşmış.

Veee mutlu son, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Brezilya, dünyaya egemen kahve tedarikçisi oluyor.

Her şeyin bir ilki vardır



1650 yılında Batı Avrupa’da ilk kahvehane’nin bir üniversite kenti olan Oxford’da açılması ve kahvehanelerin çoğalıp popülerleşmesiyle ilk tepkiler de tabi ki üniversite yetkililerinden gelmiş.

“Öğrencilerimiz kahvehanelere kaçtı, derslere gelmiyorlar.”

Sadece öğrenciler mi?

Kısa sürede kahvehaneler benimsenip kitap, şiir, felsefe, bilim hatta akademik tartışma alanlarına dönüşünce, bir fincan kahve fiyatına (1-2 peni) içeri girip birçok şey öğrenmeye yardımcı olduğu için “Peni Üniversiteleri” bile denmiş.

İç mekanın ev gibi dekore edilmesi, rahat koltuklar, kitaplarla dolu raflar, devamlı müşterilerin varlığı ve sıcak kahve sayesinde ev rahatlığı sağlayan kahvehanelerin girişinde sosyal farklılıklar da kapıda bırakılırmış.

“On yedinci yüzyılda Avrupalı bir iş adamı en son ticari haberleri duymak, mal fiyatlarını izlemek, siyasal dedikodulara yetişmek, başka insanların yeni bir kitap hakkında ne düşündüklerini öğrenmek ya da en son bilimsel gelişmelerden haberdar olmak istediğinde, yapması gereken tek şey bir kahvehaneye uğramaktı.

Avrupa’nın kahvehaneleri bilim insanları, iş adamları, yazarlar ve politikacılar için bilgi borsası işlevi görüyordu.” 

Kahvehanelerin siyasi dedikoduların yapıldığı, devrimci heyecanların merkezi haline geldiği zamanlarda olmuş. Ancak tüm yasaklamalar ve baskılar ne kahveden vaz geçirmiş ne de kahvehanelerdeki bilgi akışını bozmuş.

Londra’daki bazı kahvehanelerin denizcilik, matematik ve astronomi derslerinin verildiği yerler olması girişimciler ve bilim insanlarının sanayi devrimini başlatmasına vesile olması şaşırtmıyor beni. Bu kahvehanelerin iyi yanı, bir de ayrımcılığa sahip olması gibi kötü bir yanı var. O dönemde Londra’da ki kahvehanelere kadınların girmesi yasak.

Yirmi birinci yüzyıla gelindiğinde sanat, bilim ve iş dünyası internet üzerine taşınmış oldu. Açık ofis sistemine geçilmesiyle de diz üstü bilgisayarını alan insanlar yeni nesil kahvehanelerde, kitap kafelerde işlerini internet aracılığıyla kahve eşliğinde dünyaya açılarak yapıyorlar. Zaman zaman kitap sohbetleri de bazı kitap kafelerde devam ediyor.

Kahvenin zihinsel yeteneğinin keşfedilmesinden bu yana, masa başında oturarak zihinsel iş yapan, bilim insanlarının, entelektüellerin, tüccarların ve öğrencilerin tercihi kahve, hayatımızda ki en önemli yerini aldı.

“Bugünkü kahve kültürünün ve Starbucks kahvehane zincirinin merkezi olan Seattle kentinin aynı zamanda dünyanın en büyük yazılım ve internet firmalarından bazılarının üssü olması şaşırtıcı değil mi? Kahvenin yenilikçilikle, akılla ve ağ oluşturmayla -artı bir tutam devrimci coşkuyla- ilişkinin uzun bir geçmişi vardır.”





Kahve zihin açar, enerji verir.

Kırk yıl hatırı vardır.

Köpüğü bol, tadı yerinde olsun

Afiyet olsun

Hüma



Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.
































Devamını Oku »

BUNA HAKKIN VAR

0 yorum



-Bugün okulda olanlar hakkında konuşmak ister misin?

-Bu konuda susma hakkımı kullanıyorum.


-Ödevlerini yaptın mı?

-Cevap vermeme özgürlüğüm var.


Özgürlükler, haklar ve sorumluluklar…

Çocuklar ne kadarını biliyor? Biz hangi yaşta, ne öğretmeliyiz?


Çocuklarımıza, yaşadıkları dünyayı sorgulayan ve doğru analiz edebilecek zihinsel alışkanlıklar kazandırmak ve onları, çeşitli etkileri kendi başlarına değerlendirecek bir zihne sahip olmaları için donatmak biz anne-babaların ve öğretmenlerin görevi.

Çocuklara, sırf kendilerinden küçük ve savunmasız oldukları için hükmetme gücü gören yetişkinlerin -bu ister anne-baba olsun ister öğretmen ister komşu, akraba- karşısında kendilerini nasıl savunacaklarını, neye hakları olduğunu nasıl anlatabiliriz?

Çocuklar, okullarda öğretmenleriyle ya da idari kadro ile yaşadıkları sorunları çözebilmek adına, Çocuk Hakları Bildirgesi’nin “Okul disiplininin çocukların onuruna saygı duyması gerekir” maddesini hiç duydular mı?

Bu maddenin içeriğini, tam olarak ne anlama geldiğini biliyorlar mı?

İşte tam da burada elimde tuttuğum “Buna Hakkın Var” kitabının daha çok çocuğa ulaşmasını diliyorum.



Sınıf öğretmeni Bahar Sarıkaya’nın, hak ve özgürlük kavramlarından yola çıkarak hazırladığı, “Buna Hakkın Var” Haklar ve Sorumluluklar Etkinlik Kitabı, Çocuk Hakları Bildirgesi’nin maddelerini ele alarak, onlara haklarını anlatan ve “hakkın varsa sorumluluğunda vardır” ilkesiyle onlara sorumluluklarını hatırlatan, etkinliklerle öğreten bir el kitabı. 





Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilmiş olan Çocuk Hakları Sözleşmesinin en temel maddesi “her çocuğun yaşam hakkı” vardır.

Sözleşmenin maddelerinden bazıları;

*Her çocuk ülkesinde özgürce yaşama ve gelişme hakkına sahiptir.

*Okul disiplini çocuğun insan olarak taşıdığı saygınlıkla bağdaşır biçimde kuralları uygular, gerekli olan önlemleri alır.

*Her çocuğun eğitim hakkı vardır. Bu hakkın fırsat eşitliği temeli üzerinden sürdürülebilir olması devletin görevidir.

*Çocukların ekonomik sömürüye alet edilmeleri ve her türlü işte çalıştırılması yasaktır. Korunma altına alınmalıdırlar.

*Hiç kimse çocukları dövemez

*Çocuklar ailelerinin ve devletin koruması altındadır.


Bu maddeleri okuyunca her şey yolunda diye düşünebiliriz. Ancak hâlâ daha,

-10 yaşındaki çocukların fabrikalarda çalıştığı ülkeler var.

-Dünyanın her yerinde çocuklarını döven anne babalar var.

-10-12 yaşındaki kız çocuklarının, kendilerinden büyük adamlarla evlendirildiği ülkeler var…

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi, yüzden fazla ülke tarafından onay görmüş imzalanmış. Bu hakların tamamını o ülkeler tam olarak uygulayabilmiş mi? O konu kocaman bir soru işareti.

Değiştirme enerjisi, mücadele etme gücü...

Bize dokunan, sadece bizim çocuğumuzu ilgilendiren sorunlardan söz etmiyorum. Tüm dünya çocuklarının tamamı için, bütün gelecek nesiller için, var olması gereken bir adaletten söz ediyorum.


Hâlâ daha okul çağındaki çocukların trafikte dolaşıp arabaların camlarını sildiğini, kâğıt mendil sattığını, bir lira için dilendiğini, küçücük kız çocuklarının koca koca adamlarla evlendirildiğini görünce Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesi’ni kim, ne amaçla kullanıyor, nerede, hangi uygulamada hata yaptı diye düşünmeden edemiyorum.


Haksızlıkları gördükçe, adaletsizlik içinizde bir öfke oluşturur ya, bir de beraberinde şiddeti getirir. Bu kadar çok haksızlık dayanılmaz hal alınca şiddette, savaşta kaçınılmaz olurmuş…

Ancak haksızlığın insanların içine yerleştirdiği öfke, şiddetten başka bir şeye de dönüştürülebilir. Değiştirme enerjisine, mücadele etme gücüne...

Çocuk Hakları Bildirgesi’ni 8-10 yaş için okulda etkinliklerle anlatan Sınıf Öğretmeni Bahar Sarıkaya, tüm çocuklar öğrensin, bilinçlensin diye etkinlikleri kitap haline dönüştürmüş.

Her anne-baba ve çocuğun baştan sona keyifle eğlenerek öğreneceği etkinliklerle dolu bir kitap, “Buna Hakkın Var” Haklar ve Sorumluluklar Etkinlik Kitabı.

Haklarını, yasayı bilen, neyin adil olup olmadığını analiz edebilen farkındalığı yüksek, bilinçli çocuklar yetiştirdikçe, kendilerini savunan ve adalet talep eden bir nesil yetiştirmiş oluruz.

Daha iyi bir dünya, daha iyi bir gelecek için elele…

Sevgiyle kalın




“Çocuklarımızı artık düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız.”

Mustafa Kemal Atatürk



Çocuk Hakları Sözleşmesinin tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.
Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.












Devamını Oku »

BİR TANIŞMA HİKAYESİ

0 yorum


Anne, yazar gerçekten pilot muymuş? 
...

Hikayede geçen olay gerçekten de gerçek miymiş? 

...

Küçük oğlumla birlikte okuyoruz kitabı, daha yedi yaşında.

Zaman zaman hikayeden uzaklaşıyor, kafasında soru işaretleri var farkındayım. Ben ise adeta hikayenin içinde dans ediyorum. Bir yandan da şaşkınım daha önce bir kaç kez okumama rağmen beni niye bu kadar etkilemedi diye. Zamanı mı değildi yoksa ruhuma iyi gelecek bir çevirmen mi bulamamıştım… Kim bilir?

“İnsan ancak yüreğiyle görür. Aslolan göze görünmez.”

Satır aralarında gezindikçe çocuklara yazıldığını sandığım bu kitabın aslında büyüklere yazılmış olduğunu anlıyorum. Ben oğluma okurken Küçük Prens’i, onun aracılığıyla kendime okuyormuşum meğer!

“Büyükler hiçbir şeyi kendi başlarına anlayamazlar; dolayısıyla sürekli olarak onlara açıklamalar yapmak çocuklar için yorucu bir iş oluyor.”

Meraklı sorular giderek artmaya başlayınca Antoine de Saint-Exupéry’i hakkında daha detaylı bilgi edinmek için birlikte araştırma yaptık. Yazarın gerçek hayatta da pilot olması ve uçağının bir çöle düşmesi oğluma ilginç geldi.

Bana ilginç gelen ise bu kitabın yer yüzündeki tüm dillere ve lehçelere çevrilmiş olmasıydı.

O an düşündüm, dünyanın her hangi bir kıtasında bir ülkede, bir kentte hatta bir köyde bile olabilir, benimle aynı hikayeyi okuyan birileri var…

“Onlardan birinde ben yaşıyorum ve gülüyorum diye, geceleyin gökyüzüne baktığında, senin için bütün yıldızlar gülüyor olacak. Yalnızca senin gülmeyi bilen yıldızların olacak!”

Daha önce bir kitabın 5-6 dile çevrilerek başka ülkelerde de okunması fikrine hayran kaldığım olmuştu lakin 420 dil ve lehçe ile tek bir yerde kalmayarak tüm evrende var olma düşüncesi beni büyüledi doğrusu.

Eskiden, seyehatlerimde gittiğim ülkenin, şehrin özelliğini yansıtan kitapçıları ve kütüphanelerini gezerdim. Nerden bilebilirdim ki yıllar sonra dilini bilmediğim ama içeriğini bildiğim bir kitabı arıyor olabileceğimi?

Çok şanslıyım…

Benimle aynı heyecanı paylaşan dostlarım, arkadaşlarım sayesinde, hiç görmediğim ülkelerden, Japonya’dan, Çin’den Malezya’dan, Kore’den, İran’dan ve Sırbıstan’dan birer birer Küçük Prens’ler kitaplığımda yerlerini almaya başladılar.

 


“Herkes gerçek bir arkadaşa sahip olamaz. Arkadaşımı unutursam, rakamlardan başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen büyükler gibi olurum.”


Kısacık bir zamanda muhteşem bir kitabın koleksiyoneri olarak buldum kendimi. Şu anda 48 adet Küçük Prens kitabım var. Bunlardan, çevirmen ve yayınevi farkıyla 11 tanesi Türkçe.

Küçük Prens sayesinde yeni edindiğim dostlarımın sayısı, koleksiyonumdaki kitap sayısından daha hızlı artış gösterdi.

Her yeni kitap, her yeni dil benim için yenilikler demek, hayatımdaki yeni dostlar demek.

Hatta Küçük Prens Müze girişimi aracılığıyla gerçekleşen “Küçük Prens’in Dil Serüveni” söyleşisi sayesinde bu evrende yalnız olmadığımı, benim gibi gökyüzünden yıldızlar toplayan bir sürü insanın olduğunu öğrendim.

“Gülünü büyütmek için harcadığın zaman, onu senin için önemli kılıyor,” dedi tilki.

Herkesin Küçük Prensle bir tanışma hikayesi var. Bu hikaye her ne kadar farklı dillerde de olsa; duygu, anlam, verilen mesajlar ve hissedilen duygular ortak.

Farklıyız lakin ortak bir noktada buluşuyoruz.

Umarım yaşamı sevmeyi, bu dünyada kendimize, başkalarına ve bu evrene karşı sorumluluklarımız olduğu gerçeğini unutmadan; dünyaya, doğaya ve geleceğin yıldızları çocuklara sahip çıkmayı bir an olsun yüreğimizden ve aklımızdan çıkarmayız.

Tıpkı Küçük Prens’in yaptığı gibi…

Sevgiyle kalın

Hüma Oktay


Kısa bir kaç not:
*Eskişehir Anadolu Lisesi’nde, Küçük Prens severlerin maddi, manevi destekleriyle “Küçük Prens Kitap Müzesi” yakında açılıyor.
*Küçük Prens kitabının, çevrilen dil ve lehçeler hakkında daha detay bilgiye koleksiyonerlerden Yıldıray Lise'nin yazılarından ulaşabilirsiniz.

Mutluluk paylaşınca çoğalırmış…

Sevgiyle Kalın
Hüma 
Ocak 2020

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlandı.








Devamını Oku »

ANNELER ÇILDIRMIŞ OLMALI!

0 yorum


Her günkü gibi sıradan bir gün...

“Öğretmenim, tuvalete gitmek için ve yemek yemek için tenefüs var da neden anne görmek için tenefüs yok?”

“Öğretmenim ölülerin arkasından konuşmak günah değil mi? Niye tarihi konuşuyoruz?”

Ah bu çocuklar!

Biz anne ve babalar ömrü hayatımızda ya bir yada iki kere ilkokul öğrencisinin velisi oluyoruz ve bu minikler çabucak büyüyorlar peki ya öğretmenler? Hayatlarında kaç minik öğrencinin öğretmeni oluyorlar dersiniz?

Bahar Sarıkaya’nın hem anne hem de öğretmen olarak yaşadığı deneyimlerden yola çıkıp hazırladığı anaokulu ve ilkokul veli kılavuz kitabı “Anneler Çıldırmış Olmalı” da bazı konu başlıklarını okurken “oniki yıl önce bana böyle bir kılavuz kaptan lazımdı” dedim. Ve tabii ardı arkası kesilmeyen isteklerden oluşan anıları da tebessümle okudum.

“Okula başlamadan önce çocuklara kazandırılması gereken 30 davranış alışkanlığı” ile başlayan, “Anne -babalara-öğretmenlere okuma-yazma öğrenen çocuklar için hikaye kitapları ve çalışma önerileri” ile devam eden, “Başarının püf noktaları” ve “Okulun ilk günleri için 20 altın öneri” ile taçlanan özenle seçilmiş konular ve daha bir çok öneri listesi “Eğitim evde başlar” felsefesiyle içselleştirilerek yazılmış bu kitapta. Ve tabii başarılı, vicdanlı ve mutlu çocuklar için sağlam temellerle desteklenmiş eğitimin olmazsa olmazı Öğretmen –Aile- Öğrenci üçgeni de detaylarıyla öne çıkmış.

Aileler iyi öğretmen arayışındalar;  bilseler ki biz öğretmenler de iyi aile arayışındayız.
Çünkü ailenin eğitemediğini eğitmek çok zor.

Ve bazen sorgularız…

“Türk anne-babaya sahip, izlediği tüm televizyon kanalları Türkçe olan, tüm arkadaşlarıyla Türkçe konuşan çocuklarının günde 2, haftada 10 saat ve sadece okulda görmüş olduğu ingilizce ile nasıl olur da şakır şakır İngilizce konuşamadığı konusunda öğretmenden cevap bekler.”

Ya da

“Okul çağına kadar hiç koşmayan, basketbol, futbol oynamayan, topa bir kez bile dokunmamış çocuklarının nasıl olup da okulda top sürmeyi öğrenemediğini anlamak istemez.”

Ve bazen ardı arkası kesilmeyen istekler gelir…

“Sırtındaki tülbenti kontrol edin, sınıfın ısısına göre kıyafetlerini giydirin veya çıkarın”

“Rozet alamamış, bu hafta ona da rozet taksanız, çok üzüldü.”

“Hocam sesli mesaj gönderir misiniz? Yatmasını söyleyin, geç yatıyor benim çocuk.”

Ah bu veliler!

Bahar Sarıkaya’nın kaleminden “Anneler Çıldırmış Olmalı” ; okurken not almak isteyeceğiniz, gülerken düşünüp, düşünürken öğreneceğiniz, “Çocuklarınızla bunları yaptınız mı?” Başlığındaki 222 maddeyi okuyunca hepsini yapmak isteyeceğiniz bir kitap.


Keyifli okumalar
Sevgiyle kalın

Hüma
Kasım 20019

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.


Devamını Oku »

SAVAŞÇI

0 yorum

Bobby Dixon
(Ali Muhammed)
Dipten zirveye... 



“Anneeee, bunu mutlaka sen de okumalısın!” dedi, elinde salladığı kitabı burnuma doğru sokarak. Çok yakın bir dostumuzun karne hediyesiydi “Savaşçı”

Onun bu ısrarcılığı beni daha çok meraklandırdı. İlk bakışta Fenerbahçe’li bir basketbolcunun yaşam öyküsü diye adlandırabileceğim sıradanlık yavaş yavaş yerini gizemli bir merak duygusuna bıraktı…

Oğlumun eline aldığı kitabı aynı gün içinde bir solukta bitirmesinden anlamlıydım. Satırlar arasında ilerledikçe farkına vardım ki bu kitap, mücadelenin, çok çalışmanın, başarının yanında hiç pes etmemenin kitabıymış… 

“En dibe vurduğunda gidebilecek başka yer olmadığına göre tek yapman gereken yukarı çıkmaya başlamaktır.”

Doğduğumuz coğrafya ve doğuştan sahip olduğumuz din, dil, ırk gibi bazı özellikler bize, şansı ve şanssızlığı beraberinde getirirmiş.

“Bizim ise tek yapmamız gereken değiştiremediklerimizin değil, değiştirebildiklerimizin üzerine odaklanmak” diyor 1983 Chicago doğumlu Bobby Dixon. Uyuşturucu batağının içindeki ailesiyle verdiği yoksulluk mücadelesi, hayata 1-0 yenik başlamasını sağlasa da, hatalarla dolu yaşamından zirveye doğru tırmanırken aldığı dersler, sabır ve azimle çalışmaya devam ettiği cesaret dolu mücadelesini anlattığı hayat hikayesi “Savaşçı” Nemesis Kitap tarafından okurlarla buluştu.

“Bu benim hayatımda aradığım başlangıçtı..." dediği Kankakee Devlet Üniversitesi’inde deneme idmanından sonra aldığı burs sayesinde basketbol hayatı resmen başlıyor. Sanmayın ki ilk başvurduğu okul ona burs verdi. Kabarık sabıka dosyasını, onun daha sonraları sorun çıkaracağının işareti olarak algılayan bir çok okul sergilediği performansa rağmen red cevabı veriyor.

Ama yılmadan çalışmaya devam eden Dixon, çabaları ve azimli çalışmaları sayesinde burslu girdiği Troy Üniversitesi'nin sağlık bölümünü yüksek bir dereceyle bitirmeyi başarıyor.

Hayaller büyük, gidilecek yol uzun, daha çoooook çalışmak gerek!

“O günlerle ilgili hatırladığım şeylerden biri de, öyle bir hayat yaşamak istemediğimin farkına varmamdı. Daha fazlasını istiyordum. İçinde doğup büyüdüğüm aile belliydi, bunu değiştiremezdim. Sonuçta hiçbirimiz nerede ve kim olarak doğacağımızı seçemeyiz. Değişitremeyeceğim şeyler karşısında bir şeyler yapabiliridim ama. Özgürlük hissine ihtiyacım vardı belki. Ya da kaçmaya. Ve bu ikisini bana aynı anda hissettirebilen tek şey spordu.” Syf 58

Hayal kırıklıklarını en aza indirmek için zaman zaman gidilen yolu, tercihleri değiştirmekle yeni kapıların açılmasına şans vermeyi deniyor Dixon.

“1.78 metre boyun NBA'de bir kadroda yer almak için yetersiz olduğunu biliyordum.”

NBA hayalinden vaz geçerek Avrupa basketbolunda şansını denemeye karar vermesi de onun için hayatında açılan yeni kapılar, yeni başlangıçlar demekti.

Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Ona inanan antrenörler ve takım arkadaşları sayesinde adım adım zirveye tırmanıyor.

“Kuzenimle birlikteaynı evde kalıyordum. Kendime zar zor yetiyordum. Kuzenim ise yeniden uyuşturucu satarak para kazanabileceğimi söyledi. Bunu birdaha asla yapmayacaktım. Hiç uzatmadım ve evden ayrıldım. Beni yanlışa sevk ettiğini hissettiğim her yerden ve herkesten uzaklaşmaya kararlıydım.” Syf 81

Büyürken kendi hayatında yaşadığı zorluklar sırasında eksikliğini hissettiği bir çok şeyi şimdi o çevresindeki gençlere sağlamaya çalışıyor. Chicago'da kurucusu olduğu "Lionheart" vakfı sayesinde yaz döneminde gençler için basketbol kampları düzenliyor. Amacı 10-17 yaş arasındaki gençlere hem basketbolu sevdirmek hem de hayatta karşılaştıkları zorluklarla mücadele etmelerini sağlamak.
Kitap bittiğinde şunu düşündüm “Yapabilirsin! Yadaaaa yapmamayı da tercih edebilirsin. 
Hayat senin! Seçim senin!”


Temmuz 2019
Hüma Oktay

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır





Devamını Oku »

Çıtır Çıtır Felsefe

0 yorum

Hayatı anlatan kitaplar…





“Anne dürüst olmak ne demek?” 

“Anne öğretmen, siz iyi ahlaklı çocuklarsınız dedi. İyi ahlak ne? Kötü ahlak nasıl olur?”

“İnsanlar neden ölür?”

“Büyüyünce herkes işe gidiyor. İş ne demek?” 

“O makinelerden para geliyor ya, para sihirli mi?”

Ben diyeyim 10 yıl siz deyin 13 yıl önce…

Ben o zamanlar tek çocuklu bir anne iken, anaokulu çağındaki oğluma iyi ve kötüyü, aşk ve dostluğu, şiddet ve şiddetsizliği, yaşam ve ölümü...  ve bunun gibi daha nice soyut kavramı anlatmaya çabalarken keşfettiğim Çıtır Çıtır Felsefe serisi sayesinde bir çok soru cevapsız kalmaktan kurtuldu. 

Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi gören Brigitte Labbé‘in yazdığı ve Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Michel Puech‘ın ve lise felsefe öğretmeni Pierre-François Dupont-Beurier katkılarıyla ortaya çıkan Çıtır Çıtır Felsefe serisi Günışığı Kitaplığı aracılığıyla okuyucuları ile buluşmaya devam ediyor. 

Hayat bu! Yıllar geçtikçe konular birikti, kitapların sayısı artı ve doğal olarak kitaba olan ilgi daha da arttı. Sonunda olan oldu, ağabeyinin odasına gire çıka kitaplıktan aldığı bütün seriyi kendi kitaplığına taşıdı. Kullanım hakkını saklı tutmak kaydıyla ağabey ağabeyliğini yaptı kitapların yeni yerine gitmesine ses çıkarmadı.

Yaşadığımız gezeni anlamaya çalışan çocukları, doğru sorular sorarak düşündüren, hayatın içinden örneklerle temel kavramları anlamalarına yardımcı olan Çıtır Çıtır Felsefe serisi her kitapta ayrı bir kavramı ele alıyor. 

“Bir gün ölümün geleceğini unutursak, her zaman her şeyi yarına bırakabiliriz. Her gün işlerin bekleyebileceğini, bir sürü zamanımız olduğunu, onları yarın yapacağımızı, sonra öbür gün yapacağımızı ve sonra tekrar, yarın yapacağımızı düşünür, sonuçta hiç bir şey yapamayız. 

Hayallerine ve amaçlarına ulaşma isteği duymak için insanın, yaşamın sonsuza kadar sürmeyeceğini hatırlaması gerekir. Yoksa niye kendimizi yoralım, neden çaba harcayalım ki? 


Sonuç olarak, yaşamın bir gün bitecek olması bizi, onu doğru yönlendirmek ve başarılı olmak için çaba göstermeye iter. 

O halde gerçek soru, "Neden ölürüz?" değil, "Nasıl yaşamalıyız?" sorusudur.”

Çıtır Çıtır Felsefe / Yaşam ve Ölüm /syf 38


Üzerinde düşünülecek, konuşulacak tüm kavramların olduğu bu seri, zaman zaman, tekrar tekrar okunacak kitaplar listesinde olmaya devam ediyor. 

Devam ediyor diyorum otuzbirinci son kitap Şans ve Şanssızlık raflarda ve tabiki bizim kitaplığımızda yerini aldı. Arkadaşı ile birlikte kitabı aldığımız gün okumak için eve kadar sabredin dedim ama nafile. 


İyi okumalar 

Sevgiyle kalın

Hüma 
Ocak 2019






















Devamını Oku »

Karadankaçanlar

0 yorum

Ben diyeyim Denizekaçanlar, sen de Karadankaçanlar...






Uzun yıllardır gezenti bir babadan olma, biraz çatlak ancak iyi kalpli ve çalışkan bir anneden doğma Tomris’in ve hikayeler uydura uydura yelkenli ile ülke ülke gezen annesinin hikayesi Karadankaçanlar...

Tabi bu hikayede sadece Tomris ve annesi yok.

Merakını yenemeyip herşeyi birbirine karıştıran Sütliman hanım, üç küçük yavrusunu arayan Demir Ejderhaları’ndan Mine Dörtkafa, korkunç OkurCanına Cadısı’ndan kaçan şehir halkı ve cadının tepelerden birinin zirvesinde mağranın derinliklerinde sakladığı üç küçük ejderha yavrusu…

“O yüzden madem hâlâ buradasın ve kararlısın dinlemeye devamını hikâyenin… Yada kararlı değilsin de, sıkıcılar sıkıcısı bir yetişkin ısrarla dikiliyor tepende, oku diye devamını kitabın… Anlatayım da, başladığı işi yarım bıraktı deme hakkımda sakın. Hem zaten… hiç istemesem de koparmayı ödünü yada hoplatmayı yüreğini… tutamayacağım galiba çenemi ve her durumda anlatacağım hikâyenin gerisini.”

Maceracı ikili Tomris ve annesinin yolları intikam peşindeki bir cadıyla kesişirse, merak dolu sorular gelmez mi insanın aklına?  Cadının büyüsü altındaki liman kentindeki çocuklara ne olacak? Yavru ejderhaları kim kurtaracak? OkurCanına Cadısının da bir kalbi var mı? Cadının uçan süpürgesine ne oldu?

Tüm soruların cevapları, şiirsel ve neşeli anlatımı ile  Aslı Tohumcu’nun kaleminden “Karadankaçanlar”da…

İyi okumalar.
Sevgiyle Kalın
Hüma





Devamını Oku »

Eskimus Serüvenleri

0 yorum


“Yaaa, böyle bitmemeliydi!”

İki gündür elimizden düşürmediğimiz Eksimus Serüvenleri’nin kahramanları adeta zihnimizi istila etmiş durumda. Oğlumla birlikte, zaman zaman kahramanların yerine geçip, sen olsan ne yapardın? Ben olsam şöyle yapardım gibi yorumlarla maceranın kritiğini yaparken bulduk kendimizi.

Her şey kış sezonunda Yasemin Sungurla Kitap İle Sohbet etkinliğinde kullandığım mini not defterimi bulup, karıştırmakla başladı.

Yazar etkinliğine katılan Aslı Tohumcuyla kitaplarını konuşurken araya minik harflerle eklediği çocuk kitapları yazdığı bilgisini kendime not etmişim. Yaz boyunca okunacaklar listesine de eklemeyi unutmamışım. İyiki de yapmışım. Geçenlerde internet siparişlerim geldi merakla önce çocuk kitaplarından başladım. Kitap öyle sarmış ki sesli yorum yapmışım. Oğlum merakla yanıma gelerek kitap hakkında sorular sormaya başladı. Ben heyecanla anlatırken “Dur anlatma, ben de okuyacağım” demesiyle kitaplar aramızda dolaşmaya başalamasın mı?

Birinci kitap “Üç Kişilik Ordu”yu benden sonra okumaya başlamasına rağmen ikinci kitap “Yalancı Cennet”i ben bitiremeden yetişti kerata.

Gün içinde verdiğim zorunlu kısa molalar uzun soluklu okumama engel olsada, onun gibi saatlerce aynı koltukta kalıp heyecanla, kesintisiz kitap okumayı çok isterdim. Çocuk olmayı özlediğimi farkettim.

Tabiki üçüncü kitap “Her Çocuğun Rüyası”nı benden önce bitirdi. Kitap biter bitmez, -daha önce yaptığı gibi- yanıma gelip sonunu anlatmadığına göre kesin katil uşak!

İçimdeki merak kelebekleri pırpır etse de yinede soramam, bilirim ki merakla seyrettiğim filmlerin ve okuduğum kitapların sonunu birinin söylemesi bütün büyüyü bozar.

Sonunda bende seriyi bitirdim. Evet yaaa böyle bitmemeliydi!

Kitapların en sevdiğim yanı, sonrasında yapılan sohbet. Konu konuyu açıyor, sorular, cevaplar havada uçuyor. Hatta biz olayları devam ettirip dördüncü kitabın konusunu belirleyip, hızımızı alamayıp serinin tamamının filmi çekilseydi sahnelerin nasıl olabileceğini bile hayal ettik.

İkiz kardeşlerin ailevi sırları ortaya çıkarmak isterken yaşadıkları maceralar, aile üyelerinin düştüğü zor durumlar, yeni kazanılan dostluklarla kurulan işbirliği ve hiç hesapta yokken ortaya çıkan düşmanlar.

Acaba kazanan kim olacak? Dr.Eksimus mu? Profesör Devküçük mü? Yoksa ikizler mi? Sizce savaşın kazananı olur mu? Macera boyunca kimin eli kimin cebinde? Acaba dost bildiklerimiz bizim düşmanımız mı yoksa düşmanımız bir gün gelir dostumuz olur mu?

Tüm soruların cevapları Aslı Tohumcu’nun kaleminden “Eksimus Serüvenleri”nde…

İyi okumalar.
Sevgiyle Kalın
Hüma


Haaa unutmadan katil uşak!

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.






Devamını Oku »

Şu Acayip ...

0 yorum

Ah Şu Acayip Şeyler 






Anneee….

-Yarasalar gece nasıl avlanırlar?

-Neden Hindistandaki fillerin kulakları Afrika fillerinin kulakları kadar büyük değil?

-Kulağakaçan böceği gerçekten kulağa kaçar mı?

-Balıkların kulak delikleri var mıdır?

-Neden iki kulağımız var?


Sorular ardı ardına gelince oğlumun yeni öğrendiği bilgileri benimle paylaşmak istediğini tahmin ederek,

“Bilmiyorum ama cevabını merak ettim” demem yeterli. Sonrasında onu susturabilene aşkolsun.

Kulakların Hayat Bilgisi ve Fen Bilgisi kitaplarında yazmayan, çok acayip gerçekleri, Tarık Uslu’nun kaleminden Şu Acayip Kulaklar kitabında.

Aslında “Şu Acayip Kulaklar” serinin yirminci kitabı.

İki yıl önce kitapçıda kitapları karıştırırken oğlumun ilgi alanı olan Hücre, Atom, Işık ve Renk sayesinde tesadüfen keşfettiği Tarık Uslu’nun bu serisi Fen Bilgisi derslerinin vazgeçilmez eğlencesi…


Bu seriden aldığı keyif, kitapları okurken kıkırdamasından belli.


Yaz döneminde evi karıncaların basması “Şu Acayip Karıncalar”, hiç durmadan öten cırcır böcekleri, kulağa kaçanlar, tesbih böcekleri sayesinde de “Şu Acayip Böcekler” ve daha niceleri kitaplıktaki yerlerini almaya başladılar, yeryüzü, gökyüzü, uzay derken bir bakmışız yirminci kitaba gelmişiz.


Kitabı okuduktan sonra acayip sorularla bizi sıkıştırması, “Biliyormusun anne?” diye başlayan cümleler ile uzun uzun okuduklarını anlatması sayesinde ister istemez ev halkı olarak biz de bu serinin müptelası olduk.

Tüm çocuklara, çocuk kalanlara ve ömür boyu öğrenci olanlara iyi okumalar.

Sevgiyle kalın
Hüma 







Şu Acayip Şeyler  serisi hakkındaki düşüncelerini benle paylaşır mısın?

“O kadar bilimsel ve zor şeyleri son derece espritüel bir dilde anlatmış. Ders kitaplarından daha eğlenceli. Anlatılan her şey çok kolay kafaya oturuyor. Ben böyle anlattım anne ama sen cümleleri düzenlersin.”








Devamını Oku »

Babalardan Babalara

0 yorum


“Ben annemle birlikte yaşıyorum, babam ara sıra geliyor. Sen kiminle yaşıyorsun?”

3,5 yaşında bir çocuğun sözleriydi bunlar. O dönem iş yoğunluğu nedeni ile çok seyahat eden eşim her cuma akşamı evde olmaya çalışır hafta sonunu oğluyla geçirmeye özen gösterirdi. Oğlum, başka ülkelerin, şehirlerin varlığını o dönemde öğrenmişti. Ve ben de yine o dönemde öğrenmiştim, çocuğunla kaliteli zaman geçirmek demenin ne demek olduğunu.

Yıllar çabuk geçiyor şimdi bazı iş seyahatlerine, lansman toplantılarına birlikte gidiyorlar.

“Babalarından, çocukluğun erken dönemlerinde -2,3,5 yaşlarında- yeterince sevgi alabilen çocukların, bir binanın temelini sağlam attıklarını ve o binanın kolay kolay sarsılmayacağını düşünüyorum.” Demiş Prof. Dr. Kemal Sayar /Syf 88

Çocuklarımız büyürken ben de eşim de doğru davranışlar sergileyebilmek adına onların okullarının düzenlediği bir çok eğitime katıldık, zaman zaman okuduklarımızı paylaştık, yeri geldi bir uzmana danıştık. Haa rağmen hata yapmadık mı? Yaptık tabi… Biz çocuklarımızla geliştik ve çocuklarımız sayesinde anne ve babalarımızı anladık.


Bu ara elimden düşüremediğim, Sevilay Acar’ın “Babalardan Babalara” adlı kitabı yeni bilgileri hafızama kaydederken, eski anıları da canlandırdı.

Birbirinden değerli, mesleklerinin duayenleri ile yapılan müthiş bir röportaj.  Konu babalardan, çocukluklarından, kendi çocuklarına kadar uzanıyor, sadece baba –çocuk ilişkisinin konuşulacağını sanırken, kadın-erkek ilişkileri, evlilik, aile olma bilinci, ailede babanın–annenin rolü, Türk toplumunda aile hayatında kadının ve erkeğin değişmeyen kalıplar içine sıkışmış rollerinin de konuşulduğunu okurken buluyorum kendimi.

Konu konuyu açıyor, altını çizdiğim yerlerin ve not aldığım kaynak kitapların sayısı artıyor. Babalık psikolojisinden, hormonlu çocuklara ve çağımızın hastalığı diyebileceğimiz internet bağımlılığına ve Narsisizm’e kadar uzanan konular, sonunda baba adaylarına ve yeni baba olmuş babalara bilgiler ile son buluyor. Ama benim için dolu dolu bir başucu kitabı olarak hayatıma giriyor.

Sevilay Acar‘ın özenle seçtiği sorular, değerli hocalarımız Prof. Dr. Özcan Köknel, Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Prof. Dr. Kemal Sayar ve Pedogog Ali Çankırılı‘nın detaylı verdiği cevaplar ve konu özetlenirken gösterilen müthiş kaynak kitaplar…

Bu kitabı okurken hep aklımdan geçen ve olmasını dilediğim, babalar gününün yaklaştığı şu günlerde, baba- çocuk ilişkisini yaşayabilen şanslı azınlıkta ki çocukların sayısının artmasıydı.

“Baba demek –bir kız çocuğu için de bir erkek çocuğu için de- dünya demek. Çocukların gelecekte oluşturacakları hayata şekil veren, onların ruhsal ve fiziksel gelişimlerini olumlu ya da olumsuz etkileyen en önemli değer.

Baban mı var, dünya var!” syf 239

Herkes şanslı olmuyor maalesef, bazı çocuklar bir eksik girecekler bu özel güne ve hüzünleri günler belki de haftalar öncesinden başlayacak. Çünkü biraz erken gitti onların kahramanları, sırtlarını yasladıkları koca çınarları…

Kimi zaman minik yürekler göz yaşlarıyla babalarını uğurladılar… Kimi zaman babalar gencecik oğullarını toprağa verdiler sımsıkı tuttuğu minik ellerle birlikte…

Seyircisiyiz olan bitenin. Yanında olup, bir şeyler yapmaya çalışsak da, hiçbirimiz bir çocuğun babasının yerini tutamayacağız ya da dindiremeyeceğiz bir babanın evladına özlemini…

Bizler şanslıysak eğer, babalarımızla ve bir baba olarak evlatlarımızla hâlâ daha birlikte vakit geçirme şansını yakalayabiliyorsak, ‘yarın’ değil, ‘sonra’ ya da ‘bir ara’ hiç değil ‘şimdi’ tam zamanı…


Her çocuğun kahramanı, babaların günü kutlu olsun.

Sevgiyle kalın, daima…

Hüma Oktay


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.






Devamını Oku »

Aklın Kutsal Kitabı

0 yorum


Hız sınırını aşalı çok oldu, yavaşlama hissi geldiği gibi gidiyor. Zaman mı beni kovalıyor ben mi zamanı bilemiyorum henüz. Kuyruğunu kovalayan şaşkın kedi gibiyim.

Evde hepi topu dört kişiyiz, buna rağmen aynı anda sofraya oturmakta zorlanıyoruz. Etkinlik saatleri, trafikten kaynaklı gecikmeler, seyahatler bizim minik engellerimiz.

Rağmen üçlü, ikili yada hep birlikte sofraya oturmak, o masa başında sohbet etmek hayatımın akışında en sevdiğim anlardan biri.

“Günün nasıl geçti?” sorusu yerine, “Bugün şöyle birşey öğrendim” cümlesi ile başlayıp okuduğum yada duyduğum birşeyi paylaşmak onların da bu konu hakkında ki fikirlerini almak, sohbeti daha da eğlenceli hale getiriyor. Konu konuyu açıyor, sohbet güzelleşiyor e haliyle yemek de uzuyor.

Uzasın varsın. Sohbet şahane yemek bahane!

Uzun zamandır, mutfak masasının alt rafında duran bir kitabım var. İçerisinde, biraz felsefe, biraz bilim, biraz tarih, çok özel insanların hayatlarından ders alınacak sıra dışı kesitler, yanlış bildiğimiz doğrular… daha neler neler. Doç. Dr. Şafak Nakajima’nın kaleminden Aklın Kutsal Kitabı.

"Üç maymunun kökenleri, eski Japon Koshin folk geleneklerine dayanır.
İki eliyle gözünü kapatan maymun Mizaru, kötü gözle bakmamayı simgeler.
Kulaklarını kapatan Kikazaru’nun mesajı, kötüyü dinlememektir.
Ağzını kapatan İwazaru, kötü söz söylememeyi öğütler.
Bazen onlara bir başka bilge maymun, Şhizaru da eklenir.
Kollarını kavuşturan Shizaru, kötü şeyler yapmamanın sembolüdür.

Düşünmeye değer!
Üç maymunu sorumluluk ve kayıtsızlığın sembolü gibi mi algılıyoruz, edepli olmanın bir yolu mu?" Sayfa 73

Özellikle ilgilerini çekeceğini bildiğim şeyleri kendi cümlelerim ile anlatmak yerine kitaptan okumayı tercih ediyorum. Onun içinde kitabın sağı solu, renkli etiketlerle dolu. Maviler çocuklarla konuşulacak konular. Diğer renkler ise kendime not.

Bir filozof olduğu kadar bir anadolu bilgini olan Thales’den kaşif, şair, müzisyen, şarkıcı, güzellik uzmanı, moda tasarımcısı, astronom, botanikçi ve çoğrafyacı Ziyab’a; mini minnacık bir deniz canlısı olan Sacculina‘nın yengeçlere yaptığı akıl almaz numaralardan, Toxoplazmaların farelerin beynine yaptığı etkiye kadar geniş bir yelpazade konuş konuş bitmeyecek konular.


Bilgi, insanı şüpheden; iyilik acı çekmekten, kararlı olmaksa korkudan kurtarır. Konfüçyüs


Hayatın bu akıl almaz hızında, hepimiz zaman polisi gibi dakikaları kovalayıp oradan oraya savrulurken bile avucumuzdaki mini aletlerin içinde bir yerlerde seyrüsefer halindeyiz. Bedenimiz bir yerde, ruhumuz başka bir yerde.

Aklın Kutsal Kitabı’nı okurken de, okuduğumu paylaşırken de anda ve şimdide kaldığımı hissettim ve zamanın genişlediğinin farkına varmam ise yemeğin üzerine yenen lezzetli bir tatlı gibiydi.

Daha çok kitap…

Daha çok bilgi…

Daha çok sohbet…

Daha çok anı…

"Sevdiğimiz birini yitirdiğimizde, o bir anda gitmez. Yavaş yavaş gider…
Önce haber alamaz oluruz…
Sonra yastığındaki, giderek evdeki kokusu kaybolur…
Gerçek manada kaybı ise ancak zihnimizdeki izlerinin kaybıyla yani unutmamızla olur…
Onları zihinlerde ve gönüllerde en güzel şekilde yaşatmamız, ışıklarının hâlâ yanıyor olması demektir…"  sayfa 230

Sevdiklerinizle güzel anılar biriktirmeniz dileğiyle…

Hüma Oktay
Şubat 2019

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.



Devamını Oku »

Aziz Nesin'den Seçmeler

0 yorum


Zaman zaman kitaplığımdaki keyifle okuduğum, kitaplara sığındığım doğrudur. Aziz Nesin'in eserlerinden bir kaç satır...

Zübüklüğün Sonu Yok
Çok ilerledik
Vatandaşlar ! Aziz vatandaşlar! Muhterem vatandaşlar!
Bu gün çok ilerlemiş bulunuyoruz. Bazıları bunu inkar etmeye çalışıyor. Hiç güneş balçıkla sıvanır mı? Sıvanmaz.

Pek muhterem vatandaşlar! İşte gözünüzün önünde … Şu meydandaki asfalta bakın. Eskiden asfalt var mıydı? İçinizde ellisini geçkin olanlar hatırlarlar ki, eskiden asfalt masfalt yoktu. Daha eskiden kaldırım da yoktu. Çok daha eskiden toprak yol bile yokmuş. Ondan da önce, insanlar yol diye birşey bilmiyorlarmış. Bir de ilerlemedik diyorlar. Daha nasıl ilerleyelim? Ya yol yapmasaydık, ne olacaktı? Syf 101


Gülmekten Öldüren Öyküler -1 / İntikam
Salona girdik. Film başladı. Aklım hep güzel kadınlarda. Ayıp değil ya –belki de ayıptır- ne zaman bir dangalağın kolunda bir güzel kadın görsem, kıskanırım.
Syf 16

Toros Canavarı
Bütün bu insanlar, karısı, oğlu, kızı, polisler, gazateciler, hepsi, hepsi birden yanılmış olamazdı ya… Demek o gerçekten bir canavardı da kendisi bunu bilmiyordu. Syf 21

Bende Çocuktum
Onbeş yıl oluyor. Babıâli’ye aşk şiirleriyle girdim, yokuşun alt başından ellerim kelepçeli çıktım. Bir küçük , bir güdük kalem ki, şeflerin, diktatörlerin, yardakçıların hıncına, gayzına, gazabına hedef oldu.
Şimdi dönüp geriye bakıyorum. Bir yaz güneşi altında, yedi rengin bütün çekiciliğiyle boncuk boncuk ışıldayan oynamak isteyen bir yaramaz çocuğun âkıbetine uğramışım. Bütün suçum, kendilerini arıbeyi sanan eşekarılarını tedirgin etmiş olmamdır. Syf 98

Seyyahatnâme
Hızır,
-Para olmayınca , sağlık ne boka yarar hey akılsız!… dedi.
İşte o zaman az önce söylediğim “Bir zengin olsam ben…” türküsünü ansıdım. Gelgelelim, saygımdan dilim damağıma dolanarak, Hızır Aleyhisselâma “Bir zengin olsam ben!” diyecek yerde, başımın ateşinden mi, şanssızlıktan, yoksa şaşkınlıktan mı, her nedense,
- Bir gezgin olsam ben! demişim.
Hızır bir kahkaha atıp,
_ Senin gibi şaşkına Hızır neylesin?… Zengini, gezgini birbirine karıştırırsın he kafasız! İstediğin gezgin olmaksa, haydi gez, dolaş! Tanrı seni gezgin eylesin! dedi. Demesiyle gözden yitip karanlıklarda yok oldu. Syf 13

Devamını Oku »

Ergen Beyni

0 yorum



Ergen dediğin nedir ki? 

Herşeye itiraz eden, verilen sorumluluğu yerine getirmekte zorlanan, bir öyle bir böyle değişken ruh haline sahip, yetişkin görünümlü sivilceli çocuk! Maalesef bir nesil böyle büyüdü.

Ergenlerde gördüğümüz ama anlamlandıramadığımız çoğu tavrın nedenlerinin hep psikolojik olabileceğini düşünmüşümdür. Bunun da payı varmış ancak Dr. Frances E. Jensen ve Amy Ellis Nutt‘un yazdığı Ergen Beyni adlı kitapta beynin fizyolojik yapısını açıklayarak ergenleri tanımlamış. Bu kitap, bir nörobilimciden ergen ve genç erişkinlerin yetiştirilmesinde ilişkin hayatta kalma rehberi olarak tanımlanabilir.

Dr. Frances E. Jensen’ın iki oğlu var ve aslında laboratuvar ortamında yada denekler üzerinde yapılan araştırmaların, işin teori kısmının yanı sıra birebir gözlemlediği işin pratiği de bu kitabı yazmasını kolaylaştırmış olmalı.

İtiraf etmeliyim kitabın başlarında beynin fizyolijik yapısını anlatırken biraz zorlandım. Konular ilgi çekici olduğu kadar çok teknik. Fakat daha sonraki örnekleri okurken beyindeki tüm bu işlemin, hücreler arası bilgi alış verişinin, bilgilerin işlenmesinden sorumlu beyin dokusunun nasıl olduğu gibi tüm detayları daha iyi anladım. Anladım da bunu ergen oğluma nasıl izah edeceğim kara kara düşünüyorum.

Senin bu beynindeki hücrelerin salgıladığı nörotransmitterler nöronların içinde sinyal iletimini kesmiş çocuğum, yada prefontal loblarının henüz tam anlamı ile çevrim içi değil yavrum mu desem? Denemessem baştan kaybederim.

Bu kitabın sonunda anladığım ki “ergenlerin bilgiye saygı duydukları ve doğaları gereği kim olduklarını öğrenmeye meraklı oldukları” gerçeği bana her daim yol gösterecek. Hal böyle olunca kitapta gösterilen grafikler çizimlerle hayatlarının ne kadar özel bir safhasında olduklarını anlamalarına yardımcı olmak da biz ebeveylere düşüyor. 

Kitabın bir çok bölümüne işaretler koyarak sınıflandırdım. Hangi bölümün hangi sayfasını hangi oğluma okuyacağım, renklerle işaretli. Yeni bilgiler ilgilerini çekiyor. Öğrenmeye açıklar ve bilimsel kanıtlarla sunduğum her bilgiyi daha çabuk kabul ediyorlar. Yani sınırsız itatkar değiller. Ben de itirazlara açık olmayı öğreniyorum. Birde ergenlerdeki bu dönemin dezavantajlarından biri bilgiyi uzun dönemli stoklama konusunda zorluk çekiyor olmaları, onun için sık tekrar gerekiyor. Tabi bu sık tekrarı benim gibi abartan annelerden olmayın derim. Elimde bu kitapla onlara doğru yaklaştığımı gördüklerinde “Anne yine mi yaaa” diyen bir ön ergene sahibim. Bu arada ergen ile ön ergen arasnda dengede kalmak için gidip geliyorum. Zaten öğrendim, boylarıyla doğru orantılı uzayan tek şey dilleri! “Maşallah dil pabuç gibi!…” derdi büyüklerimiz. Ben evde iki tane ile baş etmeye çalışırken okullarda öğretmenlere özellikle rehberlik öğretmenlerine sabır diliyorum. Yaptıkları işin zorluğu karşısında önlerinde saygıyla eğiliyorum.

Karar verememe durumu

“Peki ama ergenler niçin kendilerini çılgınca şeyler yapmaktan alıkoyamazlar? Ergenlerin beyinleri yetişkinlerin beyinlerine oranla genel anlamda daha yoğun ödüllendirilme hissi tecrübe eder ve ergen beyni hem daha fazla dopamin hormonu salgılar hem de dopamin hormonuna daha fazla tepki verir. Bu yüzden heyecan peşinde koşmak genellikle uyarılma ve ödüllendirmeyi kontrol eden sinir sistemlerinin özellikle hassas olduğu bir dönem olan ergenlik ile ilişkilendirilir. Ancak ergenlerin frontal lopları ile beyinlerinin diğer bölümlerinin arasındaki bağlantıların yetişkinlere oranla daha seyrek olması, tehlike arz etme potansiyeli olan durumlarda kontrolü ele alarak bilinçli karar vermelerini zorlaştırmaktadır.” Syf 120

Karar verememenin dışında diğer bir tehlikede ergenlerin yaptıkları hareketin sonucunda başlarına neler gelebileceğini bilememeleri. Üç adım sonrasını hesaplayan ben, bak böyle yapınca bu olur diye uyarmama rağmen ağlayarak gelen ön ergen oğluma “Neden?” diye sorduğumda, “Sonucu kendim deneyimleyerek görmek istedim” cevabını alıyorum. Anladım ki önceden bilgi versemde vermesemde o zaten yapacak, iyisi mi az zararla çıkabileceği şeylerde sesimi çıkarmayayım da kendisi düşe kalka deneyimlesin. Ancaaaaak, gözüm üstünde…


Göz göre göre dijital istila

Kitap, çocuklarınızın sağlıklı büyümesini istiyorsanız telefon, bilgisayar, televizyon vb LED ile aydınlatan aletlerden mümkün olduğunca uzak tutun diyor.

“Yapılan araştırmalar, akıllı telefonları, bilgisayarların ve diğer cihazların arkadan aydınlatmalı LED ekranlarına yalnızca iki saat bakılmasının melatonin hormonunun salgılanmasını yüzde 22 oranında engelleyebildiğini ortaya koymaktadır. Araştırmacılara göre sirkadiyen ritminin yatma vaktinden önce bu şekilde uyarılması insanların, özellikle de ergenlerin uyku düzenlerini hatırı sayılır düzeyde etkileyebilmektedir.” Syf 114

Sonra devam ediyor, uyku düzeni bozulan ergenlerde yetersiz uyku sonucu ortaya çıkan fizyolojik, duygusal ve bilişsel sorunları tek tek ele almış. Özetle;

Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan fizyolojik nedenleri

· Sivilce ve sedef hastalığı gibi stresle ağırlaşan cilt hastalıkları

· Aşırı yemek veya yanlış besinler tüketmek

· Spor faaliyetlerinde yaralanma

· Yüksek tansiyon

· Ciddi hastalıklara yakalanma riskinin artması


Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan duygusal nedenleri

· Saldırganlık

· Sabırsızlık

· Düşüncesizlik ve münasebetsizlik

· Özsaygı eksikliği

· Ruh hallerinde ani değişiklikler


Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan bilişsel nedenleri

· Öğrenme yeteneğinin zayıflaması

· Yaratıcılığının azalması

· Problem çözme becerilerinin yavaşlaması

· Unutkanlığın artması


Veeee daha bitmedi
“Araştırmanın sonucunda günde bir saat veya daha fazla bilgisayar oyunu oynayan ergenlerde daha fazla ve daha şiddetli Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu belirtileri ile dikkatsizlik görüldüğü ortaya çıkmıştır.“ Syf 233

Tüm bu açıklamaların sonucunda akla gelen soru aynı. İyi de nasıl? Bu kadar teknolojinin içinde birbirleri ile yarışırken kural koyup kısıtlayarak onların sağlıklı ama hâlâ bizimle iletişim içinde olmasını nasıl sağlayabiliriz?

İşte burada anne - baba yaratıcılığı devreye giriyor. Her çocuk – ergen kendi içinde başka özellikler barındırıyor, önce onları analiz etmek gerekecek. Daha çok işimiz var...
Bana en çok söylenen “sen ilkinden tecrübelisin!” Ah aaaah her zaman çalıştığım yerden gelmiyor ki! Hep ters köşe! Hep ters köşe!…

Geçenlerde anneme sordum, “Bizi merak etmeyi, bizim için endişelenmeyi ne zaman bıraktınız?”  Cevap “Endişelerimizin derecesi sizin yaşlarınızla ters orantılı gitti. Yıllar içinde değişiklik gösterse de sizleri düşünmeyi hiçbir zaman bırakmadık.”

Anne ve babalara büyükler tarafından söylenen “Biraz büyüsün rahatlarsın” sözüde tarih oldu böylece…

Ergen Beyni adlı kitapta örnekler ve araştırmalar tabiki Avrupa ve Amerika’dan ancak yinede sonuç aynı,  ergen çocuğunuzla iletişimi koparmayın, çağı yakalayın.

Sevgiyle, sabırla iletişimde kalın

Hüma Oktay
Haziran 2018

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.





















Devamını Oku »

29 Ekim 1923 / TEK ADAM / Şevket Süreyya Aydemir

0 yorum


29 Ekim 1923 Pazartesi /  Büyük Millet Meclisi Mütevazi Salonu

“__ Muhterem arkadaşlar! Halletmekte müşkülata uğradığımız meselenin sebep ve illeti bütün arkadaşlarca anlaşılmış olduğu kanaatindeyim. Kusur, takip etmekte olduğumuz usul ve şekildir. Heyeti umumiyenizin hep birden vekiller heyetini seçmeye mecbur olmanızda görülen müşkülatın halli zamanı gelmiştir. 

….

Teklifim kabule mazhar olursa, kuvvetli ve mütesanit (birbirine kaynaşmış) bir hükümet teşkili kabil olacaktır. Devletimizin şekil ve mahiyetini tespit eden ve hepimiz için bir gaye olan Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun bazı noktalarını tavzih (açıklığa kavuşturmak) lazımdır. Teklifim şudur”

Gazi Mustafa Kemal tasarısını, Meclis katiplerinden birine verir. Tasarı okunur. Gazi’nin teklifi, cumhuriyeti getirmekteydi…

….

Tartışmalar devam ederken, nihayet Meclisin sarıklı, fakat atılgan, hareketli mebuslarından Antalya mebusu Rasih Hoca (Kaplan) söz aldı. Rasih Hocanın ağır, dokunaklı ve tesirli bir sesi vardı. Açık, kesin konuştu. Sözlerini:

“__ Din bakımından da en uygun muvaffık hükümet şekli cumhuriyettir.” diye bağladı ve haykırdı.

“__ Yaşasın cumhuriyet!...”

Meclis birden dalgalandı. Herkes ayakta ve bütün mebuslar haykırışıyorlardı:

“__ Yaşasın cumhuriyet!...



Bu arada işin en hoş tarifini eski bir Osmanlı, eski bir müderrris ve Osmanlı devletinde de nazırlık ve ayan azalığı yapmış Abdurrahman Şeref bey yaptı.

“__ Hakimiyeti milliye, kayıtsız şartsız milletindir… Kime sorarsanız sonuç, bu, cumhuriyet demektir. Doğan çocuğun adıdır. Ama, bu ad bazılarına hoş gelmezmiş… Varsın gelmesin.”


Nihayet takrir oya konuldu. Bir heyet oyları saydı ve sonra Meclis reisi ve yaman bir parlamento idarecisi olan Çorum mebusu İsmet Bey (Eker) sonucu açıkladı: Tasarı müttefikan kabul edilmişti. “Yaşasın Cumhuriyet!” avazeleri bu defa daha gür, daha devamlı bir heyecan fırtınası içinde eski Büyük Millet Meclisinin küçük, mütevazı salonunu çınlattı… Türkiye, artık bir cumhuriyet olmuştu.

Kabul edilen tasarıya göre şimdi, yapılacak bir şey daha kalıyordu: Türkiye Cumhuriyetine bir reisicumhur seçmek.



159 kişi oya katılmış ve 158 oyla Gazi Mustafa Kemal oybirliğiyle Türkiye Reisicumhurluğuna seçilmişti. Çekimser kalan tek oy, Mustafa Kemal’in kendi oyu idi. Bu defa da Meclis binası:

“__ Yaşasın Gazi! Yaşasın Mustafa Kemal Paşa! 

sesleriyle uzun uzun çınladı. Gazi Mustafa Kemal, yerinden yavaş yavaş doğruldu. Sukunetle kürsiye ilerledi. Arkadaşlarına kısa, fakat açık ve özlü bir demeçle teşekkür etti. İkinci Meclisi açış nutkunda iki hedef belirtmişti: 

“1_ Devlet şeklimizin, hakiki halk devleti ve demokratik olabilmesi için tekamül,

  2_ Asri müesseseler kurmak yolunda cesaretle ilerlerken, şahsi müesseseler yoluna sapmamak…” 
 


Teşkilatı Esasiye Kanunundaki değişiklikler aşağıdaki maddelerin şu şekli almaları suretiyle sağlanmıştı.

“Madde 1 __ Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. Türkiye devletinin hükümet şekli cumhuriyettir.

Madde 2 __ Türkiye devletinin dini İslam, resmi lisanı Türkçedir.

Madde 4__ Türkiye devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin ayrıldığı idare şubelerini icra vekilleri vasıtasıyla idare eder.

Madde 10 __ Türkiye reisicumhuru, Türkiye Büyük Millet Meclisi umumi heyeti tarafından kendi azası arasından bir intihap devresi için seçilir Reislik vazifesi yeni reisicumhurun intihabına kadar devam eder. Tekrar seçilmek caizdir.

Madde 12__ Başvekil, reisicumhur tarafından ve Meclis azası arasından intihap olunur. Diğer vekiller başvekil tarafından ve Meclis azası arasından intihap olunduktan sonra, heyeti umumiyesi reisicumhur tarafından Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis içtima halinde değilse, tasvip keyfiyeti Meclisin içtimaına bırakılır. “

Kabine şöyle teşekkül etti.

Başvekil: İsmet Paşa ( Malatya Mebusu).

Şer’iye Vekili : Mustafa Fevzi Efendi (Saruhan Mebusu)

Erkanı Harbiyei Umumiye Vekili : Müşir Fevzi Paşa (İstanbul Mebusu)

Dahiliye Vekili : Recep Bey (Kütahya Mebusu)

Maliye Vekili : Hasan Bey (Gümüşhane Mebusu)

Müdafai Milliye Vekili: Kazım Paşa (Balıkesir Mebusu)

İktisat Vekili : Hasan Bey ( Trabzon Mebusu)

Adliye Vekili: Seyit Bey ( İzmir Mebusu)

Maarif Vekili : Safa Bey ( Adana Mebusu)

Nafia Vekili: Muhtar Bey ( Trabzon Mebusu)

Sıhhıye Vekili : Refik Saydam Bey ( İstanbul Mebusu)

İmar, İskan Vekili: Mustafa Necati Bey ( İzmir Mebusu)


Tek Adam / Şevket Süreyya Aydemir / 3. Cilt 1922-1938 /Remzi Kitabevi

Devamını Oku »

SARTRE’İN LAVABOSU

0 yorum


Büyük Yazarlardan Tamirat İşleri Elkitabı

Yaz sıcağı, içim bunalmış, sıranın bana gelmesini bekliyorum. Şu klimalarda olmasa bu bekleme hali hiç çekilmez. Canımın sıkkınlığını eğlenceli kitaplarla bastırmaya çalışıyorum. Biraz fazla abartmış olabilirim gülümsememi ama beni sesli gülme eylemine doğru iten, çevremde oturan insanlar değil, elimdeki kitap.

Bu yaz ki eğlenceli kitabım. “Sartre’in Lavabosu Büyük Yazarlardan Tamirat İşleri Elkitabı”. Sizde benim gibi sesli tepki sevenlerdenseniz bu kitabı yalnızken okuyun derim. 

Mark Crick, Edebiyat tarihinin ödüllü, tescilli, onaylı 14 dev isminin en ünlü yapıtlarını günlük hayatımıza uyarlamış ve ortaya birbirinden güzel, kahkahalarla güldüren hikayeler çıkmış, üstelik en az yazarlar kadar usta ressamların stilinde keyifli çizimlerle…

Turner stili “Banyo Suyu İzolasyonu” ve Da Vinci stili “Lavabo Pompasının İcadı” çizimlerini görünce, Edebiyatın ödüllü yazarları, evlerindeki tamirat işlerini anlatan “Kendi işini kendin yap” kılavuz kitabını kaleme alsalardı nasıl olurdu ? Diye düşünmeden edemedim.

Evinizde tamirat işleri mi var? Tarzınızı belirleyin, malzemeleri hazırlayın…



Mesela, Ernest Hemingway yaşlı adam için Picasso stili duvar kağıdı yapıştırma yöntemlerini veya Milan Kundera dikizlenmeyi göze alarak pencereye Kertesz stili Kırık Cam takmayı yada Fyodor Dostoyevski, bahçe makasıyla kestiği fyansları banyoya Mayakovski stili işçi‘nin nasıl döşediğini ve Emily Bronte, Van Gogh stili soğuk radyatörün havasının nasıl alınacağını yazsaydı, öğrenmek istemez miydiniz?

Bu kitabı, “dayanılmaz hafifliği” beni kendimden geçirip ve “uğultulu tepeler” de bir gezintiye çıkaracağı iddası üzerine almıştım. Gülerken gözünüzden yaş gelecek dememişlerdi ama…

İşte size kitabın bazı bölümlerden bir kaç alıntı ; keyifli okumalar.



Haruki Murakami ile aşkla badana yapın

Araçlar

5 numara badana fırçası
badana rulosu
2 numara kaba fırça
macun ıspatulası

Malzemeler

2,5 lt beyaz boya
5 lt mavi boya
2 lt beyaz parlak boya
astar
zımpara kağıdı
macun

“Aoko – ismi mavi anlamına geliyordu- belinden bağlı beyaz bir manto giymiş, saçları neredeyse masaya kadar iniyordu. Floresan lambaların altında bile iyi görünüyordu. Üniversite paramı insanların evlerini boyayarak kazanmıştım ve yardım etmeyi teklif ettim ona. Öyle güzel görünüyordu ki, eğer hayatımda bir kutu boya görmemiş olsaydım bile, yine de teklif ederim. O sırada reddetti, ama bir kaç ay sonra, onu caz kulübünde tekrar gördüğümde teklifin hâlâ geçerli olup olmadığını sordu. Hâlâ harika görünüyordu ve teklif hâlâ geçerliydi.”

Marguerite Duras ile damlayan musluğu onarın;

Araçlar
Ingilizanahtarı

Malzemeler
Conta

“ Adam mekanizmayı musluğa tekrar yerleştirir, sıkar, mekanizmayı parlak bir metal kaplamanın altında gizleyen halkayı takar, eğilip ana vanayı açar. Gökyüzündeki son ışık da gider, karanlıkta suyun tekrar borulara dolduğunu, contanın altındaki basıncın yükseldiğini duyarlar birlikte. Adam doğrulur, musluğu açar, musluğu kapatır. İzlerler. Beklerler. Hiçbir şey damlamaz. Hiçbir şey akmaz. Herşey durmuş, her şey tutulmuştur.

İngilizanahtarını alet çantasınıa koyar. Adam kadına bakar.
- Ağlıyorsun.
- Ağlıyor muyum?”
Sessizlik...


Edgar Allan Poe ile tavan arasına tahta döşeyin;

Araçlar 
Çatal çekiç
Bıçkı

Malzemeler
Zeminlik sunta
Çivi
Tahta tutkalı

“Üstünde son yolculuğuma çıktığım, o fethedilmez kalenin zeminini döşeyeli beri uzun günler geçti. Çatı kirişinden düşünce kırılan bacağım doğal olmayan bir açıda, yatıyorum: Karanlıkta iki misli kör; parmaklarım her bir ek yerini ve çiviyi tırmalayıp kurcalamaktan duyarsız, gözlerim karanlıkta lüzumsuz.”  


Jean- Paul Sartre ile bulantı yaratacak kadar kötü tıkanmış lavaboları açın

Araçlar

Pompa
Kova
Tel
Bez

Malzemeler
Yok

“Paketinden çıkartılmış nesne tezgahın üstünde, lavabonun yanında duruyor. Tahtadan bir sapa takılmış lastik bir yarıküre. Kendimi sanki her şeyin rüya olmadığına inandırmak ister gibi musluğu açıp bekliyorum. Mutlu bir gurultu yok, borudan aşağı hızla akıp gözden kaybolarak aşağıda ki komşuların dairelerinin içinden geçen su sesi yok. Hayır, su lavaboda birikiyor.”



Anais Nin’le birlikte panel kapıları +18 gibi boyayın
Araçlar

Tornavida
Fırça

Malzemeler
Astar

“Fırçanın her bir darbesini, sanki kılları kendi tenine sürtüyormuşçasına algılıyordu. Boyanın içindeki her hareket minicik akımlar ve girdaplar oluşturuyor, bunları kanında hissediyor, boyanın içinde kaybolmalarını izliyor ve o kadar çekici buluyordu ki, dokunmayı arzuluyordu.”




















Devamını Oku »

Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde

0 yorum

Vatikan’da bir ressam, üstelik kadın, üstelik başka dinden…


O hem Paris’te Louvre Müzesinde, hem New York ‘ta Sanat Galerisinde hemde İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde…

Sanatıyla örnek, tutkulu ve cesur bir kadın…

Dünyada bu kadar başarılar elde ederken kendi ülkesi için birşeyler yapmadan durur mu?

1914 yılında kadınlar için güzel sanatlar eğitimi veren, İnas (Kız) Sanayi Nefise Mektebi ‘nin kurulmasında çok emek sarfetmiş Mihri Hanım. Cumhuriyetin ilanından sonra bir Türk ressam tarafından yapılan ilk Atatürk portresi de ve Türkiye’de yapılan ilk mask çalışması da yine Mihri Hanım’a ait.


“Mihri Hanım bir kaç kuşak büyük gelmiş hem kocasına hem onun ailesine hem de kendi ülkesine. İnsan kendisini seçer gibi doğacağı çağı seçemiyor ne yazık ki.”


Dört ülke, dört dil, kayıtlarda gözüken yüzlerce tablo, onca yaşanmış zorluklara rağmen elde edilmiş sessiz sedasız büyük başarılar…

Emre Caner’in kaleme aldığı “Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde” kahramanını kendi zaman diliminde adım adım kovalayan bir yazarın hikayesi aslında. Mihri Hanım’ın hayatını, başarılarını, hayal kırıklıklarını, aşklarını anlatıyor. Birde arada ip uçları vererek beni merakta bırakıyor araştırma yapıp devamını ben öğreneyim diye.

Merak tüm kapıları aralar…

“Aralık 1928 Cumhuriyet gazatesinde metinden çok fotoğrafa takılıyor gözüm. Mihri Hanım otoportresinin önünde poz vermiş. Elinde fırçası, başında 1920’lere has şık şapkasıyla görünüyor. Şimdi fark ediyorum. Olgun bir kadın var karşımda. Kırkını devirmiş bir kadın. Ne zaman geçti onca yıl? Geride bıraktığı her şehirden bir yara devralmış gibi bakışları. Her aşktan, her ayrılıştan, altında yaşadığı her gökten bir iz var bu sefer Mihri Hanım’da… Gelecek her zamanki gibi gözdağı veren müphem bir boşluk. Bir çok Amerikalının hayatlarında gördüğü ilk Türk olmalı.”Burada kitabın tamamını anlatabilirim, o kadar keyifle bir o kadar da heyecanla okudum. Zaman zaman da, bundan yaklaşık yüz sene önce elde edilmiş başarıların sessiz sedasız geçip gitmesinin getirdiği hüzün vardı bende.

“Mihri Müşfik, 20.yüzyılın başında Türkiye’de kadın olarak “var olma” savaşına kendini adamış bir figür.”


Bu yazı Ben Kadınım için yazılmıştır.

Devamını Oku »

Ateş Kırmızısı

0 yorum
“Güneş, tabiatın kendisi için biçtiği sürenin sonuna doğru yaklaştığından haberdar, İstanbul üzerine saçılmış ışıklarını toparlıyordu eteklerine ağır ağır.”

Cuma günü, öğle vaktinden önce Galata köprüsünün köşesinde heyecanla bekliyorum. Beyaz atları üzerinde üniformalı alay kumandanı ve subayların bayraklarla Galata Köprüsü üzerinden ihtişamlı geçişini…

Beyazıt tarafından gelen top sesinin hemen ardından gelmesini beklediğim naralar eşliğinde yalınayak koşan tulumbacılarla bende koşuyorum, yangına ...

Yenikapıda önce mezelerin kokusu geliyor burnuma sonra mastikanın…

İstanbul’u adım adım geziyorum bir ressamın gözünden.

“Constantinopoli bir fener balığı gibidir, sinyor. Seni başının üzerindeki ışık saçan tuzağıyla aldatır, derinlere çeker “

Orhan Bahtiyarı’ın yeni romanı Ateş Kırmızısı, İtalyan ressam Fausto Zonaro’un İstanbul daki yaşamı, kurduğu dostlukları, o dönemdeki İstanbul’un sosyal ve politik hayatını anlatıyor.

“Her ne kadar dilini öğrenmiş de olsa hala yabancı olarak kabul edildiği bu ülkede, endişelerinin gerçeğe dönmesi an meselesiydi. Maharet, akmakta olan nehrin suyunun önünde durmak değil, nehrin yatağını değiştirmekteydi.”

Ressam Zonaro’nun ilk İstanbul’a gelişi ve tablolarını satma çabası. ile başlayan macerası Saray Ressamı ünvanını alması ve çeşitli nişanlarla II.Abdülhamid tarafından ödüllendirilmesine kadar sürüyor.

Fausto Zonaro’yu dünyanın tanıması sokak sokak resmettiği İstanbul sayesinde olurken, bizlerin o dönmedeki İstanbul sokaklarını tanıması Zonaro sayesinde oluyor.

Ressamın renklerle anlatmaya çalıştığı, sessiz resimlerin dile gelmiş hali, Ateş Kırmızısı…
Betimlemeler ve akıcı anlatım sayesinde kendinizi bir anda İstanbul sokaklarında tulumbacılarla koşarken, sandığı elden ele omuzlarken bulabiliyorsunuz yada onların meşhur sandık tutulma kavgalarının içinde…

Bir sayfada Saint Esprit Kilisesi’nin yer altı mezarlığında adım adım ilerliyorken başka bir sayfada Ayasofya’nın yer altı dehlizlerinde ilerliyorsunuz.

Bir bakmışsınız güzel bir günde Osman Hamdi ile palamut avlamaya denize açılmışsınız

Bir bakmışsınız Yıldız Sarayın bahçesinde zümrüt yeşili gözleri resmediyorsunuz.

Hangi sayfada nerede olacağımı kestiremeden Ressam Zonaro’nun renklerle anlatmaya çalıştığı İstanbul sokaklarını Orhan Bahtiyar’ın kalemiyle satır satır dolaşıyorum.

Her okuduğum satır bir sonraki için merak uyandırıyor bende, araştırma isteği oluşuyor. Anlatılan İstanbul olunca bu merak ister istemez katlanarak büyüyor.

Ressam Zonaro’un eserlerinden bazıları Dolmabahçe Sarayında sergileniyor. Ancak güzel olan, Ressamın tablolarının hepsini eşi Elisa fotoğraflamış ve bir defterde, Ressam Zonaro’un İstanbul’da kaldığı 1894-1910 yılları arasında kimlere hangi tabloları sattığını tek tek kaydederek müthiş bir arşiv oluşturmuş.

“Müzeler ve kütüphaneler, karanlığı aydınlatan fenerler gibidir ve o fenerleri birilerinin taşıması gerekir. Bir el yorulduğunda görevi devredecek başka bir el bulamazsa o fener söner gider. O fenerin sönmemesi de eğitimle mümkündür.”

Ateş Kırmısı’nı okurken bölüm aralarında İstanbul sokaklarının, ve tarihi binaların resimlerine rastlıyorum. Bu çok özel çizimler Mimar ve Ressam Can Ersal’a ait.

Zonaro’nun paletinden Ayasofya’nın arka sokaklarına uzanan keyifli bir yolculuk dileğiyle…

Bu yazı Martı Dergi'sinde yayınlanmıştır




Devamını Oku »