Ömrünü Tamamlayan Eşyaların Sanatla Buluşması…

0 yorum

  

 

Mağaza içinde yürüyen merdivenle yukarı doğru çıkarken aniden tuhaf bir hisse kapıldım.  Sanki biri beni izliyordu. Bakışlarımla etrafı taradığımda biraz uzağımda boydan boya duvarı kaplayan bir portreyle göz göze geldik. İnsanın kalbine kadar işleyen bakışlar karşısında kaç saniye kaldım bilmiyorum, belki de dakika…  Sadece mavi tonlarıyla boyanmış devasa bir portre. 

Aramızdaki mesafe kısaldıkça bir hareket başlıyor, sanki başka bir hikâye var parıldayan. O anda ben bir aydınlanma yaşıyorum, boya sandığım maviler kot kumaşının rengiymiş meğer.  Evet sadece küçük küçük kot kumaş parçalarından oluşan bir sanat eseri bu. Tekrar uzaklaşıyorum, bir daha yaklaşıp dokunmak istiyorum. Sonra merakla bu eserin yaratıcısının adını arıyorum tablonun sağında solunda…. 

Böylelikle bundan tam iki yıl önce Deniz Sağdıç’la gıyabında tanışmış oldum.  Sonrası ver elini internet, sosyal medya, büyüterek tek tek incelediğim fotoğraflar, her biri farklı materyalden yaptığı eserleri hayretle ama büyük bir hayranlıkla takip ediyorum. Deri, kumaş parçaları, kağıt, plastik, ahşap derken atık materyaller gün geçtikçe daha da artıyor. 

Zaten son yirmi yıldır benim gündemimden düşmeyen bir konu atıkların ayrıştırılması. Giderek konu alt başlıklara ayrılıyor, ayrıştırılanların doğru yere atıldığından emin olmak, daha az atık çıkararak doğaya katkı sağlamak ve bireysel farkındalığı toplumsal farkındalığa dönüştürmek…  Hal böyle olunca algıda seçicilik mi dersiniz ya da algoritmanın bir oyunu mu dersiniz bilemem ama tam da bu süreçte İdil&Yasemince GeziYORUM Sanat Yolunda etkinliği çıktı karşıma. Deniz Sağdıç’ın yeni Sürdürülebilir Sanat Evi’ni (Sustainable Art House) gezmek, kendisiyle tanışmak, diğer eserlerini yakından görmek fikri beni inanılmaz heyecanlandırdı ve bu heyecan, keyifli bir röportaja döndü.

 

Birkaç soruda Deniz Sağdıç ve Sürdürülebilir Sanat Evi

 

Geri dönüşüm atıklarından eser yaratma fikri, ilk nasıl ortaya çıktı? 


Önce evimdeki atıkları değerlendirmekle başladım. Herkes gibi benimde dolabımın yüzde sekseni giyilmeyen kıyafetlerle doluydu. Biraz kendimden, biraz komşulardan, eş dosttan toparladığım tekstil malzemeleriyle başladım. Amacım sıfır atık kalana kadar her şeyi kullanmaktı. Tekstil ürünün her bir parçasından ceplerden, düğmelerden, fermuarlardan oluşan eserler yarattım.  Bu şekilde hareket etmek, sanatımı sadece estetik bir deneyim olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve çevresel konulara duyarlılık yaratan bir araç olarak kullanmam anlamına geliyor.

Tekstil fuarları dünyanın her yerinde var olan fuarlar ve çok fazla firma katılıyor. Sergileme yöntemlerini gözlemledim. Sürdürülebilirlik, ileri dönüşüm o dönemde popiler değil. Normlar yeni çıkmış.  Henüz gündemde değil. Firmalarla görüştüm “sizin malzemelerinizden bir sanat galerisi oluşturmak istiyorum” dedim. Amsterdam, Londra ve Fransa’daki fuarlarda sunumlarım bir günde seksen bin izleyici kitlesine ulaştı. Ve böylece yaklaşık yirmi ülkede sergiler açmaya başladım. 

 

Kullandığınız malzemeleri nereden temin ediyorsunuz? 

Malzemeleri önce ben talep ediyordum, sonra marka ve firmalar ellerinde var olan plastik, alüminyum, deri atıklardan eser yapılabilir mi, değerlendirebilir misiniz diye beni aramaya başladılar. Şu an üzerinde çalıştığım farklı bir malzeme var. Bir koleksiyoner, yaklaşık kırk yıldır biriktirdiği kibrit kutularından bir portre yapmamı istedi.  

Dünyada yirmiden fazla atık malzemeyi kullanan tek sanatçı olarak kendimi anlatıyordum. Şimdi on beş tane kadar da hastane atıkları eklendi. Otuz beş kırka doğru gidiyor malzeme çeşitliliğim. İddia şu “İnsan üretimi olan her türlü nesne benim sanat eseri olarak kullandığım boyam, malzemem olacaktır,” bu sürekli eklenerek devam ediyor.

 

Nesnelerinizle yapacağınız portreyi nasıl özdeşleştiriyorsunuz?

Hiçbir zaman kurumlara gidip seçim yapmam. “İki koli kadar atık olan her türlü malzemeyi bana gönderin” derim. Ama sadece iki koli. Firma ya da kurumla malzemeye karar verince, ona uygun portreye geçerim. Bazen de internetten oradan buradan baktığım göz teması kurduğum bir portre hoşuma gittiyse “sen tam bir düğmesin derim”. Gözlerin ifadesi bana düğmeyi çağrıştırır. O eser sadece düğmelerden oluşur.

 


Portreler gerçek kişilerden mi seçildi?

Portrelerimin hepsi gerçek kişiler. Bir Orta Doğulu, Afrikalı, Uzak Doğulu da var. Farklı coğrafyalardan farklı insan portreleri olsun istiyorum. Çünkü çevre bütün insanlığın sorunu sadece bizim ülkemizle ilgili bir mesele değil. O yüzden her bir karakter birbirinden farklı karakterlerdir.  Bazen de firmalar atık malzemelerini getirdiğinde, kurucunuzun portresini yapalım diyorum. Yıllardır uğraştığı özdeşleştiği işin, malzemelerinden yapılan bir portre, en az üç kuşak saklanabilecek bir sanat eseri. 

 

Çevre ve doğayı seven, bunu dert eden, mesele eden biri Deniz Sağdıç, bunu sanatıyla ortaya koyuyor. Hem de öyle böyle değil. Dünyada ve Türkiye de ilk defa sürdürülebilir sanat akımının öncüsü olarak, insanların dikkatini çekmeyi başarıyor. 

 

Neden portre?

Benim derdim, insanı insana anlatmak. Bakma refleksi diye bir şey var. Çok uzaktan size bakan bir şeyi hissedersiniz ve dönüp bana kim bakıyor dersiniz.  Benim eserlerim de bütün kamusal alanlarda ve geçiş noktalarında sergilenen eserler. Çok uzaktan bakıldığında yağlı boyadan oluşan bir tablo olarak kurgulanıyor. Ama yanına yaklaştıkça bakan kişinin ön yargılarından arınıp sıfır noktasına gelmesini isterim. “Onlar sizin attığınız tükettiğiniz günlük tüketim nesneleri” şeklinde bir karşılamayla da hem bakan kişinin ön yargısını yıkmış olurum hem de bakma eylemiyle kişiyi sanatıma davet etmiş olurum. 

Aslında o an kurulan göz teması, duygusal iletişimi ve etkileşimi sağlayan bir yapıya dönüşür.  Baktığınız, gördüğünüz şey önce aklınıza, sonra da kalbinize yerleşir. Ve en sonunda yapılan dokunma refleksiyle de onu kalbinize mühürlemiş olursunuz. Zaten amaçladığım şeyde budur. Bütün sergilerde kamusal alanlarda hep önüne bariyer koymak isterler.  “Hayır” derim, bunlar sizin çöpleriniz. Amaç dokunmaları, dokundukları an kalbe işlenmiştir. 

 

Eserlerinizin ölçüsü hep kare oluşunun özel bir sebebi var mı?  

Standart bütün sergilerde 140x140 ölçüyü kullanıyorum. Ama bazı eserlerim daha küçük olabiliyor. Karenin psikolojik bir algısı vardır. Sanat tarihinde görürsünüz, dengeyi sağlar ve herkesi güvende hissettirir. Kare ölçü eserlerde en çok tercih edilen bir istatistiktir. 

 

Sizin eserlerinizden etkilenen ilham alanlardan geri dönüşler aldınız mı? 

Özellikle orta okullar ve liseler sürdürülebilirlik konusuna çok önem veriyorlar. Konuşmacı olarak sürekli davet ediyorlar. Şöyle bir yönlendirme yapmaya çalışıyorum “hepimiz sanatçı olmak zorunda değiliz mesela, okulunuzdaki pet şişe kullanımına karşı okul müdürüne bir dilekçe yazın ve bir sebil ve matara sistemine geçin. Sonra okullar bunu yaparak sebil ve matara sistemine geçiyor. Orada artık pet şişe kullanımı kalmıyor. Her seferinde buna benzer etkileşimler oluyor. Sonra instagramdan, sosyal medyadan bana bunlarla ilgili mesajlar geliyor, sürekli etkileşim ve iletişim hali var. Zaten benim amacım, herkes geri dönüşümden sanat yapsın yeni bir çöp yaratalım değil. Sanat dediğimiz şey çok estetik ve genellikle güzeli anlatan bir yapı, çöple birlikte kullanılabiliyorsa “sen ne yapmalısın” sorusunu sormalı. Sen ne yapabilirsin? Çöpleri mi ayrıştıracaksın, yeni bir sistem mi kuracaksın, kimyagersen ona uygun bir malzeme mi üreteceksin ya da bir şeyleri daha az mı tüketeceksin yani o soru artık izleyici ve kendisiyle ilgili bir meseleye dönüşüyor.

 

Uluslararası sergilerde eserlerinizi taşırken ya da sergilerken yaşanan ilginç bir anınız var mı?   


Bu kablolardan yapılan sakallı adam portresi, her uluslararası sergiden sonra onda sakal kalmaz. Eve dönüşünde tamir ederim. Havaalanında çok denk geldim, Singapur da mesela, bakıyor dokunuyor, çekiştiriyor acaba sağlam mı değil mi? Sonra kopup elinde kalınca şaşkınlıkla cebine atıyor. Eserler herkese ulaşıyor. Uzaktan bakıyorum keyifle nasıl incelediklerini. 

 

Gündeminizde yeni projeler var mı? 

İki yeni proje var. Biri “Gizli Seri” İnsan portrelerinden sonra nesli tükenmekte olan canlıların portrelerini yapmaya başladım.  Yirmi dört tür var çok tehlikeli olan türler bunlar, şimdilik iki tanesi bitti. Adım adım ilerliyorum bunun sebebi de her nesneye göre bir canlı türünü seçmem gerekiyor yani hangi canlıyla hangi nesneyi kullanacağım, tasnifleme aşaması bile zaman alıyor.  Bu yaklaşık üç dört yıl sonra ortaya çıkacak olan bir proje.  

İkincisi, “Beş Kıtada Sergi” projesi. Cape Town, San Francisco, São Paulo, Singapur, Tokyo ve Fransa gibi birçok uluslararası havalimanlarında sergi için iletişim halindeyiz.  Havalimanlarını seçmemim tek sebebi yediden yetmişe sanat sever olsun olmasın sürdürülebilirliğe herkesin dikkatini çekmek. İstanbul Havalimanı ilk açıldığı an 2019 yılında, “Evet burada sergi açmak zorundayım” dedim. Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca sergi açmanın yollarını denedim ve sonunda açtım. Bir gün içerisinde altı milyon paylaşım yapıldı. 

Bütün sanat eğitimlerinde verilenin aksine; Sanat insanlığın var oluşundan beri ruhunda olan bir parça, insanı insan yapan bir hikâye, tıpkı takılarımızla Göbeklitepe’de, Altamira’da mağara çizimlerinde, dini figürlerin anlatımında her yerde her şekilde sanatın kullanılması gibi. Sanat hep bizim içimizde; giyinişimizde, oturuşumuzda, konuşmamızda bunların hepsi bir sanatsal dil. İnsanın kendini ifade etme biçimini başka türlü algılatmaya çalışıyorlar. O yüzden de ben bunun algısını yıkmakla uğraşıyorum. Herkes aslında ruhunda o sanatı taşıyor çünkü insan. İnsan zaten diğer canlılardan farklı olan yapı ve bu yapıyı da ortaya koyan şey sanat.  Biz sanatı “ben sanattan anlamam” cümlesine çevirdik. Şimdi diyorum ki “hayır sen de anlarsın” öyle çok ulvi, uzun metinlerle anlatılan bir şey değil, senden bir şey. Bir atık türü, bunda düşünce yok mu? Bir portre, bunda duygu yok mu? Ya da yakından baktığınızda algılanamayan bir dünya ki yakından bir şeye baktığınız zaman hayatı algılayamazsınız. Ne zaman ki biraz uzaklaştınız size bir şey söyler hayat, hepsi birbiriyle iç içe olan şeyler. 

 

Şu an atölyenizin de içinde bulunduğu Sürdürülebilir Sanat Evi’ni (Sustainable Art House) gezerken tam manasıyla sürdürülebilir bir hayat felsefesini benimsediğinizi görebiliyoruz.  Dünyada ve Türkiye’de benzerinin olmayışıyla binanın kendisi de bir sanat eserine dönüşmüş durumda.  Bu binanın yapısından bize biraz bahsedebilir misiniz?


Sürdürülebilir Sanat Evi, benim çok uzun zamandır hayalini kurduğum bir yapıydı. İki katlı olmalı, biz kendimize göre yaptırmamalıyız diye hayal kurarken sonunda burayı buldum. Burası dört katlı bir gece konduydu. İleri dönüşüm mantığıyla dönüştürmeye çalıştık. Mimarlarımız baktılar temeli yok dediler, temel atıldı, kolonlar yok dendi bütün her tarafı kirişlerden kolonlara her yeri çelik konstrüksiyonla döşedik.  Tamamen sürdürülebilir bir sanat evi olması mantığıyla, binadan çıkan molozları tekrar kuma çevirip şapını harcını, hiçbir şekilde kum getirme maliyet ve karbon ayak izi olmadan yeniden kullandık. Teras katta damlama su sistemlerimiz var. Bütün Yağmur sularını alıyor, aşağıda bulunan iki tonluk su depomuza arıtarak biriktiriyor.  Gündelik tüketim, tuvaletlerde, teras bahçede organik tarım sulamada ve birçok yerde o arıtma suyu kullanıyoruz.  Hâlâ su faturası ödemedik. Güneş enerjisi panellerimizle kışın yüzde doksan, yazın yüzde yüz yirmi oranında ürettiğimiz tüm elektriği kullanıyoruz. Sıfır elektrik maliyetimiz var. Güneş paneli seçiminde bile ne kadar az karbon ayak izi bırakacağımızı hesaplayarak çalıştık. Alt katta atölye, sergi alanı, ofis ve depolama alanı, yukarıda küçük bir atölye ve bana ait yaşam alanım var. Merdivenler geri dönüşüm tesislerinden ve eski inşaat atıklarından topladığımız metallerden yapıldı. Merdivenin yanındaki trabzan eski su borularından oluşuyor. Alüminyumlar kullanarak her şey geri dönüştürülebilir olsun dedik. İçeride doğaya saygıdan dolayı bizim için ahşap kesilmesin istedik. Sıkıştırılmış ahşap, mdf kullandık. Geri dönüşüm tesislerinden toparladığımız saclarla, parça bütün ilişkisiyle bütün dış cepheyi kapladık. Yirmi yıl boyunca boya masrafınız yok. Parça bütün ilişkisi yapma sebebimiz, çok paslanan parçayı çıkarıp değiştirmek. 

Burası böyle bir yaşam felsefesinin de mümkün olabileceğini gösteren, bir sürü insana ilham olacağım bir yapı, benim için bir sanat eseri. Ben öldükten sonra da burası bir şekilde müze olacak ve insanlara kalacak diye planladım. 

 

 

Sürdürülebilir bir hayat ve yarattığınız eserlerle hayalinizi gerçekleştirmiş görünüyorsunuz, şimdi yeni bir hedef veya gerçekleşmesini istediğiniz bir hayaliniz var mı? 

1999 yılında üniversiteye girdiğimde, bütün amacım “dünya sanat tarihinde literatüre gireceğim ve ben öldükten sonra insanlara ilham olacağım” bir hikâye yaratmaktı. Bu hep hedefimde vardı. Ama bu arada güzel sanatlarda, yağlı boya eserler verdim, akrilikler, seramikler, fotoğraflar aklınıza gelebilecek bir her türlü teknikte kendimi var etmeye çalıştım. Ta ki 2010’larda artık bir sorun var ve benim bu sorunu göstermem lazım noktasına evirilene kadar. 

 Bir sorun her zaman var ama o sorunu nasıl işaret ederim noktasındayım ben. Yoksa benim iddiam bütün hepsini kullanacağım, bütün malzemelerle sürdürülebilirliğe katkı sağlıyorum, artık bunlar dönüştü, hayır ona bakarsanız bende bir çöp üretiyorum tekrar. Ama belki bu çöpün, üç yüz yıl, beş yüzyıl ya da belki de torunlarımın torunlarına kalacak bir hikayeyle ömrünü uzatmaya çalışıyorum, doğaya salmıyorum. Başka bir forma geçti, ileri dönüşüm dediğimiz şeyin mantığı da tamamen bu. İşleviyle oynamak. Yani geri dönüşümde tamamen aynı işleve hizmet eden ürünler ortaya koyarken, ileri dönüşümde işleviyle oynayıp yeni bir işlev yaratmakla ilgili mesele. 

Dünyanın her yerinden buraya gelen koleksiyonerlere ve sanat severlere bütün binayı ve eserlerimi bu şekilde anlatıyorum. Tüm çabam bir gün sürdürülebilir sanat tarihinde literatüre girmek. Havalimanları sergisini o yüzden çok önemsiyorum. Şu anda Norveç’te, Çin’de Şangay’da birçok lisede sürdürülebilir sanat temsilcisi olarak okutulmaya başlandı. Hedefim bütün kütüphanelerde ileride; Rönesans, Barok, Rokoko, Neo Klasizm ve benzerleri nasıl anlatılıyorsa, sürdürülebilir sanat dalında da Deniz Sağdıç adı olsun diye uğraşıyorum. O yüzden özellikle beş kıtada havaalanlarında sergi açmayı çok önemsiyorum çünkü ne kadar çok insana, izleyici kitlesine ulaşırsanız o kadar çok literatürde yer edinme şansınız var.

 

Biz sizi, hem merakla hem de gururla takip ediyoruz. En kısa zamanda yeni düşlerde yeniden buluşmak dileğiyle.

Teşekkürler sevgili Deniz Sağdıç…

Röportaj: Hüma Oktay

Fotoğrfalar: Zeliha Dağhan

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 


Devamını Oku »

Umutların Tükenip, Kahve Çekirdeğinde Hayat Bulmuş Hali

0 yorum

 




Hangi roman kahramanı ne yapmış? Yazar, bunu okuyucuya nasıl yansıtmış? Kurgudan karakterlere, içerdiği mesajlardan anlatım diline kadar elbette ki hepsinin bir sebebi ve cevabı vardır. Anlamamız için bazen sadece baktığımız yönü değiştirmemiz yeterlidir.

İstanbul Oyuncak Müzesi’nde Yasemin Sungur’la Kitap ile Sohbet etkinliği sayesinde tanıştığım, kitaplar konuşulurken olaylara farklı açılardan bakmamızı sağlayan sohbetiyle olduğu kadar yazılarıyla da tanıdığım Oktay Valunya ile ilk romanı ‘Yemen Dilberi’ hakkında konuştuk.

Söylemeden geçemeyeceğim, romanınızı henüz okumayanlara da “Spoiler” etkisi olsun istemem. Finalde yaptığınız ters köşeyle sürpriz sonlu bir roman olmuş. Uzun süre konuşulacak gibi gözüküyor.

Öykü ve denemelerden sonra bir romanla okuyucu karşısında olmak sizi heyecanlandırmıştır diye tahmin ediyorum. Kitabı ilk elinize aldığınızdaki duygularınızı bizimle paylaşır mısınız?

Kızım doğduğunda, “Tamam benim bir çocuğum oldu ben babayım artık” düşüncesiyle ertesi gün işe gitmiştim. Ama şimdi birlikte o kadar çok şey yaşadık ki kızımı damarlarımda hissediyorum. Kitabımı elime aldığımda da benzer duygular yaşadım.  “Tamam” dedim bir kenara koydum. Tebrikler başlayınca, hele imza günleri sonrası aldığım keyif Yemen Dilberi’yle bütünleşmemi hızlandırdı diyebilirim. Ama kızım gibi olamaz…

Sohbetin en güzel hali, kitabın kahramanlarını yazarıyla çekiştirmek. Kitabın baş kahramanı Orhan’ı bize biraz tanıtır mısınız? Orhan nasıl bir karakter?

Bu soruyu bir arkadaşıma sordum. Yanıtı, gözünün önünde olan bitenin farkında değil, duygularını ifade edemiyor, karşısındaki kadını çözemiyor, hayattan beklentisini fala bırakmış. Kitapdaşımın yorumu hoşuma gitti.  Orhan sürece önem veriyor yani sonuç odaklı değil. O kavuşamamanın zevkini yaşıyor.

Yemen Dilberi ilk sayfa kahve falıyla başlıyor. Fala inananlardan mısınız?

Yok fala inanmam. Benim bu konuda ilgimi çeken fal bakma anındaki ritüellerdir. Falcının fincanı elinde tutarken bedensel mimik ve jestleridir. Kullandığı dildir.  Yine de inanmasam bile ben kahve içtikten sonra fincanımı tabağına ters çevirip kaparım daima.

Genelde erkek yazarların kadın karakterleri yazmaları zordur derler. Tabii bu kadın yazarlar için tam tersi. Peki sizin yazarken en çok zorlandığınız karakter hangisi?

Handan, bir erkeği peşinden sürükleyecek yeteneğe sahip bir kadını yaratmak çok zorladı beni. Bana böyle kadınlar çok çekici gelir.

Yemen Dilberi’ndeki hangi karakter sizin favoriniz? Neden?

Melihcan. Şimdilerde neredeyse askere gidecek yaşa geldi. Kahramanlarımın en safı. Çocuk işte.



Yazarken yaşanılan deneyimlerle birlikte iyi bir gözlemci olmak da duyguyu yazıya geçirmede kolaylık sağlar. Siz yazar olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız? 

Yolda yürürken herhangi bir nedenle düştüğünüzde sadece korku, acı, kendimize kızma ve benzeri duygular yaşarız. Bu deneyimdir.

Başka birinin düşüşünü gördüğünüzde o kişinin nereye takıldığını, düşmeme çabasını, düştükten sonra kalkış çabasını ve buna benzer eylemleri izlersiniz. Bu gözlemdir.

Ben zannederim iyi bir gözlemci ve hayalperestim.  Bu yaşamla ilgili tabii. Tek düze yaşamı olanın deneyimi az olur.

Karakterleri yazarken kendinizden bir şeyler kattığınız olur mu? Mesela hangisinde sizden izler vardır?

Elbette, Orhan. Kendimden izler çok var.

Mekân seçimlerinizin özel bir nedeni var mı? Özellikle semtler?

Yaşadığım sevdiğim yerler. Özel bir nedeni yok. Kitabımın gelişimi Yalova’nın bir köyü olan Koruköy’deki evimin üst kat balkonunda. Sahil, cami, komşular Melihcan. Yaşamımın merkezi olan yerler.

Yazma ritüeliniz var mıdır?

Sıkıntılı bir konu benim için. Disipline olamıyorum, tarzım bu herhalde.

Yazdıklarınızı ilk kim okur? Çevrenizde fikrine güvendiğiniz, yorum yapmasını beklediğiniz biri var mı?

Çevremde bana yardımcı olan çok yetenekli kitapdaşlarım var. Özellikle yazımı okumalarını istediğimde onlardan tek isteğim bana olumsuzluklarımı söylemeleri.

Kurguyu oluşturduktan sonra sonucunu bildiğiniz bir şeyi yazıyorsunuz aslında, peki yazarken akışa kapılıp farklı bir yön kazanır mı yazdıklarınız?

Yemen Dilberi benim ilk kitabım. Bu kitabı yazmaya başladığımda nasıl biteceğini bilmiyordum. Karmaşık bir yazım süreci geçirdim. En ilginci hiçbir yazma tekniği bilmiyordum o zamanlar. Ama çok kitap okuyordum.

Kitabın adı neden “Yemen Dilberi”?

İlk adı “Kıvrımlar, Eğriler, Büğrüler.” Sonra “Kırmızı Şezlong.” En son “Yemen Dilberi”

Romanın hikayesi kahve falı üzerinden gittiğinden “Yemen Dilberi” en uygunu oldu

Yemen Dilberi kitabın yanında bir de kahve kolonyası var. Bu fikir nasıl gelişti?

Dünya’da ilk. Birden aklıma geldi. Kahve kolonyası aldım. Boş şişeye doldurdum. İçine kahve tozu ve çekirdeği kattım. Şişenin bir yüzüne kitabımın ön kapağını fotoğrafını yapıştırdım. Keyif aldığım bir uğraşı oldu.

Yeni kitap projesi var mı? 

Yarılanmış bir öykü kitabım, yarılanmış bir romanım var. Harekete geçmem lazım…

Biz merakla bekliyoruz. En kısa zamanda yeni kitaplarda, yeniden buluşmak dileğiyle.

Teşekkürler sevgili Oktay Valunya…

Röportaj: Hüma Oktay


Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 



Devamını Oku »

“Size Özel” İndirim

0 yorum

 


Bu gün,

O gün,

8 Mart.

Sabahları gözümü açar açmaz herkes gibi bende ilk önce telefona bakıyorum, zira alarm için kurduğum ayrıca bir saatim yok. Ve ne hikmetse güne başlamadan hemen önce gözler, yeşil kutucukların kenarında oluşan kırmızı nokta üzerindeki rakamlara takılıyor. Ve başlıyorum mesajlar, elektronik postalar, sosyal medya arasında mini bir tura. “SİZE ÖZEL” kampanyalar silsilesine dahil olduğumu görüyorum.

Yıl boyunca her ay indirim yapmaya uygun bir gün mutlaka vardır. Bayramda seyranda, yeni yılda yaptıkları gibi yıl boyu bitmeyen “ÖZEL” indirim. İndirim yapılacak özel gün kalmadıysa sorun yok “SİZE ÖZEL KAMPANYA” adı altında bir indirim mutlaka yapılır. Bizler bu ve benzeri indirimleri öyle benimsedik öyle benimsedik ki, indirim adı altındaki her “İNDİRİM”in hakkımız olduğunu sandığımız için ses çıkarmıyoruz.

Mesela biz bir yılı 365 gün “İNSANCA” yaşadığımızı sanırken, indirimsiz bir günümüz geçmiyormuş meğer.

Biri çıkıp diyor ki “Karım bana bakmıyordu ve yemeğimi yapmıyordu.”

Şak, 300 güne indirildi. “HAKSIZ TAHRİK” indirimi.

Sonra birileri daha çıkıyor diyor ki “Mini etek giymişti, salına salına dolaşıyordu.”

Şak, 220 güne indirildi. Neden mi? E, “HAKSIZ TAHRİK” indirimi var.

Sonra, bundan güç alan daha başkaları çıkıyor diyor ki, “Bana hakaret etti, tansiyon hastasıyım, kendimi kaybettim”

Şak bir indirim daha 180 gün…

Amma bitmez “HAKSIZ TAHRİK” indirimiymiş bu diyeceksiniz. Her şeyin çaresi var. Bu biterse “Çok pişmanım, anlık öfke ile oldu” deyip bir de kravatı takıp traş oldu muydu, alsana “İYİ HAL” indirimi.

Şak, 100 güne indirildi…

İşin ilginç yanı, bu indirimler, vatandaşın gözünden kaçmıştı, bir başkasının bu indirimden yararlandığını gören kıskanç vatandaşım; eline bıçağını, silahını alıp güpegündüz sokaklarda korku salmayı kendinde hak gördü. Olmadı “3-5 yatar çıkarız” dedi. Ne de olsa “İYİ HAL” ve “HAKSIZ TAHRİK” indirimleri sağ olsun.  Kaldı mı sana 25 gün…

Hazır etrafta üç maymunu oynayan sayın “Yetkili/ler” var, dışarıda, hak hukuk gibisinden çırpınan insanların sesleri kısılmış. 25 günü ne yapalım diye düşünme.

E ona da bulunur elbet bir çözüm; iş yerinde mobbing yaparsın, iş ilanına direkt yazmazsın ama iş görüşmesinde “Bu pozisyona kadın eleman düşünmüyoruz” dersin. Ev sahibiysen “dul kadına ev yok” dersin. Çocukken meslek seçimlerinde “Şu mesleği seç, kadınlara en uygunu o” dersin. Evde göz açtırmazsın, “Öyle ruj sürmek, giyinip süslenmek falan olmaz” dersin, “Aranıyor musun?” der döversin…  Kadın boşanmak istiyorum der, “sen benimsin” der yine döversin…

Geriye kaldı mı sana 1 gün…

Ve o 1 günüde, 150 yıldır insanca yaşam ve çalışma hakkı için verilen mücadeleleri bir kenara bırakıp, günün gerçek anlamını unutman, içindeki gücü fark etmemen için çaba sarf eden kapitalist sistemin mesajlarıyla sana altın tepside sunarlar.

Kozmetikten ayakkabıya, tekstilden zücaciyeye kadar her üründe %50’ye varan “KADINLAR GÜNÜNE ÖZEL” indirimler…

Kadınlar için bir yıl 1 gün, diğer 364 güne ne oldu derseniz, indirim yaptık, “İYİ HALDEN.”

İndirimsiz günler dilerim.

Sevgiyle kalın.

Hüma Oktay


Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 


Devamını Oku »

2021’de Düşlerimi Tamamlayan Kitaplar

0 yorum

 


Yağmurlu bir havada patika bir yolda yürüyorsan sürprizlere açıksındır. Ancak yürüdüğün yol asfalt ve yanları kaldırım taşlı herhangi bir şehir yoluysa sürpriz beklemezsin ve gönül rahatlığıyla yürüyüş boyunca yerdeki su birikintilerinde keyfince zıplarsın. Çevrene ve üstüne sıçrayacak bir avuç yağmur suyundan başka ne olabilir ki?  Ta ki üçüncü zıplayışta bacaklarının tümü suyun içine batana kadar. Sürpriz!

2020’ye bilim kurgu-aksiyon bir filmin baş kahramanları gibi başlayıp, bazen bata çıka, bazen tepe taklak, can hıraş, sonunda yılı bitirdik. Umudumuz 2021’de…

Biliyorum ki insan neyi düşlerse onu gerçekleştirir. Ben de kitaplığımdan 2021‘de kendim ve yaşadığım dünya için düşleyebileceğim, duygularımı tanımlayan, ruhuma iyi gelen kitapları seçtim.

Yıllardır yaptığımız gezilerden biriktirdiğimiz anıları -korkunç da olsa- gülerek anlattığımız zamanların çoğalmasını ve yerlerine yenilerinin -en çok da güzel olanlarının- gelmesini diliyorum. Seçtiğim ilk kitap 2020’nin son aylarında basılan “Güzel Ülke Atlası.” Yazım aşamasında Mutlu Tönbekici’nin paylaşımlarından da takip ettiğim kitabı dört gözle bekliyordum. Elimize aldığımızda, çocuklarla birlikte her sayfasında keyifle gezindiğimiz, arada çığlık çığlığa “A biz burayı görmüştük” derken bile hakkında yeni bir şeyler öğrendiğimiz ya da “Buraya mutlaka gitmeliyiz” deyip listeye aldığımız, yalın ve net anlatımına hayran kaldığımız keyifli bir kitap.  Güzel Ülke Atlası, İstanbul’daki dünyanın ilk havalimanı Galata Kulesi’nden Ağrı’daki dünyanın ilk kaloriferli sarayı İshak Paşa Sarayına uzanan yolculuğumuz boyunca, yaşadığımız topraklarda sahip olduğumuz değerleri bir kez daha hatırlamamıza ve 2021 için umut dolu yol haritası çizmemize yardımcı oldu.

“Kumları canlı göl: Salda Gölü, turkuaz rengi suyu ve bembeyaz kumlarıyla o kadar güzel ki insan seyretmeye doyamıyor. Ama o tropikal adalara benzeyen kumsal aslında kumdan oluşmuyor! Gölün bembeyaz kumları, “siyanobakteri” adı verilen özel bir tür bakterinin oluşturduğu yaşam formu. Siyanobakteriler dünyanın yaşanabilir hâle gelmesi için gerekli oksijeni üretirler…”

2020 yılı, pandemi boyunca aile içi dayanışmanın arttığı, evde tüm hünerlerimizi -özellikle mutfakta- sergilediğimiz, herkesin her işi yapmak için çabaladığı Kadın -Erkek rolleri başta olmak üzere ezber bozan bir yıl oldu. Ama yıl kaç olursa olsun toplumun değişmeyen gizli gündemi aile içi kalıplaşmış rollerdi. Farkındalık artıkça nesiller arası görüş farkının da zamanla kapanacağına eminim. Bu uğurda mücadele edilen tüm çabaların da olumlu sonuçlanmasını ve hepimizin taşın altına elimizi koyduğumuz, 2021 için umut ve dayanışma dolu bir yıl olmasını diliyorum.

İkinci seçtiğim kitap 2020’nin bitmesine iki ay kala basılan “Benim Babam Kötü Örnek.” Uzun zamandır kitaplarını beğenerek okuduğum Aslı Tohumcu, yazdığı yetişkin kitaplarından sonra neşeli eğlenceli ve eğitici çocuk kitaplarıyla da toplumsal sorunlara parmak basmaya ve iyileştirme adına güzel mesajlar vermeye devam ediyor.

“Benim Babam Kötü Örnek” de şiirsel bir dille anlatılan kalıplaşmış aile içi rollerin değiştiği ama çevre baskısının hâlâ devam ettiği gerçeğini, hayata dair ortak sorunlarda büyüklerle çocukları aynı satırlarda buluşturuyor.

“Kötü örnek demek az gelir,” der amcam. 

“Tam bir mutfak sihirbazı. Bu yanlış bir kere”

Sahiden, babamın pişiremediği şey yoktur.

İyi de kötülük bunun neresinde?

Yıllardır değişen sınav sistemiyle gündemden düşmeyen, eleştirel düşünmeyi ve yaratıcılığı ihmal eden eğitim sistemimiz, pandemiyle birlikte yerle yeksan oldu, ara ki bulasın. Bu yetmedi gider ayak yapılan son hamle ile çocuklara, ezbere dayalı aldıkları eğitim sonucunda, adına “Yeni nesil soru” dedikleri okuduğunu anlama ve eleştirel düşünme becerisini de ölçen hikayelere boğulmuş uzun uzun paragraflardan oluşan sorular soruldu. Her şeye rağmen güne ayak uydurup dijitalde hızlı ama bol bol da kitap okuyanlar bu sınavdan başarıyla çıktılar. Kitapların zihnimizdeki yolculuğu, bize bıraktığı izler, düş gücü ve eleştirel bakış açısı bu noktada biz okuyucuların yol göstericisi olduğunun bir kez daha kanıtı oldu.

“Ama biz teknoloji çağında yaşıyoruz, her şey dijitalde” demeyin. 0-12 yaşın hâlâ daha resimli, eğlenceli kitaplara dokunmaya, onları okumaya, onlarla etkileşim kurmaya, okudukları üzerinden konuşmaya ve bol bol hayal kurmaya ihtiyaçları var.  13 yaş ve sonrası, ortaokul ve lise çağındaki çocuğa verin tableti, kitabını pdf’den okusun. Bu çağın çocuğu, eğer isterse dünyanın tüm kütüphanelerindeki kitapları önüne serer.  Evet, dijital dünyanın içinde yaşıyoruz ama biliyoruz ki bugüne dair icat edilen her şey, bir zamanlar birilerinin düşlerindeydi.

Bu yıl için üçüncü seçtiğim kitap, düş gücünü, yaratıcı zekasıyla birleştirip çocukları adeta heyecanlı bir maceranın içine çeken, eğlendirirken aynı zamanda da keyifle öğreten ve satır aralarında hayata dair mesajları ustaca anlatan Göktuğ Canbaba’nın “Fener Balığının Kayıp Işığı” kitabı. Adı ve kategorisi sizi yanıltmasın, 9-99 yaş arası hayallerinin peşinden gitme cesareti gösteren herkes için bu kitap.

Okyanusun derinlerinde Kızıl Yosun Köyü’nde yaşayan Fener balığı Loppi’nin ve bir gün köye gelen Okyanus Sirki sayesinde tanıştığı denizanası Poli’nin maceralı yolculuğu anlatılır.

Dertlerine çare aramak için birlikte çıktıkları bu yolculukta birbirinden tehlikeli üç karanlık diyardan geçmeleri gerekir. Şarkı Söyleyen Solucanlar Diyarı, Deliler Ülkesi ve en korkuncu Ejder Diyarı. Kahramanlarımız bu diyarlardan geçerler geçmesine ama yol boyunca edindikleri tecrübe ve bilgi yolun sonunda onları bambaşka bir maceraya sürükler.

“Kalabalık hep bir ağızdan bağırdı: Aynı kalmak istemiyoruz! İşte o an kalabalık aynı kalmanın aslında geriye doğru gitmek olduğunu, farklılıkları itmek yerine kucaklamak gerektiğini ve okyanus ne kadar renkli olursa aslında o kadar da güzel olacağını nihayet anlamıştı.” 

“Okumak duyguları tanımamızı sağlar, ruhumuzu iyileştirir” der Aslı Perker hafta sonu gazetesi Oksijen’deki Bibliyoterapi köşesinde. 2021’de ruhunuza iyi gelen kitaplar seçmeniz ve çocuk saflığında düşlediklerinizin gerçek olması dileğiyle.

Sevgiyle kalın

Hüma Oktay



  • Kitabın adı: Güzel Ülke Atlası
  • Yazar: Mutlu Tönbekici
  • Yayınevi: Taze Kitap (Aralık 2020)
  • Sayfa sayısı: 111


  • Kitabın adı: Benim Babam Kötü Örnek
  • Yazar: Aslı Tohumcu
  • Yayınevi: Can Çocuk (Kasım 2020)
  • Sayfa sayısı: 36


  • Kitabın adı: Fener Balığının Kayıp Işığı
  • Yazar: Göktuğ Canbaba
  • Yayınevi: Doğan Egmont (2014)
  • Sayfa sayısı: 166

 MARTI DERGİSİ'nde Yayınlanmıştır. 


Devamını Oku »

DİJİTAL ÇOCUK

0 yorum

 



“Yemek hazıııır” diye sesleniyorum.

Küçük oğlum “Şu an olmaz, online oynuyorum ekibimi yarı yolda bırakamam,” diyor.

Büyük oğlum, bilgisayarında EDM (Elektronik Dans Müzik) yapıyor “Drop kısmını yapıyorum gelemem,” diyor.

Eşim televizyonda film izliyor. “Az kaldı birazdan biter,” diyor.

Yaklaşık yarım saat önce acıktık diyen ev ahalisini teknolojinin önünden alıp sofraya oturmalarını sağlamam gerek ama önce izlediğim dizinin yeni çıkan fragmanı var mı bir bakayım.

Biz hangi ara bu hale geldik?

“Şimdi hepimiz elimizdeki tableti/ telefonu yavaşça yere bırakıyoruz.”

Psikiyatri Profesörü Kemal Sayar ve Klinik Psikolog Sezin Benli’nin kaleme aldığı “Dijital Çocuk”özellikle son dönemde olağan üstü gelişen dijitalle ilişkimizi gözden geçirmek adına ailelere rehber olma niteliğinde yazılmış.

Teknolojinin çocuklar ve ergenlerde, dikkat konsantrasyon eksikliğine sebebiyet verdiğini, gerçeklik algısını bozduğunu, bilişsel, dilsel ve fiziksel gelişimini etkilediğini ve bilgisayar oyunlarına bağımlılığın madde ve alkol bağımlılarındaki etkilere benzer etkiler gösterdiğini yapılan deneylerle artık kesin olarak bilindiğini söylüyor “Dijital Çocuk”.

Online eğitimlerin devam ettiği şu günlerde çocuklar okul diye saatlerce ekranlara kilitleniyor, sosyalleşmek için yine ekranları başında birlikte oyun oynuyorlar.

Görüntülü aramalar, internet üzerinden yapılan toplantılar derken, alışverişten resmi uygulamalara ve sermaye işlemlerine, kültürel kaynaklardan eğitim ve haberleşmeye kadar her alanda 7’den 77’ye hepimizin ekrana bağımlı bir hayatı var artık.

Müjde! Nur topu gibi teknoloji bağımlılığımız oldu. Bu durumda bize yapılan en büyük beddua “Wi-fi’siz kalasın inşallah” olacaktır.

Zararlarından çocuklarımızı koruyabileceğimizden endişe ettiğimiz, avucumuzun içinde saklı uçsuz bucaksız bir dünya var. Ama her an artan şüphe ile beynimi kemiren deli sorular da yok değil…

Çocuğum teknoloji bağımlısı mı oldu? Ne zaman endişelenmeye başlamalıyım?

İnternette zararlı içeriklerle karşılaşmamasını nasıl sağlamalıyım?

Siber zorbalığa karşı neler yapmam gerekir?

Peki, bu teknolojinin hiç mi iyi yanı yok? 

Bazı araştırmalar ve yapılan deneyler gösteriyor ki internet kontrollü ve yararlı bir şekilde kullanıldığında ki buna bilgisayar oyunları da dahil; çocukların ve gençlerin görsel becerilerinin gelişimine, meslek seçimlerine, fiziksel hareketsizliğe, sosyalleşmeye, daha donanımlı bireyler yetişmesine katkıda bulunuyormuş.

“Çocuklarımıza yüzmeyi ya da bisiklet sürmeyi öğrettiğimiz gibi dijital dünyada da güvenli ve etik bir şekilde yaşamayı öğretmemiz gerekiyor.”

Gelelim işin en zor kısmına, normal şartlarda çocuğun teknoloji kullanımı sınırlarının ebeveyn tarafından belirlenmesi ve çocuğun da buna uyması bekleniyor. Biliyoruz ki her şeyin fazlası zarar. Hal böyle olunca iş dönüyor dolaşıyor aile içi iletişime dayanıyor.   

“Aralarında sağlıklı ilişkiler bulunan ailelerde teknolojinin ev içindeki bağları güçlendirmeye yardım edebildiği görülürken, birbirleriyle ilişkileri daha zayıf, çatışmalı ailelerde ise süregelen problemleri arttırdığı ve aile bireylerini daha da yalnızlaştırdığı anlaşılıyor.”

“Dijital Çocuk”, son dönemde değişen hal ve gidişin, bozulan dengelerin farkına varmamızı sağladığı gibi bildiklerimizi pekiştirdi, unuttuklarımızı hatırlattı, sorularımızı cevapladı ve yeni şeyler öğretti.

Emin olduğum bir şey var. Her ne olursa olsun hiçbir şey için geç olmadığı. Ergenlikle birlikte çocuğumuz henüz aileden uzaklaşmadan (sanal ya da gerçek) hâlâ onlarla konuşabiliyorken, kelimelerimizi ve hayallerimizi paylaşabiliyorken onları dinlemeyi, sağlıklı bir iletişim için dijital değil gerçek olmayı seçelim.

Sanal dünyadan, gerçek sevgilerle

Hüma Oktay

Kitabın adı : Dijital Çocuk

Yazarlar : Kemal Sayar / Sezin Benli

Yayınevi : Kapı Yayınları (2020 basımı)

Sayfa sayısı: 207

Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 


Devamını Oku »