GÖKKUŞAĞI RENGİNDE BLOKLAR

0 yorum

Hayatım rengarenk 

Kırmızı, mavi, turuncu… Ahşap blokları üst üstte diziyorum öyle oyun olsun diye değil, sevgiyle, sabırla, özenle… Yeşil, mor, sarı, turkuaz… Metrobüsteki teyze, okuldaki öğretmen, mahalledeki arkadaş, marketteki yaşlı adam, her seferinde biri - bazen yeni karşılaştığım, bazen tanıdığım çok yakınım- dizdiğim bloklara bir yenisini ekliyor yada bir fiske vuruyor…

Her devrilen blok yeniden yerine konuyor ama, bazen ağır hasar almış, tamir edilse de izi kalmış olarak, bazen de hasarsız ama daha güçlenerek…

Şimdi ben diyebilir miyim ki bu blokları sadece ben dizdim? Mahallemdeki bakkalın da, okulda ki öğretmenin de katkısı büyük, kimisi yeni bir blok koydu kimisi var olanı devirdi…

Mavi, yeşil, kırmızı, turuncu, pembe, sarı, mor… Dürüstlük, hoşgörü, sorumluluk, saygı/ öz saygı, empati, sabır, alçak gönüllülük, vicdan, adalet, nezaket, anlayış, sevgi...

İlk dizmeye başladığım bloklarım mavinin tonlarıydı. Kırmızı, sarı hatta pembe mümkün değil zinhar olmaz. Toplum koyu renkleri uygun görmüş oğlan çocuğuna. Biz anne babalar çocuklarımıza her ne kadar iyi birer İNSAN olma özelliklerini benimsetmeye çalışsakta, sağdan soldan ERKEK yada KADIN olma özellikleri itina ile öne çıkarılıyor.

Okuldan eve geldiğinde “anne erkekler nasıl ip atlar?” diye soran 9 yaşındaki oğluma ip atlamanın cinsiyeti olmadığını anlatmam epey zamanımı almıştı.

“Ama öğretmenim dedi ‘kız gibi atlama’ diye!…”

Oğullarım büyürken “kız gibi niye ağlıyorsun?” ithamı ile her karşılaştıklarında, duyguları ifade etmenin, acılardan kaçmak değil acıların içinden geçmek olduğunu tekrar tekrar hatırlatmam gerekti. Ama çevreden gelen fısıltılar…

Kız gibi ağlama!

Erkek gibi güçlü ol!

Bloklar üst üste sıralanırken bir bakmışım boyuma gelmiş. Zaman su gibi akıp geçiyor. Daha dün çocuktular dediklerimiz bu gün birer yetişkin olma yolunda ilerliyorlar.

Hayat, ahşap bloklarla yaptığımız yap bozu andıran bir oyun gibi… Yıkılmasın, sallansa da çabuk toparlansın istiyorsak temeli sağlamlaştıralım.

Dizilen blokların aslında cinsiyetsiz olduğunu–Kadın ya da Erkek- her insanın temelinin aynı olduğunu farkeden bireyler olduğumuz sürece, çocuklarımızı, gelecekteki toplumu iyileştirmek, güzelleştirmek bizlerin elinde.

Mavi, yeşil, kırmızı, turuncu, pembe, sarı, mor… Dürüstlük, hoşgörü, sorumluluk, saygı/ öz saygı, nezaket, empati, sabır, alçak gönüllülük, anlayış, vicdan, adalet ve  sevgi, sevgi, sevgi...

Dünyayı sevgi kurtaracak…

Sevgiyle kalın daima…

Hüma Oktay
Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 

Devamını Oku »

ANNELER ÇILDIRMIŞ OLMALI!

0 yorum


Her günkü gibi sıradan bir gün...

“Öğretmenim, tuvalete gitmek için ve yemek yemek için tenefüs var da neden anne görmek için tenefüs yok?”

“Öğretmenim ölülerin arkasından konuşmak günah değil mi? Niye tarihi konuşuyoruz?”

Ah bu çocuklar!

Biz anne ve babalar ömrü hayatımızda ya bir yada iki kere ilkokul öğrencisinin velisi oluyoruz ve bu minikler çabucak büyüyorlar peki ya öğretmenler? Hayatlarında kaç minik öğrencinin öğretmeni oluyorlar dersiniz?

Bahar Sarıkaya’nın hem anne hem de öğretmen olarak yaşadığı deneyimlerden yola çıkıp hazırladığı anaokulu ve ilkokul veli kılavuz kitabı “Anneler Çıldırmış Olmalı” da bazı konu başlıklarını okurken “oniki yıl önce bana böyle bir kılavuz kaptan lazımdı” dedim. Ve tabii ardı arkası kesilmeyen isteklerden oluşan anıları da tebessümle okudum.

“Okula başlamadan önce çocuklara kazandırılması gereken 30 davranış alışkanlığı” ile başlayan, “Anne -babalara-öğretmenlere okuma-yazma öğrenen çocuklar için hikaye kitapları ve çalışma önerileri” ile devam eden, “Başarının püf noktaları” ve “Okulun ilk günleri için 20 altın öneri” ile taçlanan özenle seçilmiş konular ve daha bir çok öneri listesi “Eğitim evde başlar” felsefesiyle içselleştirilerek yazılmış bu kitapta. Ve tabii başarılı, vicdanlı ve mutlu çocuklar için sağlam temellerle desteklenmiş eğitimin olmazsa olmazı Öğretmen –Aile- Öğrenci üçgeni de detaylarıyla öne çıkmış.

Aileler iyi öğretmen arayışındalar;  bilseler ki biz öğretmenler de iyi aile arayışındayız.
Çünkü ailenin eğitemediğini eğitmek çok zor.

Ve bazen sorgularız…

“Türk anne-babaya sahip, izlediği tüm televizyon kanalları Türkçe olan, tüm arkadaşlarıyla Türkçe konuşan çocuklarının günde 2, haftada 10 saat ve sadece okulda görmüş olduğu ingilizce ile nasıl olur da şakır şakır İngilizce konuşamadığı konusunda öğretmenden cevap bekler.”

Ya da

“Okul çağına kadar hiç koşmayan, basketbol, futbol oynamayan, topa bir kez bile dokunmamış çocuklarının nasıl olup da okulda top sürmeyi öğrenemediğini anlamak istemez.”

Ve bazen ardı arkası kesilmeyen istekler gelir…

“Sırtındaki tülbenti kontrol edin, sınıfın ısısına göre kıyafetlerini giydirin veya çıkarın”

“Rozet alamamış, bu hafta ona da rozet taksanız, çok üzüldü.”

“Hocam sesli mesaj gönderir misiniz? Yatmasını söyleyin, geç yatıyor benim çocuk.”

Ah bu veliler!

Bahar Sarıkaya’nın kaleminden “Anneler Çıldırmış Olmalı” ; okurken not almak isteyeceğiniz, gülerken düşünüp, düşünürken öğreneceğiniz, “Çocuklarınızla bunları yaptınız mı?” Başlığındaki 222 maddeyi okuyunca hepsini yapmak isteyeceğiniz bir kitap.


Keyifli okumalar
Sevgiyle kalın

Hüma
Kasım 20019

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.


Devamını Oku »

WASHINGTON

0 yorum

Yalnızca fil ve ben vardık, saniyeler içinde müze kalabalıklaştı… 




Nefesimi tutmuş şaşkın şaşkın yukarı doğru uzanan devasa file bakıyorum. Heyecanla karışık mutluluktan ağzım kulaklarımda. Birlikte müzeye girdiğim aile bireyleri ve diğer ziyaretçiler yanımda mı değil mi umursamadan, salonun ortasında sadece devasa fil ve ben varız.

Kısa süren şaşkınlıkla karışık heyecanım, yerini yavaş yavaş hayranlığa bırakırken, öğretmenleriyle birlikte 15-20 çocuğun yanımdan geçmekte olduğunu gördüğüm an mantığım devreye girdi.

Küçük oğluma kalabalık yerlere girerken fosforlu, canlı renlerde tişörtler giydirim ki uzaktan da takip etmem kolay olsun. -Tipik kontrollü anne modeli- Bu gün ona çok canlı bir yeşil renkte tişört giydirmiştim. Gayet huzurluydum, takiii yanımdan geçen öğrenci gurubu çocukların tişörtlerinin rengini görene kadar…

Yalnızca fil ve ben vardık, saniyeler içinde müze kalabalıklaştı…

Bu gün Washington’da Doğa Tarih Müzesini geziyoruz. Ben, sergilenen herşeyin altındaki mini bilgi yazılarını tercüme yapacağımı sanırken, oğlum gördüğü her hayvanı tanıyıp onun hakkında bildiği tüm incelikleri bana aktarırken buldum kendimi.

Ornitorenkler, lemurlar, aslan denizanasının zehirli oluşu, Gerçek Balina (right whale) ile Mavi Balina arasındaki benzerlikler derken annesi tarafından müzeye getirilmiş çocuk gibi dinledim onu.

Böceklerin olduğu bölümden bir türlü ayrılamadık. Canlı cansız bir çok böcek türü var. Kara dul, tarantula, dev çekirge ….

Benim ilgimi çeken ise baş döndüren güzellikte irili ufaklı, rengarenk kelebekler. Elinize, omzunuza konmak için adeta havada dans ediyorlar. Kelebeklerin olduğu camlı bölüm için ciddi sıra beklemem gerekse de her anına değer doğrusu…

Başınızın üzerinde uçuşan kelebekler, düşünsenize sizce de muhteşem değil mi?
Böcekler dünyasından, mumyalara, dinozorlara, oradan okyanus canlılarına, doğal taşlar, mücevherler derken tüm günümüzü aldı bu gezi.


Ertesi günü Hava ve Uzay Müzesini gezerken, bu kez küçük oğlum için turuncu renkte tişört seçtim -sanırsın kontrol bende-.

“Ya bir kerede tutsun şu renk
be kardeşim! ”


Önümüzden bir gurup yaz okulu öğrencisi tutuncu tişörtlü çocuk geçti. Birbirmizi kaybedersek nerede nasıl buluşalım planını yaptıktan sonra müzeyi gezmeye devam ettik. Ben, bilgi dağarcığımın daha çok hava kısmında kaldığını anladım. Benim için havacılık tarihinin unutulmaz isimleri Wright Kardeşler ve Atlas Okyanusu'nu uçakla tek başına geçen ilk kadın pilot Amelia Earhart.

Oğullarım için uzay, gezegenler, uydular, atmosferin dışına çıkan tüm araçlar, uzay mekiği, gönderilen uydular, Woyager II , Marsa giden ama dönemeyen araçlar Criocity…


Hepsi hakkında detay bilgi anlatabiliyorlar ve ben dinliyorum. Uzay mekiğinde nasıl yemek yenir, ne yenir, nasıl banyo yapılır öğrenmiş bulunuyorum.

Bir de müzenin içinde uzay ve havacılık konulu 25-30 dakikalık kısa filmlerin izlendiği IMAX 3D sinema ve hediyelik eşya satan mini mağzalar var.
İşte size müzeden ayrılmamak için bir sebep daha… 

“Çocuğum bu ne?”

“Astronot dondurması”

“Nasıl yani? ”

“Kurutulmuş dondurma! Sen hiç yemedin mi?”



Başka ülkelerde, farklı deneyimler yaşamak, neyle karşılaşacağını bilememek zaman zaman ürkütse de yolda olmak, yeni şeyler deneyimlemek fikri halen daha çekiciliğini korumaya devam ediyor benim için.

Washington Milli Park (National Mall) alanında bulunan bir çok müze var. Her güne bir müze gezisi dersek 10 gün oralardan ayrılamayız. Biz ortak ilgi alanlarımıza göre bir kaç müze ve anıt seçtik. Özellikle ‘Müzede Bir Gece’ filminden aklımızda kalan Doğa Tarih Müzesi, Uzay ve Havacılık Müzesi ve Lincoln Anıtı, listemizin başındaydı.

Amerikan Kongre Binası ve en son Beyaz Saray önünde de bir hatıra fotoğrafı ile –korumalara rağmen- gezimizi sonlandırdık. Otelimiz merkeze yakın Arlington bölgesinde olduğu için hem şehir merkezini hemde şehrin gürültüsünden uzak sakin yerleri de keşfetmiş olduk.

Yolculuk başlarken kilometreyi mile, santigrat dereceyi fahrenayta çevirmek zor gelse de, kaldırımdan daha yola inmeden arabaların yüz metre ötede durup benim yola inmemi karşıya geçmemi beklemelerini çok sevdim. 38 derece sıcağa rağmen bir günde 14 km yol yürümüş olmak bile yüzümdeki tebessümü silemedi.

Gezilecek yerler daha bitmedi, Georgetown Üniversitesi, Sheridan Circle Parkta Atatürk anıtı derken kalbim Washinton’da kaldı.

Bir sonraki durağımız Niagara Şelaleri için yola çıktık. Sahi kaç mil yolumuz var?


Haziran 2018

Devamını Oku »

NEW YORK

0 yorum



Merdivenlerden inerken, her basamağında daha da ağarlaşan, insanın genzini yakan o keskin koku ve bunaltıcı sıcak hava adımlarımı yavaşlatıyor, düşüncelerimi sıklaştırıyordu ki “Acaba geri dönsek mi?” hissi içinde tereddüt ederken ben, oğlum heyecanla atıldı.

“Yaşasın fare göreceğiz! Biliyor musun anne? New York metrosundaki fare sayısı New York şehrinde yaşayanlardan daha fazlaymış!”

Bir sonraki sahneyi tahmin edersiniz, sıcağa rağmen şehri yürüyerek bazen de trafiğe rağmen taksiye binerek gezdik. Bilin bakalım en çok kim üzüldü? Tabiki fareleri göremeyen 11 yaşındaki oğlum!



Amerika gezimizin Niyagara’dan sonraki durağı New York.

Kiraladığımız arabayı teslim ettiğimize göre artık km –mil hesabı yapmayacağız demektir.

İlk gideceğimiz yer çocukların da ortak seçimi 2004 yapımı “Yarından Sonra” (The Day After Tomorrow ) filminin çekildiği –ayrıca daha bir çok filme konu olmuş- New York Halk Kütüphanesi (New York Public Library)

İçeriyi gezerken filmin sahnelerini gözümüzde canlandırarak, bu salonda şu sahne çekilmişti, koridordaki sahne için burayı kullanmışlar, şurada da bu sahne çekilmişti derken ilk defa bir kütüphaneyi müze gezer gibi gezdiğimizi farkettim.

Neyse ki New york Halk kütüphanesi buna alışık. Gün içerisinde ağırladığı turist sayısı kütüphaneyi kullanmak isteyenlerden daha fazlaymış…

New York’un belli başlı en güzel yerlerini hep filmlerde gördüğümüz için aklımızda kalan film karelerinden yola çıkarak gezimize devam ettik. Her gittiğim yeri sanki daha önce görmüşüm orada bulunmuşum hissi ile gezdim.


Ah bu filmler! Uzakları yakın, görünmezi görünür yaptı bize…

Hiç aklımızdan çıkmayan Müzede Bir Gece filminin mekanı Doğa Tarih Müzesi (American Museum of Natural History) ve dünyanın en büyük tren garı binası ünvanını almış taaa buharlı lokomotiflerin sefer yaptığı dönemden bu yana çeşitli filmlerde gözüken, insanların buluşma noktası Tren İstasyonunu (Grant Central Terminal), Central Park, Liberty adasındaki Özgürlük Anıtı, bir zamanların en yüksek binası Empire State, yıkılan ikiz kuleler ve daha nice gezilecek yer film karelerinden çıkıp gerçek halleriyle gözüktüler bize.



Tabi bazen hayal kırıklıkları da oldu haliyle. Daha geniş olarak hayal ettiğim Times Meydanı, bu dar haliyle, çok ışıklı haraketli tabelalarıyla, etrafta sürekli telefonları ile fotoğraf çeken omuz omuza insan kalabılığıyla, trafiğin yavaş akmasını bir yana bıraktım, kontağı kapatmış bekleyen arabalarla filmlerin aksine bir görüntü sergilemesi kimi hayal kırıklığına uğratmazdı ki?

Hele Çin Mahallesindeki yemek kokuları! Film karelerine sığmayan, yansımayan daha niceleri…



Bir şey daha anladım bazı şehirler daha az kalabalık olduğu mevsim dışı zamanlarda gezilmeliymiş. New York’ta kaldığımız 6 gün boyunca sokaklarda sıcaktan pişip, dükkanlarda üşümekten öte donduğumuz; her gittiğimiz yerde insan kalabalığını aşmaya çalışma çabamıza bakılırsa anlaşılan Temmuz’un ilk haftası New York için yanlış zamanmış…

Belki borsa için uygun zamandır!
New York borsasına doğru yol alırken ünlü Boğa heykelinin de (Charging Bull) fotoğrafını çekelim dedik. Ne mümkün!

Çevresini sarmış insan kalabığını aşmak yetmiyor, bir de yeni modaymış bu, Boğanın arkasında uzun bir kuyruk oluşturmuş insan kalabalığı var. Sırası gelen boğanın kuyruğunun altına geçip elini değdiriyor ve fotoğraf çektiriyor.

Boğa heykeli heykel olalı böyle zulüm görmedi.

Heykeltraş Arturo Di Modica ‘nın 2 yılda sabırla yaptığı bronz boğa heykeli 1986 yılında Wall Street’in çökmesine karşı bir güç gösterisi olarak yapılmış olsa da şimdilerde önünde duran Korkusuz Kız heykeli sayesinde güç kaybediyor gibi gözüküyor. Korkusuz kız ve Boğa heykelininin birlikte çekilmiş bir fotoğrafını anca internetten bulabildim, yoksa ikisini bir arada yalnız yakalamak mümküm değil. (Federica Valabrega adweek.com)



Kalabalık ve sıcağın dışında gezimizin iyi yanlarıda oldu tabi ki. Yorulduğumuzda oturabileceğimiz yeşil alan sayısı fazlaydı. İçinden her geçişimizde başka bir etkinliğe rastladığımız bazen yoga, bazen dans, bazen de çimlerde güneşlenen insanların olduğu, tertemiz tuvaletleri ile Bryant Park benim favorilerim arasında yerini aldı. Çevredeki her parkın bir web sitesinin olduğunu ve etkinlik takvimlerini buradan yayınladıklarını son gün keşfettim maalesef. Çölün ortasındaki vaha gibiydi…



Sokaklarda ve dükkanlarda şifresiz internet sayesinde birbirimizden ayrılsak da haberleşmemiz kesilmedi. 4 Temmuz kutlamalarında atılan havai fişek gösterilerini yakinen izleme şansımız oldu. Central Park girişlerinde bisiklet kiralama yerlerinin olması parkı keyifle gezmemizi sağladı. Sincaplara hiç bu kadar yakın olmamıştık!

Grant Central Terminal‘in en ücra köşelerine kadar girip gezebileceğimiz rehberli turlarının olduğunu öğrendik.

Uzun soluklu seyahatlerde, çocuklarla gezmenin avantaj ve dezavantajlarını deneyimlemiş olduk. Bu ayrı bir yazı konusu olur. Detayları bende saklı kalsın…

New York ‘da başlayan Washington  - Niagaradan sonra New York’ta biten yaklaşık 15 günlük gezimiz boyunca araba ile toplamda 1.800 km yol gitmenin, yaya olarak günde 10-14 km yürümenin yorgunluğu üzerimizde, her seyahat sonrası olduğu gibi “evim evim güzel evim” diyerek geri döndük.
Eve dönüş yolunda kendime not :
Bir dahaki seyahat rotasını, havası 23-25 C derece olan yerlere göre ayarla ve süreyi kısa tut!


Temmuz 2018






Devamını Oku »

NİAGARA

0 yorum




Su dalgalandıkça sallanan bir teknede çığlık atan insanların sesini kanıksadım artık, yüzüme vuran su damlalarını keyifle karşılıyorum, hatta giderek ıslanıyor olmaktanda şikayetçi değilim. Zira Kuzey Amerika’nın en büyük şelalesi’ne bakıyorum, yaklaşabildiğim en yakın mesafeden…

Her saniye Niagara’dan 3160 ton su dökülüyormuş. Şelalenin yüksekliğine, akış hızına bakıp, sadece doğa harikası muhteşem bir manzara diye seyreden biz ziyaretçilerden daha farklı düşüncelerle bakan biri- birileri matematiksel hesapla bu doğa harikasını fırsata çevirmiş bile.

1890 yılında Nikola Tesla Niagara Şelalesinden elektrik elde edebilmek için hidroelektrik santrali kurmuş ve halen Amerika ve Kanada bu bölgede şelaleden üretilen elektiriği kullanıyorlarmış.




Bir gün önce Washington’dan yola çıkıp 12 saatlik bir yolculuk sonucu gece karanlıkta geldiğimiz Niagara Şelaleri Parkı bu sabah mavi yağmurluklarımızla bindiğimiz bot turuyla keyifli bir hal aldı. 

Bizim bindiğimiz bot şelaleye yaklaşabildiği en uygun yerde karşı kıyıdan Kanada tarafından kalkan kırmızı yağmurluklularla dolu botu selamlıyor ve turunu tamamlıyor. 




Bot turunun hemen ardından çıktığımız muhteşem manzaralı seyir terasından iki ülke arasındaki geçişi sağlayan Gökkuşağı Köprüsünü (Rainbow Bridge) seyretme şansımız oldu. Uzaktan seçebildiğim kadarı ile kayalara tırmanan sarı yağmurluklu bir gurup insan kayalıklardaki mini mağralara gire çıka şelaleye karadan yaklaşmaya çalışıyorlardı. Seyrederken ben yoruldum. Bu da hafızama performansı yüksek bir etkinlik olarak kaydedildi.


Bizim bir sonraki hedefimiz büyük bir yeşillik alana sahip Keçi Adası (Goat Island) ve Üç Kız
Kardeş Adasına (Three Sisters Island) gitmek. 

Niagara Falls State Park ‘ın içinden yürüyerek geçtiğimiz mini köprülerle birbirine bağlı adalar muhteşem manzaralarıyla adeta görsel bir şölen oluşturuyorlar, her birinde yeşilin binbir tonu var. İsteyen mini bir trenle de burayı gezebiliyor ama biz yürümeyi tercih ettik. İyi ki de yürümüşüz parkın her bir köşesinden şelalenin görünümü farklı, bir o kadar da seyretmesi keyifli. 


Bu kadar büyük bir park alanı olur da içerisinde yemek yeme yerleri olmaz mı? Yemek molası için durduğumuz alanda sandiviçilerimizi yemek için bulduğumuz bir masaya oturmuş gayri ihtiyari ellerinde yemekleri ile gelenleri izliyorum. 


Dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilerin akınına uğrayan bu parkın doğal ziyaretçileri olan martılar da paylarını almak için hedefe kitlenmiş yukarıdan izliyorlarmış meğer.

Yiyeceğini alıp binadan çıkıp park alanına doğru gelen insanların tepelerinden aniden pike yapıp onları korkutarak ellerindekini yere düşürmelerini sağlamak asıl görevleriymiş, gerisi kolay yere düşen sosisliyi kap!

Heyecan ve eğlence dolu sahneler yaşandı oturduğumuz süre boyunca. Martılar daha sonra insanların onlara attığı ekmekleri, pizza dilimlerini aldılar. Anladım ki dünyanın her yerinde Martıların yeme alışkanlıklarını biz insanlar değiştiriyoruz. İstanbul Martıları simit yiyor diye üzülüyordum…

Gün boyu parkın içinde dolaşmak ve farklı bakış açılarıyla şelaleyi seyretmek hem huzurlu hem de keyifliydi. Akşam yemeğinden sonra Şelalenin Parkın içindeki seyir terasından havai fişek gösterisini izleme şansını yakaladık. Her bir fişeğin patlamasıyla ortaya çıkan ışık hüzmesi sayesinde aydınlanan şelalenin görüntüsü hafızamın unutulmayacak manzaralar ve bu gezi ileride çocuklarla tekrar tekrar anılacak hikayeler  bölümüne kaydedildi bile…



Keyifli bir gün daha bitti yarın yolculuk New York’a doğru, yol üstünde Binghamton’da konaklayıp devam edeceğiz.












Haziran 2018






















Devamını Oku »

SAVAŞÇI

0 yorum

Bobby Dixon
(Ali Muhammed)
Dipten zirveye... 



“Anneeee, bunu mutlaka sen de okumalısın!” dedi, elinde salladığı kitabı burnuma doğru sokarak. Çok yakın bir dostumuzun karne hediyesiydi “Savaşçı”

Onun bu ısrarcılığı beni daha çok meraklandırdı. İlk bakışta Fenerbahçe’li bir basketbolcunun yaşam öyküsü diye adlandırabileceğim sıradanlık yavaş yavaş yerini gizemli bir merak duygusuna bıraktı…

Oğlumun eline aldığı kitabı aynı gün içinde bir solukta bitirmesinden anlamlıydım. Satırlar arasında ilerledikçe farkına vardım ki bu kitap, mücadelenin, çok çalışmanın, başarının yanında hiç pes etmemenin kitabıymış… 

“En dibe vurduğunda gidebilecek başka yer olmadığına göre tek yapman gereken yukarı çıkmaya başlamaktır.”

Doğduğumuz coğrafya ve doğuştan sahip olduğumuz din, dil, ırk gibi bazı özellikler bize, şansı ve şanssızlığı beraberinde getirirmiş.

“Bizim ise tek yapmamız gereken değiştiremediklerimizin değil, değiştirebildiklerimizin üzerine odaklanmak” diyor 1983 Chicago doğumlu Bobby Dixon. Uyuşturucu batağının içindeki ailesiyle verdiği yoksulluk mücadelesi, hayata 1-0 yenik başlamasını sağlasa da, hatalarla dolu yaşamından zirveye doğru tırmanırken aldığı dersler, sabır ve azimle çalışmaya devam ettiği cesaret dolu mücadelesini anlattığı hayat hikayesi “Savaşçı” Nemesis Kitap tarafından okurlarla buluştu.

“Bu benim hayatımda aradığım başlangıçtı..." dediği Kankakee Devlet Üniversitesi’inde deneme idmanından sonra aldığı burs sayesinde basketbol hayatı resmen başlıyor. Sanmayın ki ilk başvurduğu okul ona burs verdi. Kabarık sabıka dosyasını, onun daha sonraları sorun çıkaracağının işareti olarak algılayan bir çok okul sergilediği performansa rağmen red cevabı veriyor.

Ama yılmadan çalışmaya devam eden Dixon, çabaları ve azimli çalışmaları sayesinde burslu girdiği Troy Üniversitesi'nin sağlık bölümünü yüksek bir dereceyle bitirmeyi başarıyor.

Hayaller büyük, gidilecek yol uzun, daha çoooook çalışmak gerek!

“O günlerle ilgili hatırladığım şeylerden biri de, öyle bir hayat yaşamak istemediğimin farkına varmamdı. Daha fazlasını istiyordum. İçinde doğup büyüdüğüm aile belliydi, bunu değiştiremezdim. Sonuçta hiçbirimiz nerede ve kim olarak doğacağımızı seçemeyiz. Değişitremeyeceğim şeyler karşısında bir şeyler yapabiliridim ama. Özgürlük hissine ihtiyacım vardı belki. Ya da kaçmaya. Ve bu ikisini bana aynı anda hissettirebilen tek şey spordu.” Syf 58

Hayal kırıklıklarını en aza indirmek için zaman zaman gidilen yolu, tercihleri değiştirmekle yeni kapıların açılmasına şans vermeyi deniyor Dixon.

“1.78 metre boyun NBA'de bir kadroda yer almak için yetersiz olduğunu biliyordum.”

NBA hayalinden vaz geçerek Avrupa basketbolunda şansını denemeye karar vermesi de onun için hayatında açılan yeni kapılar, yeni başlangıçlar demekti.

Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Ona inanan antrenörler ve takım arkadaşları sayesinde adım adım zirveye tırmanıyor.

“Kuzenimle birlikteaynı evde kalıyordum. Kendime zar zor yetiyordum. Kuzenim ise yeniden uyuşturucu satarak para kazanabileceğimi söyledi. Bunu birdaha asla yapmayacaktım. Hiç uzatmadım ve evden ayrıldım. Beni yanlışa sevk ettiğini hissettiğim her yerden ve herkesten uzaklaşmaya kararlıydım.” Syf 81

Büyürken kendi hayatında yaşadığı zorluklar sırasında eksikliğini hissettiği bir çok şeyi şimdi o çevresindeki gençlere sağlamaya çalışıyor. Chicago'da kurucusu olduğu "Lionheart" vakfı sayesinde yaz döneminde gençler için basketbol kampları düzenliyor. Amacı 10-17 yaş arasındaki gençlere hem basketbolu sevdirmek hem de hayatta karşılaştıkları zorluklarla mücadele etmelerini sağlamak.
Kitap bittiğinde şunu düşündüm “Yapabilirsin! Yadaaaa yapmamayı da tercih edebilirsin. 
Hayat senin! Seçim senin!”


Temmuz 2019
Hüma Oktay

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır





Devamını Oku »

Çıtır Çıtır Felsefe

0 yorum

Hayatı anlatan kitaplar…





“Anne dürüst olmak ne demek?” 

“Anne öğretmen, siz iyi ahlaklı çocuklarsınız dedi. İyi ahlak ne? Kötü ahlak nasıl olur?”

“İnsanlar neden ölür?”

“Büyüyünce herkes işe gidiyor. İş ne demek?” 

“O makinelerden para geliyor ya, para sihirli mi?”

Ben diyeyim 10 yıl siz deyin 13 yıl önce…

Ben o zamanlar tek çocuklu bir anne iken, anaokulu çağındaki oğluma iyi ve kötüyü, aşk ve dostluğu, şiddet ve şiddetsizliği, yaşam ve ölümü...  ve bunun gibi daha nice soyut kavramı anlatmaya çabalarken keşfettiğim Çıtır Çıtır Felsefe serisi sayesinde bir çok soru cevapsız kalmaktan kurtuldu. 

Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi gören Brigitte Labbé‘in yazdığı ve Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Michel Puech‘ın ve lise felsefe öğretmeni Pierre-François Dupont-Beurier katkılarıyla ortaya çıkan Çıtır Çıtır Felsefe serisi Günışığı Kitaplığı aracılığıyla okuyucuları ile buluşmaya devam ediyor. 

Hayat bu! Yıllar geçtikçe konular birikti, kitapların sayısı artı ve doğal olarak kitaba olan ilgi daha da arttı. Sonunda olan oldu, ağabeyinin odasına gire çıka kitaplıktan aldığı bütün seriyi kendi kitaplığına taşıdı. Kullanım hakkını saklı tutmak kaydıyla ağabey ağabeyliğini yaptı kitapların yeni yerine gitmesine ses çıkarmadı.

Yaşadığımız gezeni anlamaya çalışan çocukları, doğru sorular sorarak düşündüren, hayatın içinden örneklerle temel kavramları anlamalarına yardımcı olan Çıtır Çıtır Felsefe serisi her kitapta ayrı bir kavramı ele alıyor. 

“Bir gün ölümün geleceğini unutursak, her zaman her şeyi yarına bırakabiliriz. Her gün işlerin bekleyebileceğini, bir sürü zamanımız olduğunu, onları yarın yapacağımızı, sonra öbür gün yapacağımızı ve sonra tekrar, yarın yapacağımızı düşünür, sonuçta hiç bir şey yapamayız. 

Hayallerine ve amaçlarına ulaşma isteği duymak için insanın, yaşamın sonsuza kadar sürmeyeceğini hatırlaması gerekir. Yoksa niye kendimizi yoralım, neden çaba harcayalım ki? 


Sonuç olarak, yaşamın bir gün bitecek olması bizi, onu doğru yönlendirmek ve başarılı olmak için çaba göstermeye iter. 

O halde gerçek soru, "Neden ölürüz?" değil, "Nasıl yaşamalıyız?" sorusudur.”

Çıtır Çıtır Felsefe / Yaşam ve Ölüm /syf 38


Üzerinde düşünülecek, konuşulacak tüm kavramların olduğu bu seri, zaman zaman, tekrar tekrar okunacak kitaplar listesinde olmaya devam ediyor. 

Devam ediyor diyorum otuzbirinci son kitap Şans ve Şanssızlık raflarda ve tabiki bizim kitaplığımızda yerini aldı. Arkadaşı ile birlikte kitabı aldığımız gün okumak için eve kadar sabredin dedim ama nafile. 


İyi okumalar 

Sevgiyle kalın

Hüma 
Ocak 2019






















Devamını Oku »

Karadankaçanlar

0 yorum

Ben diyeyim Denizekaçanlar, sen de Karadankaçanlar...






Uzun yıllardır gezenti bir babadan olma, biraz çatlak ancak iyi kalpli ve çalışkan bir anneden doğma Tomris’in ve hikayeler uydura uydura yelkenli ile ülke ülke gezen annesinin hikayesi Karadankaçanlar...

Tabi bu hikayede sadece Tomris ve annesi yok.

Merakını yenemeyip herşeyi birbirine karıştıran Sütliman hanım, üç küçük yavrusunu arayan Demir Ejderhaları’ndan Mine Dörtkafa, korkunç OkurCanına Cadısı’ndan kaçan şehir halkı ve cadının tepelerden birinin zirvesinde mağranın derinliklerinde sakladığı üç küçük ejderha yavrusu…

“O yüzden madem hâlâ buradasın ve kararlısın dinlemeye devamını hikâyenin… Yada kararlı değilsin de, sıkıcılar sıkıcısı bir yetişkin ısrarla dikiliyor tepende, oku diye devamını kitabın… Anlatayım da, başladığı işi yarım bıraktı deme hakkımda sakın. Hem zaten… hiç istemesem de koparmayı ödünü yada hoplatmayı yüreğini… tutamayacağım galiba çenemi ve her durumda anlatacağım hikâyenin gerisini.”

Maceracı ikili Tomris ve annesinin yolları intikam peşindeki bir cadıyla kesişirse, merak dolu sorular gelmez mi insanın aklına?  Cadının büyüsü altındaki liman kentindeki çocuklara ne olacak? Yavru ejderhaları kim kurtaracak? OkurCanına Cadısının da bir kalbi var mı? Cadının uçan süpürgesine ne oldu?

Tüm soruların cevapları, şiirsel ve neşeli anlatımı ile  Aslı Tohumcu’nun kaleminden “Karadankaçanlar”da…

İyi okumalar.
Sevgiyle Kalın
Hüma





Devamını Oku »

Eskimus Serüvenleri

0 yorum


“Yaaa, böyle bitmemeliydi!”

İki gündür elimizden düşürmediğimiz Eksimus Serüvenleri’nin kahramanları adeta zihnimizi istila etmiş durumda. Oğlumla birlikte, zaman zaman kahramanların yerine geçip, sen olsan ne yapardın? Ben olsam şöyle yapardım gibi yorumlarla maceranın kritiğini yaparken bulduk kendimizi.

Her şey kış sezonunda Yasemin Sungurla Kitap İle Sohbet etkinliğinde kullandığım mini not defterimi bulup, karıştırmakla başladı.

Yazar etkinliğine katılan Aslı Tohumcuyla kitaplarını konuşurken araya minik harflerle eklediği çocuk kitapları yazdığı bilgisini kendime not etmişim. Yaz boyunca okunacaklar listesine de eklemeyi unutmamışım. İyiki de yapmışım. Geçenlerde internet siparişlerim geldi merakla önce çocuk kitaplarından başladım. Kitap öyle sarmış ki sesli yorum yapmışım. Oğlum merakla yanıma gelerek kitap hakkında sorular sormaya başladı. Ben heyecanla anlatırken “Dur anlatma, ben de okuyacağım” demesiyle kitaplar aramızda dolaşmaya başalamasın mı?

Birinci kitap “Üç Kişilik Ordu”yu benden sonra okumaya başlamasına rağmen ikinci kitap “Yalancı Cennet”i ben bitiremeden yetişti kerata.

Gün içinde verdiğim zorunlu kısa molalar uzun soluklu okumama engel olsada, onun gibi saatlerce aynı koltukta kalıp heyecanla, kesintisiz kitap okumayı çok isterdim. Çocuk olmayı özlediğimi farkettim.

Tabiki üçüncü kitap “Her Çocuğun Rüyası”nı benden önce bitirdi. Kitap biter bitmez, -daha önce yaptığı gibi- yanıma gelip sonunu anlatmadığına göre kesin katil uşak!

İçimdeki merak kelebekleri pırpır etse de yinede soramam, bilirim ki merakla seyrettiğim filmlerin ve okuduğum kitapların sonunu birinin söylemesi bütün büyüyü bozar.

Sonunda bende seriyi bitirdim. Evet yaaa böyle bitmemeliydi!

Kitapların en sevdiğim yanı, sonrasında yapılan sohbet. Konu konuyu açıyor, sorular, cevaplar havada uçuyor. Hatta biz olayları devam ettirip dördüncü kitabın konusunu belirleyip, hızımızı alamayıp serinin tamamının filmi çekilseydi sahnelerin nasıl olabileceğini bile hayal ettik.

İkiz kardeşlerin ailevi sırları ortaya çıkarmak isterken yaşadıkları maceralar, aile üyelerinin düştüğü zor durumlar, yeni kazanılan dostluklarla kurulan işbirliği ve hiç hesapta yokken ortaya çıkan düşmanlar.

Acaba kazanan kim olacak? Dr.Eksimus mu? Profesör Devküçük mü? Yoksa ikizler mi? Sizce savaşın kazananı olur mu? Macera boyunca kimin eli kimin cebinde? Acaba dost bildiklerimiz bizim düşmanımız mı yoksa düşmanımız bir gün gelir dostumuz olur mu?

Tüm soruların cevapları Aslı Tohumcu’nun kaleminden “Eksimus Serüvenleri”nde…

İyi okumalar.
Sevgiyle Kalın
Hüma


Haaa unutmadan katil uşak!

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.






Devamını Oku »

Şu Acayip ...

0 yorum

Ah Şu Acayip Şeyler 






Anneee….

-Yarasalar gece nasıl avlanırlar?

-Neden Hindistandaki fillerin kulakları Afrika fillerinin kulakları kadar büyük değil?

-Kulağakaçan böceği gerçekten kulağa kaçar mı?

-Balıkların kulak delikleri var mıdır?

-Neden iki kulağımız var?


Sorular ardı ardına gelince oğlumun yeni öğrendiği bilgileri benimle paylaşmak istediğini tahmin ederek,

“Bilmiyorum ama cevabını merak ettim” demem yeterli. Sonrasında onu susturabilene aşkolsun.

Kulakların Hayat Bilgisi ve Fen Bilgisi kitaplarında yazmayan, çok acayip gerçekleri, Tarık Uslu’nun kaleminden Şu Acayip Kulaklar kitabında.

Aslında “Şu Acayip Kulaklar” serinin yirminci kitabı.

İki yıl önce kitapçıda kitapları karıştırırken oğlumun ilgi alanı olan Hücre, Atom, Işık ve Renk sayesinde tesadüfen keşfettiği Tarık Uslu’nun bu serisi Fen Bilgisi derslerinin vazgeçilmez eğlencesi…


Bu seriden aldığı keyif, kitapları okurken kıkırdamasından belli.


Yaz döneminde evi karıncaların basması “Şu Acayip Karıncalar”, hiç durmadan öten cırcır böcekleri, kulağa kaçanlar, tesbih böcekleri sayesinde de “Şu Acayip Böcekler” ve daha niceleri kitaplıktaki yerlerini almaya başladılar, yeryüzü, gökyüzü, uzay derken bir bakmışız yirminci kitaba gelmişiz.


Kitabı okuduktan sonra acayip sorularla bizi sıkıştırması, “Biliyormusun anne?” diye başlayan cümleler ile uzun uzun okuduklarını anlatması sayesinde ister istemez ev halkı olarak biz de bu serinin müptelası olduk.

Tüm çocuklara, çocuk kalanlara ve ömür boyu öğrenci olanlara iyi okumalar.

Sevgiyle kalın
Hüma 







Şu Acayip Şeyler  serisi hakkındaki düşüncelerini benle paylaşır mısın?

“O kadar bilimsel ve zor şeyleri son derece espritüel bir dilde anlatmış. Ders kitaplarından daha eğlenceli. Anlatılan her şey çok kolay kafaya oturuyor. Ben böyle anlattım anne ama sen cümleleri düzenlersin.”








Devamını Oku »

Bahar Sarıkaya

0 yorum


O BİR ÖĞRETMEN

O BİR YAZAR

O BİR ANNE


Tesadüfleri severim, aslında tesadüfün planlı bir kader olduğuna inanırım. Bazı insanlarla yollarınız kesişir ve kalpleriniz aynı amaç için atar ya, işte benim için de öyle bir gündü bugün. Öğrencilerinden “benim çocuklarım” diye bahseden, cıvıl cıvıl enerjisi ile çevresindekileri etkileyen, yaptıklarını anlatırken mütevaziliği elden bırakmayan öğretmen, yazar ve anne Bahar Sarıkaya ile Kendisi Bir Mekan’da, yazdığı kitapları, çocukları ve yeni projelerini konuştuk. 

Çocuklar için yazdığınız Atatürk konulu etkinlik kitaplarınızın yazılış hikayesinden bahseder misiniz? 

Bizler her çocuğa anaokulundan itibaren Atatürk’ü anlatmaya çalışıyoruz Fakat fark ettimki o yaş çocuğunun anlamadığı kelimelerle anlatıyoruz. Savaşlar, kongreler, genelgeler gibi…

Bugün bu ülkede kadın olarak çalışabiliyorsam ve öğrencilerimle öğretmenlik yapabiliyorsam, bu özgürlüğü ona borçluyum. Öğretmen, anne ve yazar olarak yetiştirdiğim, ulaşabildiğim her çocuğa Atatürk’ü anlatmalı tanıtmalıyım, bu benim manevi borcum. 

18 yıllık öğretmenim, dolayısıyla çocukların okulda neyi yapamadıklarını ve neye ihtiyaç duyduklarını gözlemleme şansım oluyor. Sınıfta çocuklara Atatürk ile ilgili savaşları, yaptığı yenilikleri anlatırken çocukların ilginç soruları olurdu, “Nelerden korkar? O da benim gibi ballı süt sever mi?” Benim anlatmak istediğim Atatürk ile onların merak ettiği Atatürk bambaşka. Düşündüm, bu çocuklara kendi yaş dilimlerinde anlayabilecekleri şekilde Atatürk’ü anlatmalıyım.

 
İlk kitap anaokul gurubuna, 5-6 yaş için yazdığım “Atatürk ve Ben”. 

Kitabın içerisinde Atatürk’ün sevdiği yemek, sevdiği kitap, en sevdiği hayvan gibi bilgiler var sonuç olarak çocukların onunla bir özdeşim kurmalarını istedim. 

“Onun ve senin, sevdiğiniz şeyleri öğrendin, belkide ortak noktalarınız var. Neden sende bir gün onun gibi bir lider olmayasın?” mesajını vermekti amacım. 

Sonra ikinci kitap devreye girdi, “Her Çocuk Biraz Atatürk’tür” ilkokul 3. sınıf etkinlik kitabı. Yaşlar biraz daha büyüdüğü için etkinlikteki sorular değişti, derinleşti. İçerisindeki her soru çocuğun birşeyleri analiz etmesini, kendiyle özdeşleştirmesini sağlıyor. 

Aslında anlatmaya çalıştığım O’nun da sevdiği şeylerin yanında korkuları, kaygıları var, senin de var. O bunlarla baş etmeyi başarabilmiş? Sen de baş edebilirsin? Çocukların kendilerini bir lider ile özdeşleştirerek her yönüyle analiz etmelerini, kendilerini tanımalarını, sorun çözme becerilerini geliştirmelerini istedim. 

Buradaki soruların tamamının tarzı zaten bizim yaratıcı soru dediğimiz tarzda. İçerisinde çocuğun birikimini katmasını beklediğimiz şeyler. Kitabın en güzel noktası, Uzman Klinik Psikolog Selin Sönmez tarafından yönlendirilmesi ve sınıflarımda çocuklarla yaptığımız değerlendirmelerde onların bakış açılarıyla şekillenmesiydi. Bu süreçte çocuklar çok keyif aldılar, kendi yaptıkları şeyleri bir ürün olarak karşılarında görmek onların çok hoşlarına gidiyor. Neticede emek verdikleri bir şey somut olarak ellerinde duruyor. 

Üçüncü kitabım “Unutulmayan Sözlerle Atatürk” 19 Mayıs’ta piyasaya çıktı. Bir insanı davranışları ile anlatmak ayrı bir şeydir ama bazen bir cümle söylersiniz ve o cümle sizin saatlerce anlatmak istediğiniz şeye bedeldir. 

İlk kitabınız Atatürk ve Ben ile bir proje başlattınız, bize bu projeden bahseder misiniz? 

Bizler İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşadığımız için kitaplara özellikle yeni çıkan kitaplara ulaşmamız daha kolay ama baktığınızda başka bir şehirde yaşayan çocuk için durum böyle değil. Biz özel okullardaki öğretmenler zaman zaman kampanyalar yaparız, sosyal sorumluluk projesi kapsamında devlet okullarına kitaplar göndeririz. Bu kampanyalarla kitap yardımı alan bir çocuk vardı hayatımda, şöyle demişti; “Benim hiç yapılmamış, yıpranmamış bir kitabım olacak mı?” O beni çok etkilemişti. Kendi kitabım çıkınca böyle bir proje başlatmak istedim ve bence her çocuğun bir tane yeni kitabı olmalı, kendine ait bir kitabı olmalı.

Atatürk ve Ben kitabı piyasaya Mart ayında çıktı, Projeyi 23 Nisan’a özel başlattım. 23 Nisan Atatürk’ün bize armağanı, kitapta bizden çocuklara armağan olsun istedim.

“5000 Öğrenciye Atatürk ve Ben” projesini başlattığımda çok heyecanlanmıştım, Türkiye’nin her yerindeki devlet okullarına, ihtiyacı olan çocuklara gidecek ve ilk kez kitabı olacak o çocukların. Kitap Atatürk ile ilgili ve 23 Nisan geliyor, ben heyecanla bu işe girişirken sponsor bulma konusunda bu kadar zorlanacağımı hiç düşünmemiştim. Bir çok firma ile yazıştım sosyal sorumluluk projesi kapsamında bu projeye sponsor bulamadım maalesef. Çok üzüldüm tabii ama yılmadım sosyal medya hesabımdan tüm akrabalarıma, arkadaşlarıma hatta ilkokul arkadaşlarıma kadar ulaştım. Bu proje için destek istedim. Arkadaşlar, dostlar ve onların dostları sayesinde ufak ufak başlayan yardımlar birikti en sonunda 5000 öğrenciye bu kitabı ulaştıracak bütçeyi temin ettim. 

O çocuklara o kitaplar gitti. Ve yeni bir süreç başladı benim için. İnstagramda #5000öğrenciyeatatürkveben hesabı açmıştım. Kitabımın ulaştığı öğrencilerden, öğretmenlerinden o kadar muhteşem fotoğraflar ve videolar gelmeye başladı ki çok duygulandım, çok mutlu oldum. Bu süreçte çektiğim sıkıntı apayrı ama diğer taraftan teşekkür eden mesajları, mektupları size yapılan o boyamalar gönderdikleri fotoğraflar muhteşemdi. 

Bu proje hayatımızda başka güzelliklere yol açtı. Öğretmelerle yaptığımız yazışmalar sonucu sınıflarda başlattığımız sosyal sorumluluk projesi kapsamında 7-8 yaşlarındaki çocuklarım başka okullara yardım ettiler.

İlk öğretim çağı çocuklarının kitap okuma alışkanlıklarını nasıl buluyorsunuz? 

Genel olarak baktığınızda çocuklar okumaktan çok hoşlanmıyorlar çünkü teknoloji hayatlarının içerisinde. Ancak suçlu sadece teknoloji olamaz. Kitap okuma alışkanlığı çocukların hayatlarına ilkokula geldiklerinde kazandırılacak bir şey değil. Ebeveynler en büyük hatayı burada yapıyorlar. Kitap okuma eylemi, çocuğun hayatında doğduğu andan itibaren varolacak bir şeydir. Okula başlayana kadarki yedi yıl çok uzun bir zaman. Yedi yıl boyunca hiç bir şekilde kitap okumamış bir çocuğu okula başlatıyoruz, böyle çocuklar var maalesef ve biz o çocuğa hem ödev yapmasını hemde günde 15 dakika kitap okumasını mecbur ediyoruz. Doğal olarak bu ona eziyet geliyor.

Çocuğun küçük yaştan itibaren kitapla bir arada olması, konsantrasyon, dikkat becerisi, kelime haznesinin artması, anlama becerisinin gelişmesi, el kasları ve büyük-küçük kas uyumunun gelişmesini sağlar. Bizim normalde okul hayatına başladıklarında çocuklardan beklenen küçük kas denetimi dediğimiz şey aslında sayfa çevirmek kadar basit bir eylemi yapabilmesi içindir.

Çocuklar ailenin bir yansıması, davranışsal olarak, kelime becerisi, oturma kalkma alışkanlıkları, erdem anlayışı, ahlak anlayışı, ailelerin kitap okumaya verdiği önem, eğitim açlığına öğrenme becerisine gösterdiği değer tüm bunlar ailelerin çocuğa kazandırdıkları. Çocuk okula geldiğinde bunun üzerine biz ilave yapabiliyoruz. Doğal olarak ailesinden öğrendiği kitap okuma alışkanlığı okulda pekişiyor. 

Çocukların öğrenme becerileri, zihinsel gelişimleri açışından bakıldığında, okul öncesi kitap okuma alışkanlığı kazanmamış çocuklarla bu kazanımı edinmiş çocuklar arasında açık ara fark gözlemleniyor. 


Kitap okuma alışkanlığı edinmeleri konusunda ailelere tavsiyeleriniz nelerdir?

Kitap okumayı eğlenceli hale getirerek başlanabilir. Mesela kenarları ışıklı okuma gözlükleri var, çocukların hoşuna gidiyor yada çocuklar gizli köşelerde saklanıp kitap okumayı da severler. Masanın altında veya evde kurulan basit bir çadırın içinde gibi. Okul öncesi çocuklar ise aile bireyleriyle kucak kucağa olup, o sıcaklığı hissetmek ve ortak bir şeyler paylaşmak istiyorlar. Her çocuğa özel bir yöntem vardır. Sanırım aileler doğru teknikleri uygularlarsa, çocukların kitap okuma alışkanlığını kazanmaları çok yüksek olacaktır. 

Bir de kitap seçme süreci var. Kitapçıya gittiklerinde kitaplar dışında oyuncak, kırtasiye malzemesi vs olan yerlerde dikkat dağıldığı için konusu sadece kitap olan yerleri tercih etmeli aileler. Çocuk, kitapları inceleyip seçim yapabilir yada sadece onları kısaca okuyup bakmış da olabilir, her kitapçıya girdiğinizde kitap almak zorunda değilsiniz. Kitaplarla geçirdiği süre arttıkça ve yaş ilerledikçe mahalle kütüphaneleri, okul kütüphanelerine de gidecek, kitapçıdan da kendine uygun kitap seçmeyi öğrenecek. Çocuğun kitap okuma alışkanlığını kazanması, ailelerin bu süreci sabırla, istikrarlı bir şekilde nasıl yönettiğiyle çok alakalı. 


Yeni kitap projeleriniz var mı? 

Halihazırda hazırlıkları tamamlanan iki kitabım var. Yazmaya devam ettiğim kitaplar da var ve konusu Atatürk ile ilgili. 3-12 arası yaş guruplarına özel Atatürk kitapları yazmayı tamamladığımda başka birşeyler yazmaya devam edeceğim. 

3 yaş çocuklar, anaokuluna başladıklarında Atatürk’ü tanır, hayatını ve yaptıklarını bilir diye öğretilmesi zorunlu bir kazanım var ama konuyla ilgili bu yaş gurubuna göre bir kitap yok. Bu konuda tamamen çocuğa görelik ilkesinden yola çıkarak Anaokulu ve ilkokul 1. sınıf yaş gurubuna hitap eden içerisinde çeşitli etkinliklerin olduğu iki ayrı kitap Eylülde çıkacak. Adı yine “Her Çocuk Biraz Atatürk’tür” ama hitap ettiği yaş gurubu farklı. 

Gerçekten aslında her çocuk biraz Atatürk, sadece biraz ama daha da fazlası olabilir. Ne kadar olduğunu çocuğun kendisi belirliyor. 


Röportaj Hüma Oktay 

Bu röportaj Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır
























Devamını Oku »