Bükreş

0 yorum

Meraklı meraklı dokunuyorum ağaçlara, aslında tam karşımda duran ağaç kütüklerinden yapılma bir ev. Hayretle seyrettiğim evin sadece kendi değil, çatısıda ağaçtan.

Herastrau Gölü kıyısında sıralanmış birbirinden güzel Romen çiftlik evlerinden örneklerin sergilendiği 272 adet ağaç ev, değirmenler ve kiliseler ile bir açık hava müzesi burası. (Dimitri Gusti, National Village Museum)

 
National Village Museum
Bükreş’e geldiğimiz ilk gün havaalanından hemen buraya geldik. 1936 yılında kurulmuş Ulusal Köy Müzesi, Hanri Coanda Havaalanına 15 km uzaklıkta. 

Göl kenarında evlerin arasında geziniyoruz, bu ağaç evler yüzyıllardır burada sanki, zaman ve mekan değişse de ağaç aynı, hissi yaratıyor.



Palatul Parlamentului 

Doğa harikası bu yerden şehrin merkezine doğru yol alırken gördüğüm Parlamento Sarayını hüzünle karşılıyorum. 

Dönemin lideri Nikolay Çavuşesku tarafından 1984 de 19 Ortodoks kilise, 6 sinagog, 3 protestan kilise ve 30.000 tarihi konut yıkılarak yerine bu 1.100 odalı Parlamento binası yaptırılmış.


Dambovita nehiri kesen Calea Victoriei Caddesi boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. En lüks ve en eski cadde olarak anılan Calea Victoriei boyunca görebileceğiniz birçok müze var. 

National Museum of Romanian History

İlk karşımıza çıkan Romen tarihi Ulusal Müzesi (National Museum of Romanian History)

Odeon Tiyatrosu (Teatrul Odeon ) önüne geldiğimizde Atatürk Büstü ile karşılaşıyoruz bizim için büyük süpriz oluyor.


Yeni binaların arasında tarih sayfasından kopmuş gibi duran Kretzulescu Kilisesi (Doğu Ortodoks Kilisesi) 1720 yılında inşaa edilmiş. 1940 yılındaki depremde hasar görsede bugün hala eski tarihi görünümünü koruyor.
Romanian Athenaeum
Kilisenin yanında Ulusal Sanat Müzesi (The National Museum of Art of Romania) ve karşı sırasında 1888 yılında açılan ihtişamlı kubbesiyle göz kamaştıran Konser salonu Athenaeum (Romanian Athenaeum). Bükreş’de gezilebilecek yerler arasında.

Hiç gittiğiniz şehrin sokakların da kaybolup, kendinizi bulduğunuz oldu mu?

Cartureşti
Yürürken yolda her köşeyi bir kitapçı tutmuş gibi geliyor bana. İkinci el kitapları dizmişler yol kenarına, her gelen bir karıştırıyor "okumadığım ne kaldı" diye. En az ikinci el kitaba olan ilgi kadar yeni basımlara da ilgi var.

Kitaplar sokaklardan dükkanlara taşınmış, Kitapların gücüne inanların gizlice yaşadığı bir yer, Cartureşti… 
Carte, ceai, muzica (kitap-çay-müzik)...
Beyaz, hiç birşeye bu kadar yakışmamıştı. Raflarda kitapları karıştırıp en yakın rahat koltukta kitabı tanımaya çalışabilirim yada en üst kata çıkıp çayımı ve kahvaltımı yudumlarken okuyabilirim.

Tabi birde olmassa olmazı tarihi eski şehir (Old Center). Masaların dükkanlardan dışarılara taştığı, yemek, müzik ve eğlencenin keyfini çıkaracağınız, restaurantların kafe ve barların olduğu nostaljik kent.





Fotoğraf makinemiz elimizde yollardayız….

Bükreşten yola çıkıp Braşov'a giden büyülü yol boyunca sırasıyla Sinaia, Busteni, Azuga, Predeal ve Poiana Broasov kayak merkezlerinden geçtik.

Şanslıyız, baharın habercisi güneş, yolların kenarına bıraktığı tüm renklerden yansıyan güzelliğini, dağların tepesindeki beyaz şapkalara inat, tatlı bir tezatla bize sunuyor.

Sinaia Manastrı
Yol boyu elimden fotoğraf makinesini düşürmüyorum ama yine de gözümün gördüğünü, yüreğimin hissettiğini bu küçük kutuya hapsedemiyorum.

ilk durağımız Sinaia,

Bahçe içinde en fazla iki katlı evlerin yol boyu sıralandığı, çocuksu bir heyecanla karşıladığımız yol kenarındaki kırmızı telefon kulubeleri ve yeşillikler içindeki kasaba, huzur dolu bir yer olarak hafızama kazındı.

Tepede ki Sinaia Manastrı’nda verdiğimiz fotoğraf molası sırasında tanıştığımız görevliler Türk olduğumuzu duyunca ilk söyledikleri “Muhteşem Süleyman!"  Anlaşılan dizi uluslararası boyutta ün kazanmış. Fotoğraflar çekiliyor, sohbet koyulaşmadan biz ağaçların arasından tırmanışa devam ediyoruz.  

Yeşilin binbir tonu ve su şırıltısı eşliğinde ilerlerken tepede gördüğüm muhteşem yapı bana, Alice’in tavşanının önümüze çıkıp bizi Şatoya giden gizli yoldan yukarı çıkaracak gibi hissettiriyor.

Masalsı yapısıyla önce heyecanlandıran sonra merak ettiren saray, şato, kale adına ne derseniz deyin Kral I.Carol’un yazlık sarayıymış. Ben yaz- kış kalabilirim burada.

I.Carol Yazlık Sarayı / Peleş Castle

Karpat dağlarının arasında muhteşem bir manzarası var. 1873 de inşatı başlanan bu sarayın en önemli özelliği; Avrupa’da ilk merkezi ısıtma ve aydınlatma tesisatının döşendiği ve ilk asansörün yapıldığı saray olmasıymış. Duvar resimleri, tavan süslemeleri, dış cephesindeki freskler, bahçe düzenlemeleri en ince detayın bile atlanmadığı 170 oda ve 30 banyodan oluşan bu sarayın yapımı 10 yıl sürmüş. Ne diyelim “Müsaitseniz, bizde güle güle oturuna gelmek istiyoruz”...

Yollar bizim bu gün, git git bitmiyor. Sinaia’dan sonra Braşov’a doğru yola çıkıp  Drakula’nın mekanı Bran Kalesini ziyarete gidiyoruz. Acaba Bran Kalesi'nin avlusunda oturan 5 Drakula biz olabilir miyiz?

Meraklısı için detaylar  Braşov yazısında...


































Devamını Oku »

Braşov

0 yorum

Okuduğum kitapların etkisinde kalıp anlatılan mekanları, şehirleri ziyaret ettiğim çok olmuştur. Bu sefer zamanlama süpriz oldu benim için, bu ziyaret beklediğimden erken geldi.

Gülşah Elikbank, Yalancılar ve Sevgililer basım aşamasındayken yaptığı bir söyleşide Romanya’da ki, Drakula efsanesinden bahsetmişti. Ben hafızamın gidilecek yerler listesi bölümüne bir not etmiştim. Kitabı okuduğumda ise emindim artık buraya gitmek istediğimden.

Merak, tesadüf, mucize, evren herşey benden yana, tabii birde iflah olmaz bir gezgin olan kızkardeşimin süpriz gezi planları…

Bu gezide, kızkardeşim ve üniversite arkadaşlarının yıllar sonraki buluşmalarına ben sonradan dahil oldum. Uluslararası bir buluşma oldu.

Herkes farklı şehir ve ülkelerden geldi İstanbul’a ve oradan Romanya’ya, bizi bekleyen dünya tatlısı sevgi dolu, konuksever ikiliyle buluşmaya…

Yılların verdiği dostluk, araya giren onca zamana karşı mesafeleri kısalttı, gönülleri bir yaptı.

Vampir efsanelerinin dilden dile dolaştığı, soğuk, kasvetli ama bir o kadar da bilmece gibi olan, kuşların bile zor ulaştığı dağın eteklerindeki şatolar kadar şaşırtıcı; 

Baharda yeşilin her tonunu görebileceğiniz, gökkuşağı rengi çiçeklerin yerlere serildiği, suların şırıltısı ve kuş sesleri arasında gezebileceğiniz kadar da doğal güzellikleri olan Transilvanya bölgesi, bu gezimizin konusu.

Drakula Şatosuna yada gerçek adıyla Bran Kalesi’ne ziyaret için gittiğimizde, girişten önce kurulan mini pazar tezgahları arasında dolaşırken, önce çığlıkları duydum sonrasında şapkam başımdan gitti. Arkamı döndüğümde bak, bak bitmeyen maskeli yaratık elinde benim şapkamı sallıyordu. Bizi, şatoya girmeden önce korku evine davet ediyormuş meğer.



13.yy inşa edilen Bran Kalesi stratejik bir konuma sahip, bir dönem gümrük olarak bile kullanılmış. 

Tarihi kaynaklara göre, Eflak hükümdarı Vlad Ţepeş'in (Kazıklı Voyvoda) bir kaç kere Bran geçidinden geçmişliği varmış (1448-1476 yılları arasında) ama bu kalenin tarihinde önemli bir rol oynamamış.  Bizim bu tarihe bir katkımız olsun dedik, hepimiz Drakula olduk, avluda toplandık.

1920 yılında kale Romanya Krallığı'nın resmi ikametgahı olmuş. İçeride Kraliçe Marie tarafından toplanan mobilya ve sanat eserleri sergileniyor. İçerisi labirent gibi merdiven in çık bir odaya gel, koridordan geç merdiven çık başka bir odaya gel. Güncel yaşamda yorucu tabii. Birde şatonun alt bahçesi yani büyük bir park alanı var. 1937 de Kraliçe Marie yorulmasın diye park ile şato arasına asansör konmuş.

Tüm bunlar biryana Kralice Marie’den çok, Abraham Bram Stoker’ın 1897 de yazdığı Drakula, bu şatoda daha çok ünlü. Hatta bu yaz etkinlikler arasında Drakula Müzik ve filmin galası var.

“Oscar'a Aday besteci Philip Glass ve Grammy Ödülü Kronos Quartet ‘ın sahne aldığı Drakula Müzik ve Filmin galası 2-5 Temmuz da Bran Kalesi 'nde.”

Bir zamanlar kuşların bile zor ulaştığı bu kale, manzarasıyla beni büyüledi. Gezi ekibi gurme olmasa ben yine yemek yemeği unutabilirdim.

Broşov da şehrin kalbinin attığı Piata Sfatului meydanındayız. Bu meydan sayısız restaurantlara, kafelere, büyük ve küçük otellere ev sahipliği yapıyor. Prato italyan mutfağının lezzetli yemeklerini damak tadınıza göre hazırlıyor, yemekler kadar tatlılarda muhteşem.

Sıradışı dekore edilmiş yerler, bana ilgi çekici gelir. Tavana kadar yükselen kütüphanenin yanındaki masada yemek yerken kendimi zaman tünelinden geçmiş gibi hissettiğim Festival 39 ve içeri girer girmez tavanda asılı sandalyeler ile dikkat çeken İtalyan mutfağından lezzetli makarnaları ile Trattorian Artisan Food ve sabahın serinliğinde bile turkuaz ve pembenin sıcaklığında kahvelerimizi yudumlarken mavi kadehlerde ışık oyunlarını seyrettiğimiz sevimli kış bahçesi Hirscher

Meydanda Braşov Tarih Müzesi ve saat kulesi (Muzeul de Istorie Brasov) var. Müzenin tam çaprazında ki sokak arasından Kara Kilise (Biserica Neagră ) göze çarpıyor. 

13. yy dan bu yana deprem ve yangınlar sonucu değişikliklerle günümüze kadar gelmiş olan bu kilisenin adının neden kara kilise olduğunu merak ediyorum doğrusu.

Öğrendiğime göre 1689 yılındaki büyük yangından sonra dış cephe duvarları kararınca kilisenin yeni adı Kara kilise olmuş. Daha birsürü efsane var ama inanın en gerçekçisi buydu. Kilise içinde ki org ve Osmanlı halıları dikkat çekici.


Yukarı doğru sokak aralarında dolaşmaya devam ederken daracık bir sokak (Strada Sforii) dikkatimizi çekiyor. Sokağın ortasında kollarımı iki yana açtığımda sanki kucaklar gibi duvara değebiliyorum. 120 cm eninde, 80 m uzunluğundaki bu sokağında bir hikayesi var elbet. 17.yy da itfaye çalışmalarına yardımcı olmak amacıyla açılmış ancak şimdilerde turistik bir mekan olmuş desek yalan olmaz. Fotoğraf çektirebilmek için sıra bekliyoruz.
 
Yola devam ederken Tiberiu Brediceanu Parkı'na çıkıyoruz. Karpat (Tâmpa) Dağlarının eteklerinden karınca misali yukarı çıkanları seyrederken azım açık kaldı. Neyseki yukarı teleferikle 3 dakikada çıkıldığını öğreniyorum. Içim rahat.

Braşov Karpat dağları arasında doğasıyla insanı büyüleyen harika bir yer. Çevrede çok fazla kayak merkezi var. Sinaia, Busteni, Azuga, Predeal ve Poiana Broasov bunlardan bir kaçı.

Baharda burası yeşilin binbir tonu ile çok güzel, eminim kışın her yer karla kaplıyken de yine güzel olur.

Çok yoğun bir o kadar da keyifli bir hafta sonu geçirdik. Ayrılık vakti geldiğinde sanki bir haftadır buradaymışız hissine kapıldım.

Gönlümden geçen yerlere gitmek için önce hayal etmem, istemem sonra niyet etmem gerekiyormuş daha sonrasında, zaman, yol, yöntem hepsi bir olup gerçekleşiyormuş yeterki gönüller bir olsun.

 
Braşov’da yeni kurulan dostluklara…

Sevgiyle …














Devamını Oku »

Katip Bartleby

0 yorum

Ayakkabının bağcıkları çözülmüş bağlar mısın?
Onlar özgür kalmayı hak ediyor anne. Bağlamamayı tercih ederim.

Ödevlerini yaptın mı?
Ödevsiz hayat çok rahat. Yapmamayı tercih ederim.

Çocuklarımın içine Katip Bartleby kaçmış benim haberim yok…

“Azimli bir insanı pasif direniş kadar çileden çıkaran bir şey yoktur. Direnilen kişi acımasız değilse, direnen kişinin pasifliğinin de bir zararı dokunmuyorsa , o zaman direnilen kişi, iyi günündeyse, sağduyusuyla çözemediği şeylerin üstesinden hayal gücünü şefkatle kullanarak gelmeye çalışacaktır.”

Herman Melville’nin kaleme aldığı Katip Bartleby gözüme ince gözükerek birinci sırada yerini aldı. Okumaya başlamamla daha ilk sayfalarda Katip’in “yapmamayı tercih ederim” cevaplarından ve avukatın çaresizliğinden empati misali çok etkilenmiş olmalıyım ki, bende “okumamayı tercih ettim.” Hal böyle olunca kitap da okunmamayı tercih etmiş olacak ki evin içinde kayıplara karıştı.

“sırtındaki solmuş ama derli toplu giysisiyle, acınası bir saygınlık ve koyu bir umutsuzluk içindeydi! Gelen, Bartleby idi.”


Yarın okul var saat 12.00 olmuş, niye yatmadın?
Yatmamayı tercih ederim.

Yemek hazır, herkesi sofraya bekliyoruuuum.
Sonra, ben şu an yememeyi tercih ederim.

Bu pasif direnişin sonu ne olacak, benim sabrım nerede patlak verecek merak ediyorum. Kitabın sonu beklediğim gibi sonuçlanmadı ama bu sona giden her adımı en ince ayrıntısına kadar öğrenmeyi çok istedim. Fakat Katip Bartleby bulunmayı hiç istemedi. Aramaktan vaz geçtiğimde kütüphanemin kitapları arasından bana gülümserken buldum onu.

“Onun bedenine yardım edebilirdim; ama ona acı veren bedeni değildi: acı çeken ruhuydu ve ben onun ruhuna ulaşamazdım.”

İzin vermedikleri sürece hiçkimseye yardım edemezsin demişti bir hocam. Bir yanda Katibin pasif direnişleri sonucunda ona hem acıyan, hemde öfkelenen avukatın çaresiz çırpınışları; diğer yanda kendine yapılan hiçbir teklifi kabul etmemeyi seçen, sadece çalışmayı değil yaşamayı da durduran Katip Bartleby.

Acaba avukat bu direnişe yeterince tepki verebilseydi, sonuç yine aynı mı olurdu? İşini kusursuz yapan bir katipken “yapmamayı tercih ederim” diyerek kime ve neye karşı pasif direnişe geçmişti? Düşündürücü…

“Nasıl da acınası bir arkadaşlıksızlık ve yalnızlık var gözlerimin önünde diye düşündüm birden. Yoksulluğu büyüktü ama yalnızlığı çok korkunçtu!”

19. yy ortalarında Wall Street’teki bir mühürdarlık bürosunda geçen, bireyin toplum kurallarına karşı gelişi, özgür irade, pasif dreniş gibi konuların işlendiği absurd edebiyatın öncülerinden “Katip Bartleby “ beni hem hüzünlendirdi, hemde düşündürdü.

“Gelin görün ki dar görüşlü kişilerin bitmeyen uzlaşmazlıkları, sonunda daha yüce gönüllü olanların en iyi kararlarını bile yıpratır.”

Okumayı tercih ederim
Sevgiyle Kalın




Devamını Oku »

Ateş Kırmızısı

0 yorum
“Güneş, tabiatın kendisi için biçtiği sürenin sonuna doğru yaklaştığından haberdar, İstanbul üzerine saçılmış ışıklarını toparlıyordu eteklerine ağır ağır.”

Cuma günü, öğle vaktinden önce Galata köprüsünün köşesinde heyecanla bekliyorum. Beyaz atları üzerinde üniformalı alay kumandanı ve subayların bayraklarla Galata Köprüsü üzerinden ihtişamlı geçişini…

Beyazıt tarafından gelen top sesinin hemen ardından gelmesini beklediğim naralar eşliğinde yalınayak koşan tulumbacılarla bende koşuyorum, yangına ...

Yenikapıda önce mezelerin kokusu geliyor burnuma sonra mastikanın…

İstanbul’u adım adım geziyorum bir ressamın gözünden.

“Constantinopoli bir fener balığı gibidir, sinyor. Seni başının üzerindeki ışık saçan tuzağıyla aldatır, derinlere çeker “

Orhan Bahtiyarı’ın yeni romanı Ateş Kırmızısı, İtalyan ressam Fausto Zonaro’un İstanbul daki yaşamı, kurduğu dostlukları, o dönemdeki İstanbul’un sosyal ve politik hayatını anlatıyor.

“Her ne kadar dilini öğrenmiş de olsa hala yabancı olarak kabul edildiği bu ülkede, endişelerinin gerçeğe dönmesi an meselesiydi. Maharet, akmakta olan nehrin suyunun önünde durmak değil, nehrin yatağını değiştirmekteydi.”

Ressam Zonaro’nun ilk İstanbul’a gelişi ve tablolarını satma çabası. ile başlayan macerası Saray Ressamı ünvanını alması ve çeşitli nişanlarla II.Abdülhamid tarafından ödüllendirilmesine kadar sürüyor.

Fausto Zonaro’yu dünyanın tanıması sokak sokak resmettiği İstanbul sayesinde olurken, bizlerin o dönmedeki İstanbul sokaklarını tanıması Zonaro sayesinde oluyor.

Ressamın renklerle anlatmaya çalıştığı, sessiz resimlerin dile gelmiş hali, Ateş Kırmızısı…
Betimlemeler ve akıcı anlatım sayesinde kendinizi bir anda İstanbul sokaklarında tulumbacılarla koşarken, sandığı elden ele omuzlarken bulabiliyorsunuz yada onların meşhur sandık tutulma kavgalarının içinde…

Bir sayfada Saint Esprit Kilisesi’nin yer altı mezarlığında adım adım ilerliyorken başka bir sayfada Ayasofya’nın yer altı dehlizlerinde ilerliyorsunuz.

Bir bakmışsınız güzel bir günde Osman Hamdi ile palamut avlamaya denize açılmışsınız

Bir bakmışsınız Yıldız Sarayın bahçesinde zümrüt yeşili gözleri resmediyorsunuz.

Hangi sayfada nerede olacağımı kestiremeden Ressam Zonaro’nun renklerle anlatmaya çalıştığı İstanbul sokaklarını Orhan Bahtiyar’ın kalemiyle satır satır dolaşıyorum.

Her okuduğum satır bir sonraki için merak uyandırıyor bende, araştırma isteği oluşuyor. Anlatılan İstanbul olunca bu merak ister istemez katlanarak büyüyor.

Ressam Zonaro’un eserlerinden bazıları Dolmabahçe Sarayında sergileniyor. Ancak güzel olan, Ressamın tablolarının hepsini eşi Elisa fotoğraflamış ve bir defterde, Ressam Zonaro’un İstanbul’da kaldığı 1894-1910 yılları arasında kimlere hangi tabloları sattığını tek tek kaydederek müthiş bir arşiv oluşturmuş.

“Müzeler ve kütüphaneler, karanlığı aydınlatan fenerler gibidir ve o fenerleri birilerinin taşıması gerekir. Bir el yorulduğunda görevi devredecek başka bir el bulamazsa o fener söner gider. O fenerin sönmemesi de eğitimle mümkündür.”

Ateş Kırmısı’nı okurken bölüm aralarında İstanbul sokaklarının, ve tarihi binaların resimlerine rastlıyorum. Bu çok özel çizimler Mimar ve Ressam Can Ersal’a ait.

Zonaro’nun paletinden Ayasofya’nın arka sokaklarına uzanan keyifli bir yolculuk dileğiyle…

Bu yazı Martı Dergi'sinde yayınlanmıştır




Devamını Oku »

Ertuğrul Fırkateyni ve Sakura

0 yorum

Hava birden soğudu, gökyüzü siyaha dönmek üzere.

Yavaştan başlayan yağmur giderek şiddetini arttırırken, ıslık çalan rüzgar kayaları döven dalgalara eşlik ediyor.

Dev dalgaların arasında son çırpınışlarını veren fırkateyn suya gömülürken acı çığlıklar göğe yükseldi.

Kimbilir kaç bulut geçti, kaç mevsim değişti. Denizler tanrısı Poseidon daha kaç kere kızdı da denizleri alt üst etti.

Kaç çocuk babasını özleyerek uyudu, Ertuğrul Fırkateyn’i Kushimoto açıklarında okyanus sularına gömüldüğünden bu yana…

II Abdülhamid, Japon heyetinin İstanbul’u ziyaretine karşılık 1890 yılında hediyelerle birlikte Japonya’ya bir gemi gönderir.

Geminin kumandanı Mirliva Osman Paşa bu gemiyi İstanbul’dan Japonya’nın Yokohama Limanı’na 11 ay da getirmiş. getirmesine ama şimdi dönüş için değil 11 ay, 11 günleri bile yoktur.

Japonya, kazadan sağ kurtulan 69 denizciyi ve ölenler için topladıkları yardımı Askeri gemi ile birlikte İstanbul’a gönderir. Ve Japonlar, Kushimoto da Ertuğrul Fırkateyn’i adına bir Şehitlik anıtı ve müze inşaa ederler. Güzel olan, her yıl anıt önünde anma törenlerinin yapılması.

Kushimoto’da 1974 yılında inşa edilen "Türk Müzesi"nde Ertuğrul Fırkateyni’nin maketi, gemideki asker ve komutanların fotoğrafları ve heykelleri bulunmaktadır.

Tüm bunların, baharın müjdecisi, kısa hayatların ve ani ölümlerin simgesi; hem hayatın güzelliklerini ve yaşama sevincini hem de hiç umulmadık bir anda ölümün gelebileceğini hatırlatan Sakuralarla ne ilgisi var diyeceksiniz?


Baharda, 7 ile 10 gün süren bu kısa ömürlerini fotoğraflamak için gittiğim Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi’nde Sakuraların arasında rastladım Ertuğrul Fırkateyn’i anıtına.

Öğrendim ki Japon Sakura Vakfı, bu facianın 115. yılında Ertuğrul Fırkateyn’inde ki denizcilerin anısına her biri için sakura ağacı hediye etmiş.

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi’nde Ertuğrul adası var ve bu ada da 527 Sakura ağacı. Anıtta tüm mürettebatın adları yazılı, ayrıca her ağaçın altında minik plaketlerde o ağacın hangi denizciye ait olduğu…

Sakuralar tüm dünyada barışı ve dostluğu simgelermiş. Ağaçlardan yerlere düşen taze sakura çiçekleri arasında gezinirken, fırtınaları, denizcileri, iki ülke arasındaki dostluğu, saygıyı ve sevgiyi yüreğimde hissettim.

Baharın gelişiyle hayata yeni bir başlangıç yapmak, yine yine yeniden yaşama sarılmak için çok sebebim var

“İnsan doğayla bütünleştiği oranda doğru davranır” demiş Lao Tzu , "Tao Yolu Öğretisi"nde

Sevgiyel kalın, doğada kalın.


Bu yazı Martı Dergi'sinde yayınlanmıştır.










Devamını Oku »

Yalancılar ve Sevgililer

0 yorum

Kendimi bir anda Vlasia Ormanında buluyorum. Soluk soluğa koşuyorum korku içindeyim, dört nala koşarak arkamdan gelen ata bile bakmıyorum. Bir el uzanıyor ve beni atın üstüne çekiveriyor. Veee uyanıyorum.

İlk aklıma gelen at beyaz mıydı? Amaaan niye dikkat edemedim, acaba atın üstündeki kimdi? 

Diye debelenirken, yastığımın kenarında en son okuduğum romanı buluyorum. Tabi ya attaki Fatih Sultan Mehmed'di. Muhtemelen beni kovalayan da Vlad Tepeş nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda. İyide benim suçum neydi?

Kitapları yatmadan önce okumayı bırakmalıyım. Gece rüyalarıma giriyorlar. Bir sonraki gece muhtemelen Bran Kalesi’nde ki Durakula şatosunda vals yapıyor olacağım. Tam da Drakula beni ısırırken uyansam iyi olacak…


Aşk bir sihir gibidir. Hataları gölgeler ama kapatamaz. Bir süre sonra senin gerçeğinle yüzleşen, kaçacak delik arar. Peki, neden insan aşık olduğu insanı değiştirmek, kendine benzetmek ister, biliyor musun? Çünkü insan en çok kendini sever.

Sevgililer mi yalancı? Yalancılar mı sevgili? İşte onu bilemiyeceğim. Gülşah Elikbank’ın kaleminden, bir çırpıda heyecanla okuduğum, ancak okuduğumda aşkla başlayan ama sonra gizem, macera, fantastik bir serüven zaman zaman gerilim, biraz psikoloji biraz tarih, az biraz felsefe ve nihayetinde yine aşk ile biten bir roman Yalancılar ve Sevgililer…

Hayat aynı yerde, bir kadının rahminde başlayıp, aynı yerde, soğuk bir toprağın içinde sonlanırken neden hepimiz bambaşka hayatlar yaşıyoruz?

Okuyucuda merak ve macera ruhunu tetikleyen bir çekiciliği var bu romanın. Eş zamanlı kurgulanmış olayların kahramanları biraz tarihten biraz bizden. 

Bir bakmışsın tarihin derinliklerinde Fatih Sultan Mehmed ile Vlad Tepeş arasındaki çekişmeyi ve adım adım yalnızlığın içinde boğulurken canileşen Vlad Tepeş'in hikayesini okuyorsun. Bir bakmışsın  ilk aşkını yitirmiş, yönünü kaybetmiş bir genç kadın ile çocuk yaşta cinsel istismara uğramış yaralı bir kadının ortak hikayesini okuyorsun. 

Olaylara geniş açıdan bakarak okumak, okumayı daha anlamlı hale getiriyor  ve farkediyorum ki  eş zamanlı kurgu zor iş doğrusu. Aklıma Gülşah Elikbank'ın Egoist Okur ile yaptığı röportajda söyledikleri geliyor. 

Düne bakarken bugünü iyi anlamalı, bugünü yazarken mutlaka dünü bilmeli ve geleceği az çok sezebilmelisin. Zamanın kelebek etkisi diye bir şey var, yüzyıllar önce yaşanmış her olay bugünün de belirleyicisi ve bizler en ilkel atalarımızın bile mirasını taşıyoruz genlerimizde."

Gülşah Elikbank’ın kaleminden Yalancılar ve Sevgililer’i okurken tarih yapraklarının arasında geziniyorum ve bugünkü bir maceraya ulaşıyorum. Romanya’da Bükreş sokaklarında geziyor ve Drakula şatosuna giriyorum. Bu hayallerde kalmamalı diye düşünürken bir fikir beliriyor aklımda ve sevinç kaplıyor içimi acaba bana Romanya seyahati mi gözüktü?

Gölgemiz geçmişte, kalbimiz şimdi de, gözümüz gelecekte olsun.”

Sevgiyle Kalın


























Devamını Oku »

Bologna

0 yorum




Akrep yelkovanı son hızla kovalarken, geç kalacağımızı düşünmenin heyecanı ile kalbim iki katı hızla atıyor.

1800’lü yıllardan kalma olduğunu düşündüğüm Milano Central Station’nın heybetli ihtişamına kapılıyorum.

Binanın içine girdiğimde gözlerimi alamadığım tavan süslemelerini bir fotoğraf gibi hafızama kazıyorum. 

Milan Cenral Station
Adımlarım peşi sıra birbirini kovalarken attığım her adımda 50, 100, 150, 200 yıl birden değişim gösteren bir zaman makinesinde gibiyim…

21. yy hızlı trenine bindiğimizde perondaki tek eksiğimiz elinde gül ile bizi uğurlayan bir sevgiliydi.
1,5 saatlik bir yolculuk sonrası Bologna’ya vardık.


Camdan manzara seyretme fırsatım oldu fakat ne yalan söyleyeyim görüntü çok net değildi, hızlı teren cidden hızlı…

Bologna tren istasyonu eski şehir merkezine yürüme mesafesinde. Sabahın erken saati meydanı boş bulduk, bol bol fotoğraf çekiyoruz.

İlk işimiz en zoru başarmak, 12. yy dan kalma iki kuleye çıkmak. (the two towers Asinelli and Garisenda).

12. ve 13. yy da zengin ailelerin yaptırdığı kuleler saldırılar sırasında savunma amaçlı kullanılmış. 180 den fazla yapılan kuleden, bu güne kalanlarla yetineceğiz biz malesef. Asinelli kulesi 97m ve Garisenda Kulesi 48m

 
Asinelli Tower

Biz önce Asinelli Kulesine çıkıyoruz. Kule gözüme çok yüksek gözükmüyor nedense, iş merdivenleri tırmanmaya gelince nutkum tutuluyor, dizlerim isyanda. Bu çıkışın birde inişi var. En azından tepeye çıktığımızda güzel manzarada bir iki fotoğraf çekip soluklanıyoruz. İniş bir felaket merdiven dar ve yukarı çıkan sayısı artmış. Birbirimize yol vere vere iniyoruz. Bu yorgunlukla Garisenda kulesini aşağıdan selamlıyorum.

Benim gezilerdeki şansım kızkardeşim, Araştırmış bulmuş, kuleden iner inmez sağ köşesindeki Gelateria Gianni’den Ricotta’lı dondurma ile yorgunluk attıyoruz.

Fountain of Neptune

Kulenin diğer karşı köşesinde Pasajın içinde yer alan Roxy Bar ‘da kahvelerimizi yudumlarken yediğimiz nefis tatlılarla enerji topladık. Geziye kaldığımız yerden devam.

Piazza Maggiore meydanındaki Neptün Çeşmesi’nin çevresi kalabalıklaşmaya başladı, iyiki sabah fotoğraf çekmişim. Kuşlar ve insanlar çeşmeyi sarmalamış.

1567 de yapılmış çeşmenin bir özelliği de dünyanın dört büyük nehrinin (Ganj, Nil, Amazon ve Tuna) simgelendiği yarı insan yarı balık bronz heykellerin bulunması.

Neptün Çeşmesinin hemen karşısında bulunan Salaborsa Kütüphanesine giriyoruz alt katı arkeoloji müzesi.

Piazza Maggiore de Salaborsa Kütüphanesinden çıkınca karşısında bizi bekleyen kırmızılı mavili mini trene atlıyoruz. Oldum olası severim bu oyuncak gibi gözüken trenleri.

Bir saatlik bir şehir turu yapıyoruz, Basilica di Sun Luca‘ya kadar çıkıyor. 12. yy da yapıldığı sanılan bu Basilica yıllar geçtikçe ilave edilen binalar ve yapılan tadilatlarla bu günkü halini almış. Şehrin en tepesinde yer almasına karşın yaz yada kış herkes rahatlıkla gelebilsin diye yapılan yolun üstü kapalı.

Biz trenle yanlarından geçerken yürüyen insanları görüyoruz. Biz enerjimizi kulelere tırmanırken harcadığımız için şuan trende olmaktan çok mutluyuz.

Library of Archiginnasio

Bir sonraki durağımız Piazza Galvani meydanındaki günümüzde Archiginnasio Belediye Kütüphanesi (Biblioteca comunale dell'Archiginnasio) olarak kullanılan bina. Aslında 16.yy da üniversite olarak inşaa edilmiş. Hukuk, felsefe, tıp, matematik, fizik ve fen bilimleri bölümlerinden oluşan bir üniversite.

Anatomikal Theater
Anatomik Tiyatro diye anılan Üniversitenin tıp okutulan salonunu geziyoruz. 

Binada tavan, duvarlar ve tabanın her biri ayrı sanat eseri rengarenk süslemelerle dolu.

Anatomik tiyatro ise bunun aksine sadece ortadaki masa görünümlü  mermerin dışında her yer; tavan, duvarlar, sıralar ve taban dahil ahşap kaplama. Tavanda ve duvarda yapılan her heykel ahşaptan yapılma.

Bugün müze olarak kullanılan bölümlerin dışında kütüphanesinde çok değerli kitaplar, yaklaşık 35.000 el yazması ve incunabula bulunuyor. (1500 yılından önce Avrupa da basılmış kitap)


Bologna da sadece sebze meyve, balık ve çiçek satan dükkanların olduğu dar sokaklarda gezinirken gün hiç bitmesin istiyorum. Ancak akşam treni ile Milano’ya dönüyoruz. Bu keyifli gezi sadece bir gün sürsede hafızamızda bir ömür sürecek gibi gözüküyor.


Devamını Oku »

Çeyiz Sandığı

0 yorum

Evlenirken kim hangi çeyizleri getirdi yeni evine diye sorsalar, heralde madde madde sayarız. Beyaz eşyadan başlayıp, dantel masa örtüsü takımlarında biten uzun bir liste olur elimizde.

Aslında biz çeyizi doğduğumuz günden itibaren usul usul hazırlıyorduk kendimiz için.

Evde gördüğümüz her davranış, duyduğumuz her güzel ve kötü sözler, yaşadığımız olaylar, evde ailemizin anne ve babamızın davranışları, babaanne, dede, anneanne gibi tüm aile büyüklerinin evdeki davranış modelleri.

Biz bunları aldık, gözlemledik, duyduk, hissettik, kodladık ve şimdi kullanma zamanı deyip, evlendiğimiz kişinin üstüne boşaltık. E tabi birde buna egolar eklendi. İşte size çeyiz…




İlişki iki kişilik bir olaydır

Ebru Tuay Üzümcü’nün kaleminden “Çeyiz Sandığı” Babaanneden toruna mutlu bir evlilik için öğütler ön planda olsa da, aslında hayatı daha anlamlı coşkulu yaşamak isteyen, eş, kardeş, dost ilişkilerini düzeltmek mutlu olmak isteyenler için yazılmış. Hayata dair her şey…

Babaanne torun üzerine kurulmuş sıcacık bir dostluk, dede ve babaannenin hayatın tüm zorluklarına karşılık sevginin gücünü kullanmış olmaları… imreniyorum

Birbirimizi kendimize benzetmeye çalışmadığımızda, sevgi yerçekimi gibi oluvermişti, bizi ayakta tutan, dengede tutan bir kuvvet. O zamana dek birini sevince onunla aynı fikirde olmamız gerektiğini sanırdım. O bana sevmenin anlamakla bir olduğunu öğretti. Bir gün beni artık istemesen de, ben senin iyi ve mutlu olmanı istemekten vazgeçmem, çünkü bu senin değil, benim kim olduğumla ilgili.”

 

İnsan olmaya dair ilişkiler üzerine sohbetleri okurken kendi çocukluğuma gidiyorum. Hayatımdaki insan ilişkilerinin taaa en başına, kurduğum dostluklar, çocukluk arkadaşlarım, okul arkadaşlarım, ailem, anneannem, babaannem, dedem, evliliğim, çocuklar…

Ve bu salı İstanbul Oyuncak Müzesi’nde Yasemin Sungur’la Kitap İle Sohbet de Ebru Tuay Üzümcü konuk oluyor ve biz “Çeyiz Sandığı”nı aralıyoruz, içinden birer birer dökülüyor duygular söz oluyor, dalga dalga yayılıyor.

Eşi Levent Üzümcü’nün de katıldığı bu güzel sohbet, zaman zaman düşündüren, zaman zaman güldüren haller alıyor, kitabın satır aralarında gezinmemizle son buluyor. Hiç bitmesin istediğimiz bu sohbet kitapların imzalanması sırasında kısa kısa içten, samimi devam ediyor. Sevgiyle …

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.




Devamını Oku »

Sizin Hiç Maviniz Var Mı?

0 yorum

Bir annenin en büyük zaafı ve aynı zamanda en güçlü yanıdır çocuğu.

Gece yarısı nefes alışındaki düzensizlikten bir terslik olduğunu anlamam uzun sürmedi, ilk deneyimden sonra uykuların en hafifini uyudum hep.

Apartopar acile koşmalar, iğneler sonra, geceden sabaha hastenelerin değişen yüzünü görmek. Sıkıntılı dönemlerdi onlar. Çocukların hastalanması daha çok acı veriyor bana.


Herkes kendi yaşadığını bilir, hep zor gelir. En zoru o yaşıyor sanır. Biraz gözümüzü açınca çevreyi biraz süzmeye başlayınca anlarız daha da zorların olduğunu. Halimize, elimizdekine şükrederiz. Uzun zaman önce şükürlerimi çoğalttım, söylenmelerimi azalttım bu hayatta.

Sizin hiç maviniz var mı? Özge Uzun’un kaleminden, anneliğin hikayesi, onun ve oğlu Dağhan’ın hikayesi.

Çoğu zaman hayatında tökezlenip düşsede umudu hiç yitirmeyen bir annenin hikayesi…

İlk beş yılda altı operasyon, ağrılar, acılar, iyileşmeler rehabilitasyonlar…

Umut, hiç bitmeyen umut… Onlar yaşarken koca yedi yıla sığdırdıkları minik Dağhan’ın hikayesini ben yedi saatte okudum. Okudum ama 70 yılda çıkmaz bu hikaye içimden benim.

Özge Uzun’un bir dileği var, İleride bu kitabı oğlu Dağhan’ın okuyabilmesi. Tabi bir de bu kitabı şimdi okumasını istediği kişiler var.

Bu kitabı en çok erkekler okusun istiyorum…

Kadınları anne olduktan sonra anlamakta güçlük çeken, onlardan uzaklaşan, doğan bebekle beraber onları yalnızlığa iten erkekler


Bu kitabı en çok önyargıları olanlar okusun istiyorum…

Her yaşananın altında bir bit yeniği arayan, “vah vah” ile başlayıp “ama” diye devam edenler…

Bu kitabı hayatta kötü şeylerin hep kendilerinin başına geldiğini düşünenler okusun istiyorum.

Bu kitabı şükretmiyi gerçekten bilmeyen, en ufak sorunları kocaman yapan, sahip oldukları mucizelerin farkına varamayan anneler okusun istiyorum…


İçten, samimi, tamamen kendi içinde yaşadıklarını en salt haliyle yansıtan, bir annenin hikayesi Sizin Hiç Maviniz var mı?


Bu yazı Ben Kadınım'da yayınlanmıştır





Devamını Oku »

Milano

0 yorum

Yıl 1893 yer La Scala Operası. Bu gece Verdi’nin, Shakespeare'in oyunlarından uyarlayarak hazırladığı son operası Falstaff’ın prömiyeri var. 

Alt salonda erkekler smokin, kadınlar uzun ve abartılı elbiseler giymişler, gösterinin başlamasını bekliyorlar. 

Biz ise bundan yaklaşık 120 yıl sonra salonda yerimizi aldık. Falstaff Operasının başlaması için sabırsızlanıyoruz. Bulunduğumuz yerden gördüklerime inanamıyorum. Gözlerim beni yanıltmıyorsa alt salonda smokin ve tuvalet giymiş seyirciler oturuyor. Yüzlerce yıl sonra bile gelenek değişmemiş.


İtalya’nın kuzeyinde, bir kültür şehri Milano’dayız. Milano’ya gitmeye karar verdiğimiz tarih aralıkları için uçak biletinden önce La Scala Opera biletlerimizi aldık. Teknolojiyi bu yüzden seviyorum uzaklar yakın oluyor.

Şehrin merkezinde bulunan İtalyan markalarının yer aldığı dükkanlar ve nefis kahvelerin yudumlandığı Galleria Vittorio Emanuelle II’nin hemen arkasında bulunan La Scala Opera binası, gece sergilediği gösterilerin dışında gündüz, gezilebilecek müze ve aynı zamanda değerli sanatçılar yetiştiren bir müzik okulu. Ama ben yine de salonda bir gösteri seyredin derim.

Duomo Meydanına kuş bakışı bakmak nasıl olur diye düşünürken, Avrupa'nın dördüncü büyük Katedrali’nin en tepesinde bulduk kendimizi. Gün batımı manzarası gerçekten de harika. Bu arada Katedralin dışı kadar içi de muhteşem.

 
Milano da Duomo meydanındaki Galleria Vittorio Emanuelle II, La Scala ve Duomo Katedral’i üçlemesinden sonra keyifle gezilecek yerler arasında Sforzesco Kalesini unutmamak gerek, içinde bir çok müze ve sergi alanı var. Hepsini gezmeye kalkınca ayaklarımıza karasular indi.

“Dinlenmek” düşüncesi bile güzel. Randevusunu aylar öncesinden aldığımız “Son Akşam Yemeği” için Santa Maria Dele Grazie de soluğu alıyoruz. Davinci’nin tablosunun gizemi kadar içeri girişimizde esrarengiz. 

İçeriye bir defada 15 kişiden fazla almıyorlar. İlk kapı açılıyor, herkes içeri girmeden ve o kapı kapanmadan diğeri açılmıyor. Böyle üç bölümden geçtik kapılar açıldı, kapandı, açıldı. Ben uzay üssüne mi giriyorum yoksa 500 yıl önce yapılmış bir duvar resmini mi görmeye giriyorum bilemedim. İçerideki oksijenin bile hesabı yapılıyor bizle beraber içeri giren sineğin vay haline…
Tahmin edileceği gibi içeride fotoğraf çekmek yasak. 


İçeride sıra sıra dizilmiş uzun banklar var, girer girmez önlerden bir yere oturduk, dinlenirken duvardaki Davinci’nin eserini inceliyoruz. Şimdi daha farklı bir gözle bakıyorum, bu resime. Masa örtüsünün, tabakların deseni, yiyecekler insanların yüzleri, elleri, bakışları herşey çok detaylı ve gerçekmiş gibi resmedilmiş. Renkler solmuş olsada detaylar gözden kaçmıyor.


14. yy da Leonardo da Vinci Kıbrıs adasını ziyareti sırasında Larnaka bölgesinden aldığı Lefkara işi masa örtüsünü Milano Katadreline hediye ettiğine pişman olduğu için onu son akşam yemeğine resmetmiş olabilir mi? Niye olmasın? 

 Peki masadaki tabaklar oturanların ellerinin her bir duruşu her detay bize mesaj veriyor olabilir mi? Da Vinci’nin bunları resmederken aklından neler geçtiğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz. 

Bu duvar resmi bir çok kereler restaurasyondan geçirilsede ilk günkü gizemli mesajını korumaya devam ediyor.

Gün bitti gibi gözüksede yeni yerler için hazırlıklar devam ediyor. Ertesi gün Bologna'yı gezebilmek için tren saatini kontrol ediyorum. Yeni  yerler, yeni heyecanlar...







Devamını Oku »

8 Mart Kutlanmalı mı?

0 yorum

Bu sabah akıllı bıdık telefonumdaki mesajların ve elektronik posta kutusunun sağ üst köşesinde, rakkamlar saniyede üç beş artarak ekranın ışığını harekete geçiriyorlar. Bilmediğim acil bir durum mu var? diye düşünmeden edemedim. Meğerse kozmatik, züccaciye ve tekstil firmaları günün anlam ve önemine uygun indirim oranlarıyla yarışa geçmişler.

Hadi bakalım bu gün nasıl geçecek diye düşünürken, köşede çiçek satan teyze bile yoldan geçen her erkeğe “bugün kadınlar günü, özel buket hazırladım abim” diye sesleniyor. Ah bu Kapitalist sistem, bize daha ne oyunlar oynayacaksın?

Her salı olduğu gibi İstanbul Oyuncak Müzesi’nde Yasemin Sungur’la Kitap İle Sohbet ‘deyim. Bugün konumuz “Şiirler ve Şarkılar ile ADIM KADIN“ ve “Anlamda Türkiye'de KADIN OLMAK"

Çok özel konuklarımız ve konuşmacılarımız var keza mevzu derin.  Sohbetiyle ve şiirleriyle olduğu kadar şarkılarıyla da bize eşlik eden Mehtap Meral ve Türkiyede ki tek kadın akordeon sanatçısı Özge Metin.

Konuşmacı kitapdaşlarım uzmanlık alanlarında bize eşlik ediyorlar.


‘Hoş Geldin Kadınım’ ile Filiz Temizel, günün anlam ve önemi İlknur Karapolat, rakamların dilinden anlayan Alev Türkkan, endüstrileştiremediklerimizden Zeliha Dağhan, şiddeti dört ayrı parçaya bölerek konuya derinden giren Didem Yeşim Pektok ve her zaman olduğu gibi – bu sefer Lilith efsanesiyle- konuya farklı bakış açıları kazandıran Oktay Valunya ile sohbetimiz şiirler ve şarkılarla süslendi.


Konuşulanlardan  hafızama takılı kalanlar;

- Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur.

- Kadın yada Erkek, kimliklerimize sahip olmayı başardıktan sonra insan olabiliriz.

- Sihirli bir kelime “Lütfen”,  hayat kurtarır.

-Kadın ve erkeğin eşit olduğu tek nokta nüfus dağılımı.

-Her 8 Mart’ta emekten önce şiddet vurgulanıyor.

-Dünyada 130 ülkedeki kadınlar, Türkiyede ki kadınlardan daha fazla hakka sahip.

- Adem‘in ilk karısı Havva mı? Lilith mi?

- Aile içinde değersizleştirilen ve en çok şiddet gören kişi, kadın.

- Ölüme giden yolda ilk adımlar evde duygusal şiddetle başlıyor.

- Dilerim 8 Mart, kendi gücümüzü konuştuğumuz bir güne dönüşsün.


8 Mart Kutlanmalı mı? Bu soruyu çok soruyorum” diyor Yasemin Sungur

Kutlansın tabi, yaşamdaki her güzel şey kutlansın. Asıl yapılması gereken mesele 8 Mart mücadelesini başlatan kadınların ruhundan uzaklaşmadan insan olmak yolunda kadınların mücadele geleneğini kutlamalıyız ki onlar bize bunu armağan etmişler. Ve biz kadınlar hem kadınlarla hemde erkeklerle. birlik içinde olmalıyız, dayanışma içinde olmalıyız.”

Konu kadın, konuşmacılar kitapdaşlar olunca, ortaya uzun soluklu bir sohbet çıktı. Bize konuşmak için bir gün yetmedi biz 364 gün daha konuşmaya çözüm yaratmaya, farkındalık yaratmaya ve birlik olmaya devam edeceğiz gibi gözüküyor.

Güne şiirle başlamıştık, bu güzel sohbetin ardından şarkıyla bitiriyoruz.

Tüm Kadınların, Dünya İşçi ve Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.
Sevgiyle Kalın



Sen çok deniz aştın mart güneşi

Çok toprak ılıttın

Ekinlere kımıl düştüğünde

Duymadın mı çığlıkları

Soğuk vurduğunda meyveleri

İniltileri

Sözcükler boğuyor beni

Sen çok kadın gördün mart güneşi

Savaşta direneni, işkencede öleni

Rosa Lüksemburg’un moraran bedenini

Karadeniz’de kum çekenleri

Ağ örenleri

Sarı sıcakta pamuk toplayanları

İncir işleyenleri

Tarlada tezgahta doğuranları

Sözcükler yetersiz, sözcükler katı

Sen çok ülke gördün mart güneşi

Sen çok kadın gördün

Yoldaşlarıyla grev yapanları

Eşitlik türküsü çağıranları

Dur ve tanığım ol şimdi

Dur ve tanığım ol mart güneşi

Hindistan ekmeğiyle besleniyor Amerikan bifteği

Kokakolayla vuruluyor Afgan bebekleri

Dur ve tanığım ol

Kutlarken 8 Martı dünya kadın emekçileri

Söz veriyorum

Tüm dünyada ödenene kadar alın teri

Susmayacağım

Sözcükler boğsa da beni


Sennur SEZER


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.







Devamını Oku »