Diyeceğim o ki, değişim kaçınılmaz.

0 yorum
Çocuklar… Ah bu çocuklar!

Onların öğrenme sürecinde biz de öğreniyoruz aslında. Geleceği öğreniyoruz…

Son iki haftadır çocuklarımla etkinliklere katılıyoruz. Onlar istediği için götürüyorum ve ben aracıyım diye düşünüyordum. Etkinlik ile ilgili hiç bir duygum yoktu. Önce “BLAM” daha sonra “Çocuklar ile Müzik” ve “Alis Yıldızların Altında” etkinliğine katıldık. Çocuklar arası 6 yaş olunca etkinlik yelpazesi genişliyor tabii.

BLAM “Nefes kesen fiziksel gösteriler… ve enerji dolu Slap-Stick komedyası”

BLAM’ı seyrederken 13-14 yaş ergen gurubunu getiren anneler olarak bizde sadece tebessüm varken onlar gülmekten katıldılar.

Önce duygum, oğlumu mutlu görmenin verdiği mutluluktu. Ama ya sonra…

Objektif olmak gerekirse BLAM ekibinin sahne performanları beni etkiledi. Sıkıcı ofis düzeninden , uzaylıları, süper kahramanları ve klasikleşmiş filmlerin kötü karakterlerini bir anda sahnede görünce, müzik ve efektler ile tam bir görsel şölene dönüştü.

Yorucu bir günün sonunda tesadüfen orada bulunup bu komediyi seyretmek bana iyi geldi. Aslında tesadüf diye birşey yok.

Çocuklarla Müzik etkinliğine 8 yaşındaki oğlumla katıldım.

Dr. Erman Türkili’nin hazırlayıp sunduğu çocuklara enstrümanları, çok sesli müziği ve bestecileri tanıtmayı amaç edinen bir programdı. Bir saat boyunca çocuklarında kendilerini ifade edebildikleri interaktif bir çalışmaya döndü.  Çocukların aslında algılarının nasıl açık olduğunu ve her an öğrenmeye hazır bulunduklarını gördüm.

Alis Yıldızların Altında ise Süreyya Operası'nda sahnelenen modern dans. İngiliz sanatçı Michael Popper’in ilk defa 1998 de sahneye koyduğu bu dans gösterisi 2014-2015 sezonu için yeniden sahnelenmiş. İsmini duyunca çocuklara hitap ediyormuş gibi düşündürüyor ama Alis Harikalar Diyarında kitabını hangimiz okumadık ki. 7’den 70’e herkese hitap eden bir gösteriydi.

Diyeceğim o ki, değişim kaçınılmaz. Çocuklarımızla, çevremizdeki çocuklarla yeni nesil ile aynı dili konuşmak, onlarla aynı yerde olmak için esnek olmayı, farklılıklara hoşgörü ile bakmayı, farklıyı sevebileceğimi fark ettim, yapabileceğimi gördüm.

Duygum onları mutlu görmenin verdiği mutlulukken bende orada bulunmaktan mutlu olabileceğimi gördüm. Öğrenmenin yaşı yok. Yeni şeyler öğrenmenin keyfi çok.

En çok ta bunu BLAM’ı seyrederken düşündüm. 13-14 yaş ergen gurubunu getiren anneler olarak bizde sadece tebessüm varken niye onlar gülmekten katılıyorlardı ? Biz neyi kaçırıyorduk?

Bizim geçmiş tecrübemiz var onlarla birlikte geleceği öğreniyoruz.

Çocuklarımızla iletişim kurmak onları anlamak, onların zevklerini, hobilerini, ilgi alanlarını anlamaya çalışmak demek; onlar büyürken iyi birer birey (özgüvenli, saygılı, paylaşımcı…) olarak yetişmelerine katkı sağlamak demek…

Sevgiyle Kalın






Devamını Oku »

Kyrenia / Girne

0 yorum
Dinlendirici bir tatil için Akdeniz’in incisi Girne.

Sıcağı sevmediğimi göz önünde bulundurursak en güzel zaman bahar, bana göre ilk bahar da son bahar da ayrı ayrı güzel.

İlk Ağustos sonunda gitmem gerekti Girne’ye, deniz –kum- güneş üçlüsünden gezmeye vakit kalmayacak diye düşünürken, denizin en az dışarısı kadar sıcak olmasından dolayı gezmeye daha fazla vakit ayırmış olduk.

Girne denince akla ilk gelen yer Limanı ve Kalesi. Roma dönemi ile başlayarak ve ardından Bizans, Lüzinyan, Cenevizlilerin ve Venediklilerin hakimiyetine geçmiş Girne Kalesi.
1570 yılında ise Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethi sırasında Girne savaşsız olarak teslim alınmış. Kalenin günümüze kadar gelmesinde bunun payının büyük olduğunu düşünüyorum.  Kıbrıs’a bir başka gidişimde Mağosa kalesi ve kale içi tarihi binaların savaştan sonra kalan hallerini görmüştüm. Girne Kale’si İngiliz Sömürgesi döneminde (1878-1960) polis okulu ve hapishane olarak kullanılmış.


Girne‘nin tarihi çok eski M.Ö. 10. yy kadar gidiyor. Zamanla bu ıssız sahil kasabası denizciler tarafından keşfediliyor ve her liman kentinin yaşadığı zorluklar neticesinde MS. 7.yy da Girne Kalesi inşaa ediliyor. Her dönem kaleye hakim olan milletler, ihtiyaçlar neticesinde Girne Kalesine ilaveler yapmışlar.

Kaleyi gezerken her köşede tarihin bir başka boyutuna geçiyorsunuz adeta. Kalenin dört biryanında yükselen Venedik kuleleri, Venedik savunma platformu, sarnıç, cephanelik ve top mazgalları. Lüzinyan dönemine ait bekçi odası, Bizans dönemine ait kule ve Bizans Kilisesi.

Bir Bizans Kilisesi olan St. George Kilisesi 12. yüzyılda yapılmış. Bu yapı Bizans ve Lüzinyan zamanlarında kalenin dışındaymış. Venedik döneminde ise bazı değişiklikler yapılarak kalenin içine dahil edilmiş. Girne Kalesin’e girerken sağda küçük bir kapı ve tabelası var.

Ben, Girne Kalesinde ki en güzel yerlerden birinin Batık Gemi Müzesi ve diğerinin ise Girişin üstündeki Manzara terası olduğunu düşünüyorum. Seyir terasına çıktığımızda o eşsiz güzellikteki Girne Limanını bir kez daha fotoğraflama şansımız oldu.

Batık Gemi Müzesi

Bu güne kadar ele geçen en eski batık gemiler arasında olan bu gemi Helenistik Dönem’e aitmiş. Yaklaşık 2300 yıllık olduğu söylenen bu geminin gövdesi Halep çamından yapılmış, gemide bulunan 413 adet anforanın Rodos ile Sisam kaynaklı olduğu tahmin ediliyormuş. Gemiyi 1965 yılında bir sünger avcısı tespit etmiş. Daha sonra Pennsylvania Üniversitesi araştırmacıları tarafından yapılan çalışmalarla su yüzüne çıkarılmış.

Biz Batık Gemi müzesini Ağustos sıcağında geziyorduk. Her ne kadar saat, akşam üzeri beş olsada havanın sıcaklığını tahmin edersiniz. Geminin iskeletinin olduğu oda özel klima ile soğutuluyor. Camlı bir bölmenin ardından ona bakabiliyorsunuz. Gemi çok titiz bir koruma altında.

İkon Müzesi

1860 yılında yapılmış Archangelos Michael Kilisesi ve İkon Müzesi Girne limanına çok yakın, Kilisenin yapımından 25 yıl sonra ilave edilen çan kulesi, Girne'nin her yerinden görülebiliniyor.

Kilise günümüzde Girne ve çevresinden toplanan 17.-19. yüzyıllar arasında yapılmış çeşitli örneklerden ikonların sergilendiği bir İkon Müzesi olarak kullanılıyor.


Bellapais

Girne’ye tepeden bakmak için ayrı bir fırsat olduğunu düşündüğüm bir yer. Semtin adı Beylerbeyi olarak geçiyor. 12.yy da kurulmuş olan Manastır tepeden Girne’ye hakim.

1158-1205 yılları arasında Kudüs’ten göç eden Augustinian meshebi rahipleri tarafından yapılmış.

Günümüzde ayakta kalan kısım ise Fransa Kralı III. Hugh(1267-1284) tarafından inşaa ettirilmiş. Adanın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra Kilise, ibadet amacıyla kullanılmak üzere Ortodoks Rumlara verilmiş.

Kilise ve yemekhane bugüne kadar korunabilmiş durumda. Hatta Yemakhane bölümünde yerli yabancı virtiyözlerin mini konserleri olabiliyor.

Ekim-Kasım aylarında Uluslararası Kuzey Kıbrıs Müzik Festivali’nin 12’incisi yapılıyordu.

Yemekhane gotik sanatının kusursuz örnekleri ile dolu. Yemekhane Kapısının mermer üst sövesinin üzerinde sırayla Kıbrıs, Kudüs ve Lüzinyan krallıklarının armaları asılı. Yemekhane kapısının karşısında üst üste duran Roma dönemi’ne ait iki muhteşem mermer lahit var.

Beni en çok etkileyen avlunun etrafını çeviren revakların muhteşemliği oldu. Gündüz güneşin aydınlığında, gece ışıklar altında her anı ayrı güzeldi.

Kıbrıs’a her iki gelişimde de Girne Kalesi’ni ve Bellapais Manastırı’nı tekrar gezdim. Birdaha gitsem yine gezerim. Atmosferi beni çok etkiledi. Her ayrıntıda başka bir dönemi yakalabiliyorsunuz. Tarihler arası bir gezi yapılabilir.

 

Ağa Cafer Paşa Camii

Kalenin yanında, limandan kent merkezine doğru, taş döşeli dar yoldan yokuş yukarı ağır ağır çıkarken aynı ada sahip sokağın arasında gördüğümüz Camii Kıbrıs Valisi Ağa Cafer Paşa tarafından 1589 yılında yaptırılmış.

Bugün dar bir sokak arasında sıkışıp kalmış gibi gözüksede tarihi caminin ziyaretçisi çok.

Tek şerefesi bulunan ve tek minareli kesme taştan yapılmış cami dikdörtgen planlı. Caminin duvarındaki ahşap kafesler dikkat çekiyor.




Mavi Köşk

İtalyan asıllı Rum olan Paulo Paolides tarafından 1957 yılında yaptırılmış bu köşk içinde konuşulanlarda, yapılanlarda tarihe imza atmış.

Köşkü dışarıdan kimsenin göremeyeceği ancak tepeden bakıldığında her tarafa hakim Çamlıbel Mevkiinde dağlık bir bölgede 20. yy modern mimari teknikler kullanılarak yapılmış. Köşk içinde kullanılan bir çok mermer, karo taşı, fayans vb. malzemeler İtalya’dan gelmiş.

Evin bu kadar özel olması sahibinden kaynaklanıyor elbet. Köşkün sahibi bir avukat ve aynı zamanda dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı Baş piskopos Makarios'un avukatlığını yapıyormuş. Buraya kadar herşey normal. Normal olmayan şey ise Paolides’in Avukatlık mesleğinin yanı sıra Ortadoğunun en büyük silah tüccarı olması. Bölgedeki çetelere silah sağlayarak 1963 Kanlı Noel olaylarının başlamasına yardım ettiği söyleniyor.

Köşkün bahçesinde cephanelik deposu ve gözetleme merkezi var. Silahların deniz yolu ile geldiği, katırlarla yukarı çıkarılıp, depolanıp daha sonra sevkedildiği söyleniyor.

Biz eve vardığımızda içeri gezmek için sıra bekledik. 10’ar kişlik guruplar halinde alıyorlar. Evin içinde fotoğraf çekmek yasak. Günümüzde evin bulunduğu bölge Askeri bölge sınırları içinde, Türk Silahli Kuvvetleri'nin himayesinde. Ev hakkında söylenecek söz çok, fotoğraf yok.

Ev’in odalarında renkler hakim Kırmızı oda Mafya görüşmelerinin yapıldığı, Mavi oda genel misafirlerin ağırlandığı, Yeşil oda yatak odası, Sarı oda misafir çocuklar için hazırlanmış. Çocuklar için olan odanın, binanın içinde ama binadan ayrı olarak depreme dayanıklılığı yapılmış. Kendi odasında yatağının baş ucunda geçite çıkan bir kapı var. Baskın günü buradan kaçmış. Geçitin nereye çıktığı bilinmiyor. Çıkarken tüneli havaya uçurduğu söyleniyor.

Paolides sanata düşkün bir kimse olarak biliniyor. Evin içindeki tablolar çok özel bunlardan biri Fransız bir resam tarafından kendisine hediye edilen Meryem Ana tablosu. Tablonun özelliği halesinin som altından elindeki tas ve gerdanlığın ise altın suyuna batırılarak resmedilmiş olması. Tablonun bir diğer özelliği ise odanın neresinden bakarsanız bakın elleri, dizleri ayak ucları ve gözlerinin size dönük olması. Oda biraz küçüktü bu denemeyi odanın en uzak noktalarından bakarak denedik. Gerçekten de gözler bizi takip ediyor gibiydi.

Misafir odasında bulunan içki dolabı bukalemun derisinden yapılmış. İtalya’dan gelen özel bir solisyonla bakımı yapılıyormuş. Her mevsim renk değiştirme özelliği olan bu içki dolabının, Paolides’in ölümünden sonra bakım için solisyonu gelmediğinden en son Sonbahar renginde kalmış.

Köşkte, Paolides’in bayan misafirleri için yaptırdığı bir süt havuzu var. Dönemin ünlü aktristlerinden Sophia Loren'inde köşke gelerek süt banyosu yapan misafirlerden olduğu söyleniyor.

Köşkte, çalışır durumda olan 1957 yapımı Westinghouse marka merkezi klima sistemi, içinde gizemli bir altın anahtar bulunan gizli kasası, özel olarak uzakdoğudan gelen dokuz boyutlu güvenlik aynası, kuş tüyü yastıklı stres koltukları, istenirse 24 saat şarap akan aslanlı çeşmesi, özel sirtaki taverna bölümü, köşkün bir çok yerinde bulunan günah çıkarma noktaları, deprem uyarı cihazı, sesyalıtımlı perdeler, bahçesinde dilek havuzu, Paolides’in konuşma öncesi sesini ayarlamak için çalışma yaptığı akustik özelliği olan küçük meydan var ve köşkün özellikleri saymakla bitecek gibi değil.

Köşk hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayınız.

Barış ve Özgürlük Müzesi

1974 Kıbrıs Barış Harekatı'nın başladığı 20 Temmuz gecesi, karargah olarak kullanılan evin girişinde çıkan patlama sonucunda birçok asker şehit olmuş.

Bu ev daha sonra tarihi belgelerle yaşatmak, aktarmak, Kıbrıs Barış Harekatı'nı ölümsüzleştirmek adına müzeye çevrilmiş.

50. Piyade Alay Komutanı Albay H.İbrahim Karaoğlanoğlu ile Pilot Binbaşı Fehmi Ercan’ın şehit düştüğü ev ile askeri araç ve silahların, açık havada sergilendiği bu müze ile birlikte Boğaz Şehitliği, Deniz Şehitleri Anıtı, Karaoğlanoğlu Şehitliği, Taşkent Şehitler Anıtı, Limasol Şehitler Anıtı'da Girne' de ziyaret edebileceğimiz ve saygıyla anacağımız şehitlikler arasında.

Girne’de ziyaret edilecek yerler arasında;

Girne Kalesi, Limanı, Bellapais Manastırı, Archangelos Michael Kilisesi ve İkon Müzesi, Barış ve Özgürlük Müzesi, Mavi köşk’den başka Girne çevresinde gidebileceğiniz diğer yerler;

Sokaklarının, evlerinin ve bahçelerinin güzelliği ile ünlü İngiliz Köyü Karmi, Antik Lambousa Şehri Lapta, Beşparmak Dağlarının hakimi St. Hilarion Kalesi ve Esentepe Köyündeki Antiphonitis Manastırı’nın içerisinde yer alan kainatın hakimi İsa freski oldukça etkileyici.

Yeme İçme
Gırbaç Tatlısı
Balık seviyorsanız Girne Liman caddesi üzerinde her bütçeye her damak tadına uygun restaurantlar var. Konu deniz ürünleri olunca birde Akdeniz mutfağı mezeleri ile kendinizi evinizde gibi hissedebilirsiniz. Tabiki ızgara Hellim tadına bakılması gerekenler arasında birinci sırada. 

Tatlı olarak bizim çok beğenerek yediğimiz Gırbaç tatlısı, geceye damgasını vurdu diyebilirim.  Nor peyniri (tadı lor peynirine benziyor) ve pekmez üzerine muz, kivi ve ceviz ile servis yapılıyor. 

İkinci akşam, Beylerbeyi’nde bulunan Bellapais Manstrırına akşam üzeri çıkmıştık. Hemen yanındaki Kybele Restaurant’ta atıştırmalık olarak seçtiğimiz kuşkonmaz çok lezzetliydi. Sunum ve fiyatlar çok uygun ve akşam serinliğinde Girne manzarası da harika.

Girne merkezde, sahile inen yolun sağ köşesinde kalıyor Akpınar Pastanesi. Yemek servisi de var ancak bizim en çok sevdiğimiz ev yapımı reçelleri. Ceviz macunu, patlıcan macunu en favori olanları bizim için. Küçük  boy kavanozlarda satıyorlar  paketlemede yapıyorlar, biz hediyelik olarak almıştık bavulda sorunsuz geldiler.  



Devamını Oku »

Şişkolar ve Sıskalar

0 yorum
Göbekistan ile Kemikistan arasında bitmez tükenmez bir savaş olduğunu biliyor muydunuz?

Göbekyurt'ta yaşayan Şişkolar ile Kemikkent'te yaşayan Sıskaların bir türlü paylaşamadığı ada. Sısko yada Şişka adası. İsmine bile karar veremiyorlar. Birbirlerinden tamamen zıt iki ülke halkı.

Kemikkent'in Zayıflama Bakanı Bay Boştabak, General Cıpcılız ve Göbekyurt'tan Prens Şişgöbek ve Mareşal Pofuduk arasında geçen çekişmenin, inadın nelere mal olduğunu gören iki kardeş, Ünal ve İlkay...

İki ülke halkınında tek sorunları hoşgörü. Farklı olana anlayışla yaklaşmayı öğrendikleri anda sorun çözülüyor.


Dünya çocuk edebiyatının en başarılı örneklerinden biri olan Şişkolarla Sıskalar, Andre Maurois'in kaleminden Can yayınları ile 1982 den beri çocuklarla buluşmaya devam ediyor.

Savaşla bir şey elde edemeyen iki halkın sonunda barışı sağlayarak bir arada yaşamayı öğrenmeleri kahramanlarımız Ünal ile İlkay'ın içini rahatlatıyor. Onlar bu gülünç savaşın birer tanığı, nede olsa onlar kardeş hemde biri şişko biri sıska...

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.





Devamını Oku »

Hezarfen Uçmak Özgürlüktür

0 yorum
Bin Bilimli 

Yıllar yıllar önce, ülkeleri padişahların yönettiği dönemde, İstanbul’da Ahmed Çelebi adında genç bir adam yaşarmış. Hayaller kuran ve bilime de meraklı bu adamın lakabı “bin bilimli” anlamına gelen Hezarfen’miş.

Hezarfen’in en büyük hayali uçmakmış. Kuşları izler, insanoğlu uçamaz mı diye düşünüp dururmuş.

“Kuşların kanatları varsa insanoğlunun da aklı var” dermis. Günlerden bir gün Hezarfen de uçmuş. 

Galata Kulesinden süzülerek, halkın şaşkın bakışları arasında Üsküdar’daki Doğancılar meydanına konmuş.



1609 – 1640 yıllarında yaşamış bir Türk Bilgini ve takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insan Hezarfen Ahmed Çelebi’nin anlatıldığı bu öykü çocuklar için yazılmış. Çocuklar kadar büyüklerinde hayranlıkla ve keyifle okuyacaklarından eminim.
Ahmet Önel’in kaleminden  “Hezarfen Uçmak Özgürlüktür“  Elma Çocuk Yayınevin aracılığıyla okuyucuyla buluşuyor. Kitabı resimleyen ise Sait Munzur. 

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.




Devamını Oku »

Haydarpaşa Tren Garı

0 yorum
İstanbul - Bağdat Demiryolu Hattı

Bir vapurun iskeleye ağır ağır yanaşması sırasında hayranlığımı gizleyemeden her ayrıntısını hafızama kazımaya çalıştığım heybetli bina Haydarpaşa Tren Garı. 

Yüzlerce kere fotoğrafını çekmişimdir ve yine yüzlerce kere hayranlıkla seyretmişimdir.

Kadıköy –Eminönü vapur seferleri sırasında yaz yada kış mevsim ne olursa olsun dışarıda İstanbul’u seyrederim. Bazen sisli ama gizemli, bazen güneşli net ama esrarengiz haliyle beni büyüler.

Bir yanda Haydarpaşa tren garı, Selimiye kışlası, diğer yanda Tarihi Yarımada ya yaklaşırken Haliç’in iki yakası Sirkeci,  Karaköy, Galata Kulesi ve karşısında tüm heybetiyle selamlar beni Topkapı Sarayı.

Yine güneşli bir gündü. Eminönü’nden Kadıköy’e gitmek için bindiğimiz vapurdan ani bir kararla Haydarpaşa iskelesinde indik. Bu değişiklik çocuklarda önce telaş sonra heyacan uyandırdı.

Önce binanın önündeki lokomatif’i inceledik. Merdivenlerin başında durup binayı doyasıya seyrettik. 1908 de İstanbul-Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak yapılmış Haydarpaşa Tren Garı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ise İstanbul- Şam- Medine seferlerini de yapmış.

II.Abdülhamid’in onayı ile İki Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno tarafından hazırlanan proje sonucu garın yapımında Alman ustalarla İtalyan taş ustaları birlikte çalışmışlar.

Binanın dışı beni çok etkiler hüzün, ayrılık kokar. Ama o geniş merdivenleri birer ikişer çıkıpta içeri girdiğimde, işte içimde bir umut, buluşma, kavuşma sevinci beliriverir.

İçerisi Kemerli sütun, duvar motifleri ve saat her an ellerinde bavulları çıkıp gelecekmiş gibi eski zaman insanlarını bekler…

Bir çok yangın tehlikesi geçirmiş, denizdeki tanker ve gemi çarpışma kazalarından etkilenmiş, patlamada hasar gören kurşun vitraylar yeniden onarılmaya çalışılmış. 

Bina birçok kez onarımdan geçse de 2010 yılında çıkan ağır yangından dolayı çatısı çökmüş ve 4. kat kullanılmaz hale gelmiş.

Şimdi kaderini bekler durur, bir zamanlar treni bekleyen yolcular gibi…






Devamını Oku »

24 Kasım

0 yorum
A'dan başlar aydınlık, 

Bir taş koyar bütün yapılarda temele öğretmen.

Soluğudur düşüncenin buğdaydan yalaza dek

Yeryüzünde ne varsa ondan gelmedir,

Yeryüzü ile el ele öğretmen.

Öğretmen / Fazıl Hüsnü Dağlarca


Gün olur ilkokul öğretmenimizi, gün olur lisede ki öğretmenlerimizi anarız. 

Yaptığımız şakaları, onları nasıl kızdırdığımızı acı tatlı anılarımızı hatırlar çocuklarımıza anlatırız. 

Üniversite deki öğretmenlerimizi andığımız da olur zaman zaman ama en çok da ilkokul öğretmenlerimiz bizim küçük yüreklerimizde kocaman yer tutarlar. 

Hayatımızda iz bırakan, bizim yaşamımıza yön veren, değerli öğretmenlerimizi yılda bir değil 365 gün hatırlarız biz aslında…

24 Kasım öğretmenler günü olarak kutlanmaya başlayalı tam 33 yıl olmuş. 24 Kasım 1928 Millet Mekteplerinin açılışı ve aynı zamanda Atatürk'ün Başöğretmenliği Kabul ediş tarihi.

Mustafa Kemal Atatürk’ün 100. doğum yılı olan 1981 yılından bu yana her 24 Kasım Öğretmenler Günü olarak kutlanıyor.

Ulu Önder Atatürk bir söylevinde, öyle güzel anlatmış ki öğretmenlerimizi;

“Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır.”






























Devamını Oku »

Doğu ile Batı’nın birleştiği nokta...

0 yorum
Bir zamanlar Paris’ten kalkan Şark Ekspresi’nin yolcu indirdiği yer... 

Kimbilir hangi ressamlar, mimarlar geldi ilk defa İstanbul’a, oryantalist yaşamı keşfetmeye…
Doğu’ya, Osmanlı’nın topraklarına ….
İstanbul’a hayranlık birkez daha arttı, resmedildi, yazıldı, çizildi…

O günden bu güne değişmeyen tek şey hala İstanbul hakkında hayranlıkla ayrıntılar yazılıp çizilmeye devam ediliyor.

Benim için “Tarihi Yarımada” nın vazgeçilmez duraklarından biri Sirkeci Garı

Bu günkü ziyaretimi çocuklarla birlikte yapmak istedim. Tarihin akışında kaybolanlar gizli kalanlar ve keşfedilenleri görmeleri için.

Binanın ön cephesinde bulunan iki saat kulesi zamanı hiç aksatmadan dakikaları üst üste ekliyor gözüksede zaman durmuş gibiydi benim için. Ama Binanın yan cephesinde garın hizmete girdiği tarihleri hem rumi hemde miladi takvimde görünce zamanın aslında nasıl su gibi hızlı aktığını anladım.

Bina yapıldığı dönemde deniz kenarındaymış, Çevresi zamanla çok değişime uğramış. Binanın içinde üç büyük lokanta ve ayrıca binanın arkasında da geniş bir bira bahçesi ile açık hava lokantası bulunuyormuş. Bugün, saat kuleleri, vitraylar binanın içindeki iki lokanta ve müze günümüze kalanlardan sadece bir kaçı.

Gar, II.Abdülhamit döneminde 11 Şubat 1888 günü büyük bir törenle temeli atılmış. 03 Kasım 1890'da da hizmete açılmış. Bu görkemli gar binasının mimarı Alman mimar ve mühendis August Jachmund, Sultan II.Abdülhamit'in güvenini kazanarak daha sonra sarayın danışman mimarı olmuş.

Batı’nın bitip Doğu’nun başladığı bir başka değişle Doğu ile Batı’nın birleştiği nokta Sirkeci Garı.

Selçuklu dönemi taş kapılarını anımsatan geniş bir giriş kapısından içeri girdiğimde sanki zaman tünelinden geçen bir yolcu gibi hissettim kendimi. Burada ki lokantalarda kimbilir kimler oturmuştu. Kimlerin buluşma, kavuşma noktası olmuştu… Her ayrıntı seyretmeye değer. Sivri kemerli pencereler ve Vitraylar göz doldurmaya devam ediyor.

Bekleme salonlarına, Avusturya'dan getirilmiş büyük çini sobalar konulmuş o dönemde, tabi bu sobalardan biri şimdi içerideki müzede sergileniyor.

Önce restoranlardan birinde oturup sabah kahvemi yudumlarken garın eski halini hayal etmeye çalıştım. Yedikule'de yapımına başlanan demiryolu hattının Sarayburnu'na kadar uzanan Topkapı Sarayı bahçesinden geçirilmesi konusu uzun tartışmalara yol açmış o dönemde. Abdülaziz'in izniyle hat Sirkeci'ye ulaşmış ancak Sirkeci'ye ulaşan demiryollarının yapımında istimlak amacıyla tarihi değerine paha biçilemeyen Bizans ve Osmanlı saray ve köşkleri yıkılmış malesef.

İçeride bulunan müze, küçük olmasına karşın günümüze birkaç şeyin ulaşmış olması sevindirici. Çocuklarımın ilgisini çekti.

Müzede sergilenenlerden bazıları; Bilet dolabı, seyyar telgraf makinesi, bilet baskı makinesi, Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketine ait istasyon çanı.(19.yy), Orient Ekspres ve Yemekli - Yataklı Vagonlara ait servis takımları (19-20.yy), Büro Malzemeleri, Tren Plakaları ve İstanbul(Sirkeci) Gar bekleme salonunun ısıtılmasında kullanılan çini soba 1890.

Yolculukları severim, Tren İstasyonları bana hep kavuşmaları hatırlatır, Avrupa Yakasının Sirkeci Garı gibi Anadolu Yakasının Haydarpaşa Garı da benim için özel yerlerden biri olmaya devam ediyor.

Müze pazar ve pazartesi kapalı. Müze hakkında daha ayrıntılı bilgi için buraya tıklayınız



Devamını Oku »

Satranç

0 yorum
Siyah ve Beyaz ...
Şah ve Mat ...

Viyana doğumlu Stefan Zweig savaş karşıtı kişiliği ile dikkatleri çekiyor. Nazilerin baskısından dolayı Brezilya’ya giden ve burada yaşadığı dönemde yazdığı Satranç bu anlamda bir vedadır aslında.

Satranç oyunu çerçevesinde birbirleriyle zıt iki politik sistemin temsil edildiği söylenebilir. Satranç şampiyonu Czentovic İlkelliğiyle “küçük bir Hitler” modeli çizerken, Gestapo gözetiminde bir otel odasına kapatıldığında kendi kendine satranç oynayan ve “hem siyah hem beyaz “olarak kişilik bölünmesi yaşayan Dr.B de “yok olmaya mahkum edilen bir dünyayı” simgeliyor.

Satranç, Stefan Zweig’in şiddetin egemenliğine karşı koyamayan bir dünyanın ve mat edilen özgürlüğü son bir kez daha ele aldığı yapıtıdır.

1942’den beri okuyucuyla buluşan Satranç, Stefan Zweig ‘in kaleminden, Ayça Sabuncuoğlu’nun çevirisi ile 42. Basım Can Yayınlarından yine raflarda yerini aldı.

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.


Devamını Oku »

Sultanahmet Meydanı

0 yorum
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! 

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... 


Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, 

Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. 


Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından 

Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. 


Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; 

Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan 

Türkçesi bülbül kokan, 


İstanbul, İstanbul…
Canım İstanbul / Necip Fazıl Kısakürek


Adına şarkılar bestelenen, şiirler okunan şehir İstanbul.
Eski İstanbul'u gezmek denilince akla gelen ilk yer "Tarihi Yarımada". Gezmek için bir günün yetmediği, Tarihi Yarımada adeta bir açık hava müzesi. Altında binlerce yıllık medeniyetlerin kalıntıları var.

Meydana adını veren Sultanahmet Camii mavi renkli iznik çinileri ile bezendiği ve kubbelerinin içi de mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için turistler tarafından Mavi Cami ( Blue Mosque) adı ile anılmaya başlanmış.

Hemen hemen yılda bir gezerim tarihi yarımadayı, her gezdiğimde farklı bir bölümü daha çok dikkatimi çeker. Sultanahmet camii’ni en son gezişimde İznik çinilerini daha detaylı inceleme fırsatatını yakaladım. Çiniler sarı ve mavi tonlarında bitki motifleri ile süslenmiş, her biri el emeği göz nuru birer tarihi eser ve bu süsleme için 20 bini aşkın çini kullanılmış.
İçerisi 260 pencereyle aydınlatılmış olan caminin Türkiye’nin ilk altı minareli camii olduğunu biliyor muydunuz?

Sultanahmet Meydanında eskiden Hipodrom varmış, şimdi o günlerden kalan tarihi simge olarak Antik Mısır dikilitaşı, Örme dikilitaş ve Yılanlı Sütun boy gösteriyor.

Örme Dikilitaş, 32 metre olan dikilitaş kaba kesilmiş taştan yapılmış. Yapım tarihi tam olarak bilinmemekle beraber resmi kaynaklara göre VII. Konstantin'in dedesi I.Basil'in zaferlerini resmeden yaldızlı tunç plakalarla kaplıymış, ayrıca dikilitaşın üstünde bir küre bulunmaktaymış.
Ancak söylentilere göre IV Haçlı Seferleri sırasında yaldızlı tunç plakalar haçlılar tarafından çalınmış ve eritilmiş. Söylentinin aslı astarı varmı bilinmez ama gerçek olan, Örme Dikili taşın üzerinde bugün tunç plakaların olmadığıdır.

Antik Mısır Dikilitaşı, MS 390 yılında Roma İmparatoru I. Theodosius, Mısır'dan gemi ile İstanbul'a getirterek Hipodrom'da şimdiki yerine diktirmiş.

Yılanlı Sütun, MÖ 479'da Pers ordusu karşısında birleşen Yunan şehirlerinin kazandığı zafer anısına yapılmış ve Delfi'deki Apollon mabedine dikilmiş. Eser İstanbul’a İmparator Konstantin tarafından MS 324 yılında getirtilmiş. Bugün eserin günümüze gelebilen kısmı 5m. Birbirine dolanmış üç yılan kafasının ikisi kayıp biri İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.

Meydanın başında, Sultan I. Ahmet Türbesi’nin karşısında Alman Çeşmesi bulunuyor. 1901 yılında Alman İmparator II. Wilhelm tarafından Sultan’a hediye olarak gönderilmiş. Alman Çeşmesi Almanya’da yapılıp İstanbul’a getirilerek burada monte edilmiş.

İmparator Wilhelm İstanbul’u iki kez ziyaret etmiş aslında ticaret desek daha iyi olur. İlk ziyareti 1898 Osmanlı ordusuna Alman tüfeklerini satmak için, ikinci ziyaret İstanbul-Bağdat Demiryolu’nun Alman firmalarına verilmesi vaadini almak için.

E tabi küçük bir hediyeyi çok görmemek lazım Alman Çeşmesi o günlerin anısı olarak Sultanahmet Meydanındaki yerini almış.

Devamını Oku »

Mağusa, nam-ı diğer Famagusta…

0 yorum
Güneşin bir türlü terkedemediği kent, Mağusa. 

Sonbaharın henüz buraya uğramadığı, yazın da gitmek istemediği bir Ekim ayında gezdim Mağusa’yı. 
Güneşin alabildiğine ısıttığı bu yer, attığımız her adımda buram buram tarih kokan, yüzyıllar boyu Doğu-Batı ticaretinde transit merkezi olmuş bir liman kenti, nam-ı diğer Famagusta. 
Şimdilerin Mağusa’sı bir üniversite şehri olmuştu bile… 

Yakın çevrede olduğu kadar Kale içi de adeta bir açık hava müzesi. Kale içi yürüyerek gezilebilecek kadar küçük olmasına rağmen burada adım başı hayranlık uyandıracak yapılara rastlamak mümkün.
Gezilecek, görülecek, hakkında bilgi toplanacak, fotoğraflanacak ne çok yer var burada…

Kale içi gezilecek yerlerden bazıları,

Günümüzde Lala Mustafa Paşa Camii olarak kullanılan St.Nicholas Katedrali, Venedik Saray kalıntıları, Greklerin St. George Kilisesi, Namık Kemal zindanı, Osmanlı dönemi Magosa Medresesi, günümüzde Sinan Paşa Camii olarak bilinen St. Peter ve St. Paul Katedrali, Doğu Akdeniz Üniversitesinin Kültür Merkezi olarak kullandığı Nestorian kilisesi, Cafer Paşa Hamamı, St. Francis Kilisesi… Bunlar bir çırpıda saydıklarım ama bir gün boyunca anca gezebildiklerim. 


Bazılarının kapanış saatine denk geldik içeriyi görmek, fotoğraf çekmek isterdim. Kimini kapı aralığından kimini kapı deliğinden fotoğrafladım. Ne demişler  "Merak, tüm kapıları aralar"…

Namık Kemal

Kale içinde büyük meydanda, Namık Kemal Meydanı’nda kafelerden birine oturduk. Aynı anda Lüzinyan, Venedik ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan bu üç tarihi döneme tanıklık etmiş meydanda olmak çok heyecan vericiydi. 

Bir yanımda Lüzinyan krallarının Kudüs kralı olarak taç giydikleri St.Nicholas Katedrali; diğer yanımda Osmanlı Dönemi Magosa Medresesi ve tam karşımda Venedik Saray kalıntıları arasında Namık Kemal’in 38 ay sürgün hayatı yaşadığı iki katlı ev.

Yakın tarihimize tanıklık eden Namık Kemal’in sürgündeki zindan’ı veya evi, müze olarak ziyaretçilere açık. Venedik Sarayı avlusunda bulunan iki katlı evin avluya açılan tekgözlü odası Namık Kemal’in sürgün odası. Namık Kemal, "Vatan yahut Silistre" oyununun 5 Nisan 1873 tarihinde İstanbul Gedik Paşa tiyatrosunda oynanmasından sonra 9 Nisan 1873 tarihinde Kıbrıs'a sürülmüş. Önceleri alt kattaki zindana kapatılan şair, bir süre sonra Kıbrıs Mutasarrıfı Veys Paşa'nın izni ile üst kata çıkarılmış. Şimdi müze olan üst katta Namık Kemal’e ait eşyalar ve belgeler sergileniyor.

St. Nicholas Katedrali / Lala Mustafa Paşa Camii
Namık Kemal Meydanında ki en eski ve en görkemli yapı St. Nicholas Katedrali elbette. Lüzinyan kralları, önce Lefkoşa’daki St. Sophia Katedrali’nde Kıbrıs Krallık tacını, sonra da Mağusa’daki St.Nicholas Katedrali’nde Kudüs Krallık tacını giyerlermiş. 1298 -1312 yılları arasında inşaa edilen bu Katedral’in Fransa’daki Reims Katedralinden etkilenmiş batı cephesi mimarisi ve Gotik tarzda işlemeli pencereleri ile en az içi kadar görenleri kendine hayran bırakıyor. Adanın Osmanlı hakimiyetinden sonra bu katedral Lala Mustafa Paşa Camii olarak hizmet vermeye başlamış. Camii olmasıyla beraber iç duvarlar beyaza boyanmış.

Lüzinyan dönemi, Mağusa’nın zenginliği, ihtişamı, lüksü en fazla yaşadığı altın dönem olarak adlandırılıyormuş. Bu dönemde tüccarlar Kadetral yaptırmak konusunda sanki bir yarışa girmişler.

St.Peter ve St.Paul Katedrali / Sinan Paşa Camii

1360 yılında yapılan St. Peter ve St. Paul Katedrali, 1571 yılındaki Osmanlı bombardımanına rağmen sağlam yapısı ile ayakta kalabilmiş. Osmanlı döneminde Sinan Paşa Camii olarak kullanılmış.

Kuzey girişi eşsiz bir taş işçiliğine sahip. Biz gezerken kapısı kilitliydi, aralık olan yerden iç mekanıda fotoğraflamaya çalıştım. En az içi de dışı kadar ihtişamlı görünüyordu.

Kale içine deniz tarafından Porta Del Mare kapısından girdiğinizde ilk gözünüze çarpan heybetli yapı St. George of the Latins kilise kalıntıları.

Greklerin St. George Kilisesi



1360 yıllarında inşa edildiği sanılan, Lüzinyan döneminden beri Ortodoks Grek (Rum) Kilisesi olarak bilinen bu kilisede Bazı söylentilere göre Salamis Başpiskoposu St. Epiphanios'un (M.S 310- 406) tüm mücevherleri kilise temelinde saklıymış. 

Osmanlının Kıbrıs fethi sırasında (1570 - 1571) top bombardımanı sonucunda harabeye dönüşsede hala tüm ihtişamını yansıtabiliyor.

St. George kilisesinin biraz çaprazında denizden gelen saldırılar için korunma, savunma amaçlı yapılmış Küçük bir Kale var. 

Othello Kalesi olarak anılıyor. 1310 yılında yapılmış bu eski kale Venedikliler ve İtalyanlar döneminde ayrı ayrı yeniden şekillendirilsede Othello adı, 1500 lü yıllarda İngiliz Sömürge döneminden kalma.

Namık Kemal Meydanının kuzey batısında yer alan Cafer Paşa Hamamı, arşiv belgelerine göre 1601 yılında inşaa edilmiş. 
Lüzinyan döneminden kalma St. Fransis Kilisesi'nin (1226) avlusunda bulunan Cafer Paşa Hamamı, plan ve mimari üslubu olarak (ılıklık ve sıcaklık bölümleri) Osmanlı dönemi yapı özelliklerini yansıtığı söyleniyor. Sadece "Soyunmalık" odası Orta Çağa ait St. Fransis kilisesinin orjinal odalarından birisiymiş. 

Nestorian Kilisesi

Gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımdan kapanma satini kaçırdığım diğer yapıt Nestorian Kilisesi. (Agios Georgios Eksorinos) 

Kapılar kapalı olabilir ama kapı delikleri ve yüksek çözünürlü fotoğraf makineleri bu merakı yeniyor.

Bu kilisenin Zengin bir İtalyan Tüccar olan Francis Lakhas tarafından 1359 yılında inşa edildiği söyleniyor.

Osmanlı döneminde işlevini yitirsede daha sonraları Rum Ortodoks kilisesi olarak kullanılmış. 

Kilise artık Doğu Akdeniz Üniversitesi için bir kültür merkezi olarak kullanılıyormuş bahçe girişinde tabelası vardı. 

Ayrıca 8 Aralık 2013 Pazar gününden itibaren 57 yıl aradan sonra yeniden ayin yapılmaya başlanmış. 



Yakın yerler
St. Barnabas İkon ve Arkeoloji Müzesi 

St. Barnabas’ın ilginç bir hikayesi var. Çok eskilere, 45 yılına dayanıyor. Salamis Mağosa doğumlu olan St Barnabas Kıbrıs da Hıristiyanlığı ilk yaymaya, anlatmaya başlayanlardan biriymiş. Bu faliyetlerinden dolayı öldürüldüğünde cesedi öğrencileri tarafından gizlice alınmış. Salamis'in batısında bir yeraltı mağarasına gömerken de göğsüne St.Mathews'un yaptığı incilin kopyasını koymuşlar.

St. Barnabas Manastırı

Cesedin yeri bilinmediği içinde incil uzun yıllar gizli kalmış. 432 yıl sonra piskopos Anthemios, mezarı rüyasında gördüğünü söyleyerek, açılmasını istemiş. Mezar açıldığında St. Mathews incili dolayısıyla, St. Barnabas teşhis edilmiş.

Sonrasında buraya tahmini 491 yılında inşaa edilen Manastır M.S. 7. yüzyılda başlayan Arap Akınları sırasında yakılıp yıkılmış. Bu kiliseden günümüze sadece taş döşemeli bir yola ait kalıntılar ve birkaç mermer sütun gelebilmiş.


Bu gün gezdiğimiz Manastır 1756 yılında yapılmış. Kilisenin çan kulesi ise burada görevli olan üç kardeş papazın mali katkılarıyla 1958 yılında inşa edilmiş.

St. Barnabas Mezarı
1991 tarihinde manastırda başlatılan yeni düzenlemelerle manastır odaları Arkeoloji Müzesi’ne dönüştürülürken, kilise de İkon Müzesi’ne dönüştürülmüş.

Kilisede ikonlar, Manastır odalarında ise, Neolitik Devir’den başlayarak Bizans döneminin sonuna kadar tarihlenen arkeolojik eski eserler sergileniyor.

Manastırın yaklaşık 100 metre doğusunda Aziz Barnabas’ın cesedinin bulunduğu yer altındaki antik mezarın üzerine ise küçük bir kilise inşa edilmiş. 



Salamis Antik Kenti

Mağusa’nın 6 km kadar kuzeyinde yer alan Salamis antik kentini gezerken İzmir ilinin Selçuk ilçesi sınırları içinde kalan Efes Antik kenti gözlerimin önünde canlandı. Orayı gezerkende bir merak vardı içimde. Binlerce yıl önce yaşanılan bir kentin üzerinde geçmişin izlerini aramak…

Antik kentteki en eski buluntular bize M.Ö. 11. yüzyıla ait olduğunu söylüyor. Bunu arkeologların bulduğu sikkeler söylüyor. Bu sikkelere göre kent önce Asurlar, Mısırlar ve Persler’in hakimiyetine geçmiş. Daha sonra Büyük İskender ve Roma dönemi başlamış. Salamis Kenti MS 332 ve 342 yıları arasında meydana gelen Büyük depremlerle yıkılmış.

Salamis Kenti 19. yüzyılın sonlarında keşfedilmiş. 1952-1974 yılları arasında yapılan kazılarla büyük bölümü ortaya çıkarmışlar. Malum 1974 yılında kesilen kazı çalışmalarına 1998 yılında tekrar başlanmışlar ve kent bugünkü halini almış.

Kentteki yapılar

Çok geniş bir bölgeye yayılan kentin içinde gezip görülecek bir çok yapı var.

Kenti çevreleyen Surlar ve limanlar;
Etraflarında heykeller, havuzlar ve hamam bulunan Gymnasium
Gösterilerin yapıldığı, kulis ve giyinme-soyunma odlarının bulunduğu, freskler, sütunlar ve heykeller ile süslenmiş sahne bölümünden günümüze sadece temelleri kalmış olan Tiyatro;
Zemininde mozaik döşemesi bulunan Roma Villası;
Avlusunda bir su kuyusu bulunan tabanında mozaiklerin olduğu Kampanopetra Bazilikası,
Yapıldığı dönemde Kıbrıs’ın en büyük bazilikası olduğu sanılan, vaftiz odasının döşeme seviyesinin altında ısıtma sistemi bulunan St. Epiphanos Bazilikası;
Şehre su dağıtımı yapan su kemerleri ve Bizans sarnıcı;
Salamis'in hem toplantı hem de alışveriş merkezi olan Agora (pazaryeri) ve Zeus Tapınağı… hepsi görülmeye değer
















Devamını Oku »

Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler

0 yorum

Mustafa Kemal'in en sevdiği atının öyküsünü hiç duymuş muydunuz? Ya köpeği Foks'un eve gelen konuklara yaptıklarını...

Atatürk'ün yeni Türk hafleri için bir marş bestelettiğini biliyor muydunuz? Ya kesilen iğde ağacını aramaya çıkan Atatürk'ü...

Çoğunu ilk kez okuyacağınız ilk kitapta 60, ikinci kitapta 38, üçüncü kitapta 54 öykünün yer aldığı Süleyman Bulut'un usta kaleminden öyküler, 7'den 77'ye her yaştan okuyucuyla buluşuyor.

Bu öykülerden azim, kararlılık, sabır ve doğa sevgisi örneği gösteren birini burada paylaşmak istiyorum.

"Ankara Toprağı"

Atatürk, Kurtuluş'tan hemen sonra, yeşilsiz ve ağaçsız bir bozkır kenti olan Ankara'yı yeşillendirmeye kararlıdır.

1925 baharında, toprak satın alarak, daha sonra kendi adını taşıyacak çiftliği kurmak için, toprak analizleri yaptırmaya başlar. Bunun için getirtilen yabancı uzman, Ankara toprağını çok verimsiz bulur.

“Bu toprakta ve bu iklim şartlarında ya sabır tükenir ya da para”, diyerek Atatürk’e, bu projeden vazgeçmesi öğütler. Atatürk, “Bu söylediğiniz, bizim de bildiğimiz bir sonucun bilimsel olarak kanıtlanmasıdır”, der ve ekler: “Ama bilim aynı zamanda bilinenin ötesine geçmek değilmidir?”

Çiftlik fikrinden vazgeçmez. Bunun için belirlediği alandan kova kova doldurduğu toprak örneklerini, o zaman Ankara’nın tarım okulundaki tek laboratuvara gönderip analiz ettirir. Analizleri, aynı zamanda tarım eğitimi de almış, biyoloji öğretmeni Zihni Derin yapmaktadır. Sonuçları da, her gün gidip Atatürk’e bildirmektedir:

“Ne yazık ki, kireçli, çorak toprak; verimsiz!”

Onun bu açıklamalarına, Atatürk, her seferinde, “çok memnun oldum, çok memnun oldum,” diye karşılık vermektedir.

Zihni Derin, sonunda bütün cesaretini toplayıp Atatürk’e, “bu olumsuz sonuçlardan niçin memnun kaldığını sorar.

Atatürk: “İlahi hoca,” der, “verimli toprakta, elverişli iklim koşullarında herkes çiftlik kurar. Ben senin işe yaramaz dediğin bu çorak ve kurak toprakta da çiftlik kurulabileceğini göstereceğim.”

Ve bugünkü Atatürk orman Çiftliği’ni kurar.

Zihni Derin, emekli olunca Rize’ye gider. Atatürk Orman Çiftliği’nden aldığı cesaretle Rize’ye ilk çay fidesini diker. Bölgenin çay memleketi olmasını sağlar.

Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler 1, 2 ve 3,  Can yayınları aracılığıyla okuyucuya ulaşıyor. Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.




Devamını Oku »