Babalardan Babalara

0 yorum


“Ben annemle birlikte yaşıyorum, babam ara sıra geliyor. Sen kiminle yaşıyorsun?”

3,5 yaşında bir çocuğun sözleriydi bunlar. O dönem iş yoğunluğu nedeni ile çok seyahat eden eşim her cuma akşamı evde olmaya çalışır hafta sonunu oğluyla geçirmeye özen gösterirdi. Oğlum, başka ülkelerin, şehirlerin varlığını o dönemde öğrenmişti. Ve ben de yine o dönemde öğrenmiştim, çocuğunla kaliteli zaman geçirmek demenin ne demek olduğunu.

Yıllar çabuk geçiyor şimdi bazı iş seyahatlerine, lansman toplantılarına birlikte gidiyorlar.

“Babalarından, çocukluğun erken dönemlerinde -2,3,5 yaşlarında- yeterince sevgi alabilen çocukların, bir binanın temelini sağlam attıklarını ve o binanın kolay kolay sarsılmayacağını düşünüyorum.” Demiş Prof. Dr. Kemal Sayar /Syf 88

Çocuklarımız büyürken ben de eşim de doğru davranışlar sergileyebilmek adına onların okullarının düzenlediği bir çok eğitime katıldık, zaman zaman okuduklarımızı paylaştık, yeri geldi bir uzmana danıştık. Haa rağmen hata yapmadık mı? Yaptık tabi… Biz çocuklarımızla geliştik ve çocuklarımız sayesinde anne ve babalarımızı anladık.


Bu ara elimden düşüremediğim, Sevilay Acar’ın “Babalardan Babalara” adlı kitabı yeni bilgileri hafızama kaydederken, eski anıları da canlandırdı.

Birbirinden değerli, mesleklerinin duayenleri ile yapılan müthiş bir röportaj.  Konu babalardan, çocukluklarından, kendi çocuklarına kadar uzanıyor, sadece baba –çocuk ilişkisinin konuşulacağını sanırken, kadın-erkek ilişkileri, evlilik, aile olma bilinci, ailede babanın–annenin rolü, Türk toplumunda aile hayatında kadının ve erkeğin değişmeyen kalıplar içine sıkışmış rollerinin de konuşulduğunu okurken buluyorum kendimi.

Konu konuyu açıyor, altını çizdiğim yerlerin ve not aldığım kaynak kitapların sayısı artıyor. Babalık psikolojisinden, hormonlu çocuklara ve çağımızın hastalığı diyebileceğimiz internet bağımlılığına ve Narsisizm’e kadar uzanan konular, sonunda baba adaylarına ve yeni baba olmuş babalara bilgiler ile son buluyor. Ama benim için dolu dolu bir başucu kitabı olarak hayatıma giriyor.

Sevilay Acar‘ın özenle seçtiği sorular, değerli hocalarımız Prof. Dr. Özcan Köknel, Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Prof. Dr. Kemal Sayar ve Pedogog Ali Çankırılı‘nın detaylı verdiği cevaplar ve konu özetlenirken gösterilen müthiş kaynak kitaplar…

Bu kitabı okurken hep aklımdan geçen ve olmasını dilediğim, babalar gününün yaklaştığı şu günlerde, baba- çocuk ilişkisini yaşayabilen şanslı azınlıkta ki çocukların sayısının artmasıydı.

“Baba demek –bir kız çocuğu için de bir erkek çocuğu için de- dünya demek. Çocukların gelecekte oluşturacakları hayata şekil veren, onların ruhsal ve fiziksel gelişimlerini olumlu ya da olumsuz etkileyen en önemli değer.

Baban mı var, dünya var!” syf 239

Herkes şanslı olmuyor maalesef, bazı çocuklar bir eksik girecekler bu özel güne ve hüzünleri günler belki de haftalar öncesinden başlayacak. Çünkü biraz erken gitti onların kahramanları, sırtlarını yasladıkları koca çınarları…

Kimi zaman minik yürekler göz yaşlarıyla babalarını uğurladılar… Kimi zaman babalar gencecik oğullarını toprağa verdiler sımsıkı tuttuğu minik ellerle birlikte…

Seyircisiyiz olan bitenin. Yanında olup, bir şeyler yapmaya çalışsak da, hiçbirimiz bir çocuğun babasının yerini tutamayacağız ya da dindiremeyeceğiz bir babanın evladına özlemini…

Bizler şanslıysak eğer, babalarımızla ve bir baba olarak evlatlarımızla hâlâ daha birlikte vakit geçirme şansını yakalayabiliyorsak, ‘yarın’ değil, ‘sonra’ ya da ‘bir ara’ hiç değil ‘şimdi’ tam zamanı…


Her çocuğun kahramanı, babaların günü kutlu olsun.

Sevgiyle kalın, daima…

Hüma Oktay


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.






Devamını Oku »

Karlarla kaplı gizemli şehir Kars

0 yorum
Kars Kalesi ve Oniki Havariler Kilisesi
Yerde 1cm kar biriksinde kar topu yapalım diye saatlerce camın önünde güvenli sıcacık evlerimizde kalıp yağışını izlediğimiz kar, burada diz boyu…

“Kar onda hayatın güzelliği ve kısalığı duygusunu uyandırıyor, bütün düşmanlıklara rağmen aslında insanların birbirlerine benzediğini, alemin ve zamanın geniş, insanın dünyasının dar olduğunu hissettiriyordu. Bu yüzden kar yağınca insanlar birbirlerine sokuluyorlardı. Kar düşmanlıkların, hırsların, öfkelerin üstüne yağarak onları birbirine yaklaştırıyordu.” *

Kar kristallerinin aylarca yerden kalkmadığı, çağlar öncesinden bu yana antik kalıntılar, doğal bitki örtüsü, kayak pistleri, lezzetli yemekleri ile dört mevsim turistlerin uğrak yeri Kars şehrindeyiz.

Tepede, her yere hakim dimdik duran dış cephe surlarıyla 900 yıldır şehre gelenleri gözetleyen Kars Kalesi tüm heybetiyle bize bakıyor.

“Erişilmez savunma mevzilerine ve yalçın bir kaya üstüne kurulmuş kaleye baktıkça, Kars’ı nasıl ele geçirebildiğimize şaşıp kalıyorum.” **

Kalenin eteklerinde yer alan, yüzyıllar içerisinde kiliseden camiye, camiden kiliseye çevrilmiş hatta bir dönem Arkeoloji Müzesi olarak da kullanılmış Oniki Havariler Kilisesi tam karşımda. Ona büyülenmiş bakarken farkediyorum ki tek gerçek, ne amaçla kullanılırsa kullanılsın 937 yılından beri hâlâ sapasağlam ayakta kullanılır durumda olması…

Cheltikov Otel
Biraz ileride Taş Köprü’nün iki yakasındaki Mazlumağa hamamı ve hemen tam karşı kıyıda Muradiye hamamı nehrin iki yakasını mesken tutmuş bize gülümseyen 250 yıllık yapılar.

Bir zamanlar Rus şair Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in bile Muradiye hamamına uğradığı söyleniyor Moskova’dan Erzurum’a kadar uzanan yolculuğu sırasında. * *

Uzun kış gecelerinin neşesi, aşık atışmalarının yapıldığı Namık Kemal Kültür evi ve Rus Cheltikov Ailesinin bir zamanlar yaşadığı konak bugünkü Otel Cheltikov, şehir içindeki gezi noktalarımız.

Arkeoloji Müzesi / Ani Katedrali kapısı
Veeee Kars Müzesi (Arkeoloji Müzesi) , Ani Harabelerinde gördüğümüz arslan kabartmalı dış cephe süslemeleriyle dikkatimi çeken, kapıları ve kubbesi olmamasına rağmen muhteşem bir akustik yapısıyla da beni büyülüyen Ani Katedrali’nin o dantel gibi oymalı ceviz kapılarını aradı gözlerim ve yine büyülendim el işliğine, sanatına, yıllara direnmesine…

Ve en son şimdi çeşitli devlet daireleri olarak kullanılan Ruslardan kalma binaların olduğu ızgara planlı iki ana caddeden geçerek Sarıkamış’a otelimize doğru yola devam ediyoruz.




Küçük bir kaçamak

Kars şehrini geride bırakıp artık tatile kayak yaparak devam edeceğiz ailece yaptığımız plan bu. Fakat aramızda bir oyun bozan var. Tabiki ben! Benim kalbim Kars’da kaldı. Sokaklarında gezip, Ruslardan kalma taş binaları yakından görmek istiyorum. Puşkin Restaurantta kaz eti yemek istiyorum. 

Orhan Pamuk’un Kar romanında bahsetiği Karpalas oteli bulmak istiyorum, hatta en son biz gezemeden kapanan Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesin’i görmeden dönmek istemediğim için de havanın güneşli olduğu bir gün, tüm ekibi kayak pistinde bırakıp Sarıkamış’tan Minibüslere binerek Kars’a gidiyorum.
Kars’da sabah -11 ile başlayan günün soğuğu, güneşe rağmen iliklerime kadar işledi.

“Soğuk bir an şaşırttı Ka’yı, insanın isteklerinin ve hayallerinin, siyasetin ve günlük dalaverelerin Kars’ın soğuğu yanında ne kadar da küçük ve zayıf kaldığını hissetti.”**

Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı 

Adım adım gezdiğim sokakların birinde savaş zamanı karargah olarak da kullanılan Gazi Ahmet Muhtar Paşa konağına rastlıyorum.  

Konağın tarihi özelliğinin dışında; güney cephesindeki ahşap balkonuyla ve iç mekan duvarlarından geçirilen borular sayesinde tüm evi ısıtan Peç isimli ısıtma sistemi ile mimari yapısı da ilgimi çekiyor.

Şehirdeki son durağım, doğu sınırlarının korunması için Osmanlı imparatorluğu tarafından inşaa edilen 46 adet Tabya’dan biri. 


Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi

1828’de Rusların Kars’a yaptığı gece baskınında tabyadaki tüm askerlerin şehit edilmesi üzerine tarihte Kanlı Tabya olarak da anılan bu yeri, şimdi 1677-1918 arasındaki Osmanlı -Rus savaşlarının ve yapılan antlaşmaların detaylarının sunulduğu Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi olarak geziyorum.

Son gün havaalanı yolunda herşeyin üstünü usulca örtmüş karlara bakıp buraları yeşil görmeyi hayal ederken yazın gelirim umuduyla, çocuklar ise karları geride bıraktıkları için üzgün evimize döndüyoruz.

Mart 2019



* Orhan Pamuk / Kar / İletişim Yayınları 2001

* *Aleksandr Sergeyeviç Puşkin / Erzurum Yolculuğu / Cumhuriyet Yayınları 1999/ Çeviren Ataol Behramoğlu

Kars Çevresi gezilecek yerleri anlatan yazıya buradan ulaşabilirsiniz.




Devamını Oku »

Kars çevresi

0 yorum


Sevinçle “Kar var! Kar!” dedi. Parmaklarının ucu ile minik bir şeyi tutar gibi işaret ederek, “Biz şu kadarcık karı yerde görmek için üç saat yağışını seyrediyoruz, camın önünde bekliyoruz, burada diz boyu kar var. İnanabiliyor musun anne?”

Kar kristallerinin aylarca yerden kalkmadığı, çağlar öncesinden bu yana antik kalıntılar, doğal bitki örtüsü, kayak pistleri, lezzetli yemekleri ile dört mevsim turistlerin uğrak yeri Kars şehrindeyiz.

Havaalanından Ocaklı köyüne kadar bir saat yol boyu sağlı sollu her yanı gözümüzün alabildiğine beyaz bir örtüye teslim olmuş irili ufaklı dağları seyrederek çocukların daha gelmedik mi sorularına cevap vermekten bıkarak yol alıyoruz. Yolculuğumuzun sonu Ermenistan sınırında yer alan Ani Şehri.

Ani Harabeleri

Surp Kirkor Kilisesi

Kale surları arasından antik şehre giriş yaptığımızda, geniş bir alana yayılmış doğaya ve insana direnme çabasından yorgun düşmüş ortaçağın en önemli kentlerinden biri, ipek yolunun Anadoludaki gümrük kapısı sayılan bu şehir her şeye rağmen ayakta kalan kalıntıları ile hikayesini anlatıyor bize, sessizce…

Aşağıda usul usul akan Arpa çayını sınır bellemiş Ermenistan’la karşı karşıya kalan uçurumun hemen yanı başındaki muhteşem freskleriyle Surp Kirkor kilisesi, (Surp Amenap’rkitch Kilisesi)

Dikdörtgen planlı yapısı, sekizgen minaresiyle Anadoludaki ilk Türk camisi olma özelliğini taşıyan Ebû’l Manuçehr Camii 



Ani Katedrali 

Arslan kabartmalı dış cephe süslemeleriyle dikkat çeken, kapıları ve kubbesi olmamasına rağmen muhteşem bir akustik yapısıyla bizi büyülüyen Ani Katedrali. 
(Surp Asdvadzadzin Katedrali) 

Sonradan şehir merkezindeki Arkeoloji müzesinde o dantel gibi oymalı ceviz kapıları gördüğümde de Ani Katedralini gördüğüm zamanki gibi büyüleneceğimi henüz bilmiyordum.

Adını sayamadığım daha niceleri bu şehrin topraklarında sonsuz anılar biriktirmişler. Tarihin sayfalarında adları yer almayan kim bilir kimler geldi, hangi kervanlar geçti, kimler yaşadı, kimler savaştı, can verdi bu topraklarda…



Çıldır Gölü

Sonraki durağımız Doğu Anadolu’nun en büyük ikinci gölü olan bir metrelik buz kalınlığı ile kışın cirit atma, atlı okçuluk, kızak, kayak ve buz pateni yarışlarıyla festivallere konuk olan en geniş buz pisti; yazın sıcağında yöre halkının serinleme yeri, balıkçıların yaz kış balık tutuğu Çıldır gölü. Dedim ya dört mevsim güzel buralar…

Çıldır Gölü
Donmuş gölün üzerinde yürümenin heyecanı sonrası Çıldır Gölünün yakınında kurulan büyük beyaz ahşap evde bu göle özel sazan balığının tadına bakıyoruz.
Merak edip soruyorum. Kışın bu balıklar, bu donmuş gölden nasıl tutuluyor diye, cevap çok basit “Buzu kesip balık tutuyoruz.” 

Ama asıl şaşırtan cevap, kar yağmadan önce attıkları ağlara bağladıkları iplerle işaret koymaları ve kendi ağlarının olduğu yerdeki buzu kesip balıkları toplamaları ve boşalan ağları yeniden suyun altına bırakmaları, böylece müşterilerine kış boyunca taze balık sunabiliyorlarmış.
Tabi bu işin en zor yanı, her gün yeniden buz kesmeleriymiş. çünkü sabah kestikleri yer akşama donuyormuş…

Çıldır Gölü Şehre 1,5 saat uzaklıkta, dolayısıyla şehir merkezine gitmek için yine yollardayız. ilk önce Arkeoloji müzesine uğrayarak şehir* içinde küçük bir tur yapıp Sarıkamış’a otelimize gidiyoruz. Tatilin sonraki günleri Kayak pistlerinde geçiyor.

Son gün havaalanı yolunda herşeyin üstünü usulca örtmüş karlara bakıp buraları yeşil görmeyi hayal ederken yazın gelirim umuduyla, çocuklar ise karları geride bıraktıkları için üzgün evimize döndüyoruz.

Mart 2019


*Kars şerin içini anlatan yazıya buradan ulaşabilirsiniz.








Devamını Oku »

Aklın Kutsal Kitabı

0 yorum


Hız sınırını aşalı çok oldu, yavaşlama hissi geldiği gibi gidiyor. Zaman mı beni kovalıyor ben mi zamanı bilemiyorum henüz. Kuyruğunu kovalayan şaşkın kedi gibiyim.

Evde hepi topu dört kişiyiz, buna rağmen aynı anda sofraya oturmakta zorlanıyoruz. Etkinlik saatleri, trafikten kaynaklı gecikmeler, seyahatler bizim minik engellerimiz.

Rağmen üçlü, ikili yada hep birlikte sofraya oturmak, o masa başında sohbet etmek hayatımın akışında en sevdiğim anlardan biri.

“Günün nasıl geçti?” sorusu yerine, “Bugün şöyle birşey öğrendim” cümlesi ile başlayıp okuduğum yada duyduğum birşeyi paylaşmak onların da bu konu hakkında ki fikirlerini almak, sohbeti daha da eğlenceli hale getiriyor. Konu konuyu açıyor, sohbet güzelleşiyor e haliyle yemek de uzuyor.

Uzasın varsın. Sohbet şahane yemek bahane!

Uzun zamandır, mutfak masasının alt rafında duran bir kitabım var. İçerisinde, biraz felsefe, biraz bilim, biraz tarih, çok özel insanların hayatlarından ders alınacak sıra dışı kesitler, yanlış bildiğimiz doğrular… daha neler neler. Doç. Dr. Şafak Nakajima’nın kaleminden Aklın Kutsal Kitabı.

"Üç maymunun kökenleri, eski Japon Koshin folk geleneklerine dayanır.
İki eliyle gözünü kapatan maymun Mizaru, kötü gözle bakmamayı simgeler.
Kulaklarını kapatan Kikazaru’nun mesajı, kötüyü dinlememektir.
Ağzını kapatan İwazaru, kötü söz söylememeyi öğütler.
Bazen onlara bir başka bilge maymun, Şhizaru da eklenir.
Kollarını kavuşturan Shizaru, kötü şeyler yapmamanın sembolüdür.

Düşünmeye değer!
Üç maymunu sorumluluk ve kayıtsızlığın sembolü gibi mi algılıyoruz, edepli olmanın bir yolu mu?" Sayfa 73

Özellikle ilgilerini çekeceğini bildiğim şeyleri kendi cümlelerim ile anlatmak yerine kitaptan okumayı tercih ediyorum. Onun içinde kitabın sağı solu, renkli etiketlerle dolu. Maviler çocuklarla konuşulacak konular. Diğer renkler ise kendime not.

Bir filozof olduğu kadar bir anadolu bilgini olan Thales’den kaşif, şair, müzisyen, şarkıcı, güzellik uzmanı, moda tasarımcısı, astronom, botanikçi ve çoğrafyacı Ziyab’a; mini minnacık bir deniz canlısı olan Sacculina‘nın yengeçlere yaptığı akıl almaz numaralardan, Toxoplazmaların farelerin beynine yaptığı etkiye kadar geniş bir yelpazade konuş konuş bitmeyecek konular.


Bilgi, insanı şüpheden; iyilik acı çekmekten, kararlı olmaksa korkudan kurtarır. Konfüçyüs


Hayatın bu akıl almaz hızında, hepimiz zaman polisi gibi dakikaları kovalayıp oradan oraya savrulurken bile avucumuzdaki mini aletlerin içinde bir yerlerde seyrüsefer halindeyiz. Bedenimiz bir yerde, ruhumuz başka bir yerde.

Aklın Kutsal Kitabı’nı okurken de, okuduğumu paylaşırken de anda ve şimdide kaldığımı hissettim ve zamanın genişlediğinin farkına varmam ise yemeğin üzerine yenen lezzetli bir tatlı gibiydi.

Daha çok kitap…

Daha çok bilgi…

Daha çok sohbet…

Daha çok anı…

"Sevdiğimiz birini yitirdiğimizde, o bir anda gitmez. Yavaş yavaş gider…
Önce haber alamaz oluruz…
Sonra yastığındaki, giderek evdeki kokusu kaybolur…
Gerçek manada kaybı ise ancak zihnimizdeki izlerinin kaybıyla yani unutmamızla olur…
Onları zihinlerde ve gönüllerde en güzel şekilde yaşatmamız, ışıklarının hâlâ yanıyor olması demektir…"  sayfa 230

Sevdiklerinizle güzel anılar biriktirmeniz dileğiyle…

Hüma Oktay
Şubat 2019

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.



Devamını Oku »
0 yorum


Kendisi Bir Mekan,
Kendisi Bir Sahne
Kendisi Bir Atölye
 Kendisi Bir Kitap
Kendisi Bir Yayınevi

Sınırlar çizilerek, alanı daraltılarak adı, isim veya sıfatın içine hapsolmamış bir mekan. Burası ev gibi değil, kalabalık, her an yeni bir şeylerle karşılaşmaya hazır insanlarla dolup taşan, ama kafe gibi de değil, rahat, huzurlu, dingin; insanlarla yaşayan, yaşatılan bir mekan burası.

Kendisi Bir Mekan’ın gizli kahramanları, enerji dolu, güler yüzlü, içten, samimi, mütevazi ve yaratıcı iki özel insan, Tiyatro, sinema ve ekranlardan tanıdığımız Deniz Celiloğlu ve Sosyolog, eğitmen ve Küçük Prens koleksiyoneri Çağla Gülses.

İkisininde on parmağında on marifet, ben buradan saymaya başladığımda eminim ki onlar bir yandan yenilerini eklemeye devam ediyorlar. Büyük koleksiyonerlerin buluştuğu Küçük Prens’in Dil Serüveni sayesinde tanıştığım, cıvıl cıvıl enerjisine hayran kaldığım Çağla ile Kendisi Bir Mekan’da yeni mekan ve atölyeler hakkında konuştuk.

Kendisi Bir Mekan fikri nasıl oluştu?

Bakanlıkta, sağlığın geliştirilmesi projelerinde Çocuk projeleri koordinatörü olarak çalıştığım bir dönemde Sağlık Çocuk dergisi çıkarmaya başladık. Derginin hem editörlüğünü hem de baştan sona dergi basım aşamasını koordine ediyordum. Bir yandan da bakanlığın reklam tanıtım pazarlama işlerini de yapıyordum. O sürede denetleyen, kontrol eden, işi yöneten kısma geçtim ve üretim kısmından uzaklaştım çünkü vakit yok. Geleni kontrol etmekten üretim yapamıyorum.

Benim için iyi bir deneyimdi. Dergiyi öğretmenlerin ve öğrencilerin beğenmesi beni motive ediyordu. Ancak sorgulama sürecim başladı ben burada mı devam etmeliyim yoksa hayallerimle yaratım sürecinde mi olmalıyım?

Aslında hayalim bir butik otel açmak, alt katta kitap kafe ve içinde çocuklara, gençlere ve yetişkinlere bir sürü atölyelerin yapıldığı bir mekan.

O arada şu kararı almıştım, zaten çocuk hikayeleri yazıyorum bir de Deniz ile benim felsefe, kültür ve sanat alanlarında hem yetişkinler hem çocuklar için yazılmış gerek bizim gerek çeviri olsun birikmiş eserlerimiz vardı, artık bunları basalım istiyorduk. Biz bu işin yayıncı tarafında da olmak istiyoruz çünkü yaratmanın, üretmenin keyfi bambaşka.

O süreçte İstanbul’a geldim, çeşitli atölyeler yapıyorum o dönem. Deniz ile birlikte önce yayıncılık ve organizasyon şirketini kurduk. Ama hâlâ aklımda böyle bir yer yok. Burayı ilk gördüğümüz bana çok büyük geldi. Deniz “Burası senin hep istediğin Kitap Kafe olur, üst kat var atölyeleri de burada yapabilirsin” dedi fikir çok sıcak geldi. Şimdiye kadar hep atölyeler için başka yerleri kullandığımdan dolayı hiç düşünmemiştim.

Mekan nedir? Nasıl yaratılır? süreç başladı. Mart ayında tadilat işleri ile hayal olmaktan çıktı ve somut hale gelmeye başladı. Kendisi bir Mekan 2018’in Temmuz ayında kapılarını açtı.

Kendisi Bir Mekan, etkinliklerinden biraz bahsedebilir misiniz?

Hafta sonları 7-12 yaş arası kavrama dönemine uygun materyaller kullanarak çocuklarla felsefe, kültür ve sanat atölyeleri yapıyorum. Çocuklar bizim önceliğimiz ve onlarla çalışmak benim için çok özel ve anlamlı. Atölye çalışmalarımda onları anlatmaya, düşünmeye, sorgulamaya, felsefe yapmaya teşvik etmeye özen gösteriyorum. Atölyeleri hazırlarken üzerinde çalıştığım çokça başvurduğum kaynak ve danıştığım hocalarım var. Dünyaya bakışımızın ve çabamızın çok önemli bir noktada olması ve ileriye dönük olması gerekiyor sırf çocuklar için.

Hafta içi ve hafta sonu yetişkin atölyelerimiz var, açıkçası bizi çok heyecanlandırıyor. Oyuncu kavramını, oyun kavramını yetişkinlikle ve çocuklukla birbirine bağlamak ve onu ayırmamak çok önemli. Yetişkinlere oyuncak partisi yapmıştık. Atölyenin sonunda da masal anlatımı olsun dedik Pinokyo masal atölyesi de bu sayede ortaya çıktı.

Yaptığımız bazı atölyelerimiz;

Öykü yazdıran E Atölye
Filimlerle Felsefe atölyesi
Çocuk edebiyatı okumalarında yetişkinlerin rolü, Ebeveyn ve çocuk ilişkisi
Çocuklarla Küçük Prens ve felsefe atölyesi
Yaratıcı Drama atölyesi,
Polimer kil atölyesi
Modern pandomim atölyesi

Şubat tatili için her güne bir yayınevi geliyor kendi atölyesini yapmak için. Bunların arasından beni en çok heyecanlandıran Meav Yayıncılıktan Gökçe Gökçeer’in çocuklarla, hayvan haklarını işleyeceği “Hayvan Kurtarma” kitabı ile yapacağı atölye.

Bir de Necdet Neydim Hocamızın gençlerle bir söyleşisi olacak.
Sömestir haftası boyunca da Tepe Nautilus Alış Veriş Merkezinde kitap satışları için standımız olacak.

Sosyal medyada Kaktüs Çocuk olarak bir çok paylaşımınız var. Neden Kaktüs Çocuk ?

Kaktüs çocuk benim bir hikayem. Yakın çevre hariç kimse bu hikayeyi bilmiyor. Hikaye hazır, baştan sona aklımda, öyle çok anlattım ki sadece metinleşmedi. Çizer de belli, Ammar Hattap çizimleri yapacak.

 
Beni düşündüren bu bir sessiz kitap mı olmalı, yoksa bir animasyonun seneryosu mu olmalı? Hatta gençlere yönelik bir metin mi olmalı çünkü kurguda toplumsal bir mesele var. Henüz anlatım diline karar veremedim. Ne yapmalıyım derken internet sitesini açayım o beni yazma ve yaratma sürecine götürür diye düşündüm.

Kaktüs Çocuk adı altında, arada bir illustrasyon paylaşıp altına sevdiğim bir yazı yazıyordum. “Senin önerilerinle alıyorum yeğenime. Çok az paylaştın başka önerin var mı?” demeye başladılar. Çocuk edebiyatını çok okuduğum o süreçte anlatmaya tanıtmaya geçtim. Misyona dönüştü bu durum. Şöyle bir şey oldu Kaktüs Çocuk bana dönüştü.

Çocuk edebiyatına olan ilginiz nasıl başladı?

Öğretmen olmak hiç aklımda yokken öğrencilik yıllarımda saha araştırmaları sırasında sosyal sorumluluk projelerinde 2 yıla yakın görme engellilerin eğitmenliğini yaptım. Okul sonrası Bakanlıkta çalışırken bağımlılık uzmanı eğitimi aldım ve lise öğrencileri ile çalışma fırsatım oldu. Öğretmen olarak birebir çalışırsam çok az bir kitleye ulaşabileceğimi düşünüyordum. Bu arada Eğitim Yönetim Teftiş Planlama yüksek lisansına başlamıştım. Çocukları eğitmek sahada olmak aklımda hep bunlar var.

Gençlerde madde bağımlılığı daha küçük yaşlara inmiş durumda. Çocuklara ulaşmak, onlarla iletişimde olabilmek için bir dil kurabilmek gerekiyor.

Çocuklarla birebir de ne kadar didaktik dil kullanırsanız sizden o kadar uzaklaşırlar. Aile ile paylaşmama nedenleri bu. Bağımlılık uzmanlığı eğitimlerinin bana çok şey kattığını düşünüyorum.

Çocuklarla bu doğru dili kurabilmemin yolu nedir diye düşünürken çocuk edebiyatı araştırmaya, okumaya başladım. Günde 5-6 saatim çocuk edebiyatı okumakla geçiyordu. Bir yandan da yazıyordum.

Okul yıllarında makale yarışmasında Türkiye ikinciliğiniz var. Yazdıklarınız hakkında bize biraz bilgi verebilir misiniz? 

Evet , makale yarışmasında Türkiye ikincisi olmuştum. Bakanlıkta çalıştığım dönemde çocuk edebiyatı metinleri yazıyordum.

Seneryo yazdım UNICEF için, aynı zamanda 12 kitaplık bir seri var yazdığım, onların basım süreci UNICEF tarafından gerçekleşecek.

Hali hazırda çizer sürecinde baskıya hazır bir çocuk kitabım var adı “Çok Tüylü Pembe Gözlüklü” Çizimlerini Özge Haydar yapıyor, tasarımcı ekibiyle kapak çalışması yapacağız işallah Mart’a kadar bitmiş olur.

Felsefe, kültür ve sanat alanında hem yetişkinler hem çocuklar için Deniz ve benim ortak hazırladığımız eserler var. Çizer bizden son hallerini bekliyor. İşin içine çizgi girince çocuk kitabıdır algısını yıkmak istiyoruz. Bu yüzden çizgisi hem yetişkine hem çocuklara hitap eden çizerlerle çalışmayı tercih ettik. Hazırladığımız bu kitaplar için hem metni hem görseli çok beğenip alsınlar istiyoruz.

Yıllardır devam eden “Çocuklarla Küçük Prens ile Felsefe” atölyeleriniz var. Küçük Prens hayatınıza ne zaman dahil oldu?

İlk okul birinci sınıftayım daha Cin Ali okuyoruz babam bana Küçük Prens’i verdi okuyayım diye. Kitapların içinde büyüdüm, kitaplara aşinayım ancak takdir edersiniz ki ilk okumaya başladığımda Küçük Prens’i anlamadım. Ertesi yıl tekrar babam bu kitabı oku diye geldi, “okudum onu ben, anlamıyorum” diye itiraz etsemde babam her yıl yeniden oku diye bana bu kitabı işaret ediyordu. Şimdiki aileleri çok iyi anlıyorum, çocuklar birşey anlamıyor diyorlar. Aslında aktarmak gerek, bir bölüm okutup bu bölüm üzerinden ne düşünüyorsun diye konuşmak gerek. Belki birinci, ikinci, üçüncü bölüm üzerinden konuşulursa sonrası metamatik öğrenmek gibi bir şey. Geri kalan matematiği çocuklar zaten çözüyorlar. Emin olalım ki bizden daha iyiler. Babamdan duyduğum Nazım’ın bir sözü var.

“Ben sadece ölen babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim”

Siz ne derseniz deyin sizden daha ötesini düşünüyor olacaklar, siz sadece bir yol açmış olacaksınız. Ailelerin destek olmaları gerekiyor, bir kitabın nasıl okunabileceğini öğretmek çok önemli.

Lise yıllarımda Latife Tekin’in “Berci Kristin Çöp Masalları” ile başlayan toplumsal meselelerin yer aldığı farklı kitaplar okumamla birlikte, Küçük Prens’i anlamaya başladım.

Üniversite de Etik felsefesi dersi hocamız bize yıl boyu üzerinde çalışacağımız kitapları söylediğinde heyecandan yerimde duramamıştım . Küçük Prens, Martı ve Antigone.

Sonrasında derinlemesine okumaya başladım. Küçük Prens felsefesi üzerine yapılan şeylerle daha fazla ilgilenmeye başladım. Masallarla Felsefe atölyesi yapmak için araştırma yapıyordum. Bir arkadaşım Küçük Prens ile Felsefe atölyesi çok güzel olur neden olmasın ki dedi. Önce itiraz etmiştim ama iyi ki Küçük Prens’i seçmişim, çok keyifli bir atölye çalışması ortaya çıktı.

Ve böylece okullarda ve çeşitli mekanlarda 7-12 yaş Küçük Prens ile Felsefe Atölyeleri başlamış oldu.

Aynı zamanda Küçük Prens Koleksiyonerisiniz. Küçük Prens Müze Girişimi kurucuları ve Küçük Prens koleksiyonerleri ile nasıl tanıştınız ?


Yıldıray Bey’I (Yıldıray Lise) Ankara’dan tanışıyorduk, İstanbul’a geldiğim ilk dönemlerde Kazım Beyle de (Kazım İnal) tanışma fırsatım oldu. Kazım Bey bana iki Küçük Prens Kitabı hediye etmişti, koleksiyonerler arasına hoş geldin dedi.

Normalde koleksiyonerler kendi koleksiyon parçalarını paylaşmazlar. Küçük Prens Müze Girişiminin en sevdiğim özelliği, kendisinde varsa başkasında da olsun eylemi. Küçük Prens’in özüne de çok yakışan bir paylaşım ağı var. Hayata bakışımı bir kere daha güncelledim, güzel insanlar var, ortak felsefe ortak beğeniler var.

TED İstanbul koleji’nde Küçük Prens ve Felsefe Atölyesini birlikte yaptık. Oradan devam eden büyüyen bir bağımız var. 

Ben de koleksiyoner oldum. Her bulduğumda almaya, onun üzerine daha fazla şey okumaya başladım. Küçük Prens ile ilgilenen insanlarla daha başka bir sohbet ortamı var. Obje toplayıcılığı başka bir şey , o artık işin “Ben Küçük Prens’i seviyorum tarafı”, felsefesini bilen, seven insanların bir araya geldiği bir oluşum Müze Girişimi, çünkü orada olmak için kitaplarınızın kıymeti var. Hangi dilde ne çeviriler var dünyada ve Türkçede…

Dil teorisini çok seviyorum, dilin insanı çok fazla etkilediğini, düşünme sistemini değiştirdiğine de inanıyorum.  Küçük Prens dil serüveni ve felsefe serüveni benim hayata bakışımı, algımı etkilediği için derin bağlar kurduk.

Son olarak bize Kendisi Bir Mekan’da yapmayı planladığınız yakın dönemde yeni projelerden bahseder misiniz?

Deniz, tiyatro kökenli ama edebiyat ve felsefeyle çok ilgili ve düşünme pratikleri çok iyi. Disiplinler arası atölye çalışmalarında başarılı performansları, güzel fikirleri var. Ben de disiplinler arası çalışmaya inanıyorum. Kuşaklar arası çalışmalar yapmayı istiyorum.

Disiplinler arası çalışmak hem dünyayı, ötekini, toplumu anlamak için çok fazla yardımcı oluyor. Bir branşla, örneğin sosyoloji ile sinemayı birleştiriyoruz ve ortaya analizde çok güzel şeyler çıkıyor. Sonra birde dönüyorsun kuşaklar arası çalışmaya. Bir dede, nine ile torun aynı anda bir etkinliğe katılabiliyorsa –ki neden olmasın?- o iş gerçekten iyi bir seçkidir.

Birlikte olmak güzel, neden ayrışalım. İşte Kendisi Bir Mekan’da, hem kuşaklar birleşsin çocuklarla yetişkinler beraber kitaplara baksın hem beraber atölyelere katılsın hemde disiplinler arası çalışmalar yapılsın. Alt metinleri hazır, üzerinde çalışmaya devam ediyoruz.

Bir de masal ve felsefeyi birleştirmek istiyorum. Ama masallar istediğim düzlemde değil. Necdet Nedim hocayla bu konuda çalışmalarım var.

Mart ayından itibaren yapmayı planladığımız her aya bir dosya projemiz var. Her ay için bir kelime seçip, bizim algımızda ki bir kelime, bu bir mesele aslında alt başlığı neyle doldurursanız o kadar çok açılıp ilerleyecek.

Bir mesele seçip sonra onun altında felsefe mi, sinema mı, edebiyat mı hangi disiplinler de bir araya getireceğiz ay ay buna çalışacağız..



Röportaj : Hüma Oktay
Ocak 2019

Röportaj Martı Dergisi'inde yayınlanmıştır.





















Devamını Oku »

Aziz Nesin'den Seçmeler

0 yorum


Zaman zaman kitaplığımdaki keyifle okuduğum, kitaplara sığındığım doğrudur. Aziz Nesin'in eserlerinden bir kaç satır...

Zübüklüğün Sonu Yok
Çok ilerledik
Vatandaşlar ! Aziz vatandaşlar! Muhterem vatandaşlar!
Bu gün çok ilerlemiş bulunuyoruz. Bazıları bunu inkar etmeye çalışıyor. Hiç güneş balçıkla sıvanır mı? Sıvanmaz.

Pek muhterem vatandaşlar! İşte gözünüzün önünde … Şu meydandaki asfalta bakın. Eskiden asfalt var mıydı? İçinizde ellisini geçkin olanlar hatırlarlar ki, eskiden asfalt masfalt yoktu. Daha eskiden kaldırım da yoktu. Çok daha eskiden toprak yol bile yokmuş. Ondan da önce, insanlar yol diye birşey bilmiyorlarmış. Bir de ilerlemedik diyorlar. Daha nasıl ilerleyelim? Ya yol yapmasaydık, ne olacaktı? Syf 101


Gülmekten Öldüren Öyküler -1 / İntikam
Salona girdik. Film başladı. Aklım hep güzel kadınlarda. Ayıp değil ya –belki de ayıptır- ne zaman bir dangalağın kolunda bir güzel kadın görsem, kıskanırım.
Syf 16

Toros Canavarı
Bütün bu insanlar, karısı, oğlu, kızı, polisler, gazateciler, hepsi, hepsi birden yanılmış olamazdı ya… Demek o gerçekten bir canavardı da kendisi bunu bilmiyordu. Syf 21

Bende Çocuktum
Onbeş yıl oluyor. Babıâli’ye aşk şiirleriyle girdim, yokuşun alt başından ellerim kelepçeli çıktım. Bir küçük , bir güdük kalem ki, şeflerin, diktatörlerin, yardakçıların hıncına, gayzına, gazabına hedef oldu.
Şimdi dönüp geriye bakıyorum. Bir yaz güneşi altında, yedi rengin bütün çekiciliğiyle boncuk boncuk ışıldayan oynamak isteyen bir yaramaz çocuğun âkıbetine uğramışım. Bütün suçum, kendilerini arıbeyi sanan eşekarılarını tedirgin etmiş olmamdır. Syf 98

Seyyahatnâme
Hızır,
-Para olmayınca , sağlık ne boka yarar hey akılsız!… dedi.
İşte o zaman az önce söylediğim “Bir zengin olsam ben…” türküsünü ansıdım. Gelgelelim, saygımdan dilim damağıma dolanarak, Hızır Aleyhisselâma “Bir zengin olsam ben!” diyecek yerde, başımın ateşinden mi, şanssızlıktan, yoksa şaşkınlıktan mı, her nedense,
- Bir gezgin olsam ben! demişim.
Hızır bir kahkaha atıp,
_ Senin gibi şaşkına Hızır neylesin?… Zengini, gezgini birbirine karıştırırsın he kafasız! İstediğin gezgin olmaksa, haydi gez, dolaş! Tanrı seni gezgin eylesin! dedi. Demesiyle gözden yitip karanlıklarda yok oldu. Syf 13

Devamını Oku »

Yeni bir yıl daha

0 yorum


Yine yollardayım…

Öndeki arabayla mesafemi korurken, yüzelli metre ötedeki trafik ışıklarını takip ediyorum. Yolun sağından solundan kaldırımdan yola inecek yolculara dikkat ederken, en az dört araba önümdekinin fren yaptığını fark ediyorum. Dikiz aynasıyla arkayı kontrol ederken, yan aynalardan da yanıma yaklaşan motorsikletlere dikkat ediyorum.

Bir ayağım zaman zaman debriyajda diğeri gazda ama frene basmak için tetikte... Bu arada radyoda çalan müziğe tempo tutarken, arabadaki yolcularla sohbet ediyorum fakat tek sorun bunların hepsini aynı anda saniyeler belki saliseler içerisinde fark etmem, takip etmem, görmem, dinlemem ve yönetmem gerekiyor.

Hayat işte…

İşte tamda böyle bir şey hayat yolculuğu diyorum kendime, tıpkı bir arabayı kullanır gibi…

Hedefine ulaşmak için seçtiğin araba, gittiğin yol, sana eşlik eden yolcular, dostların, ailen, yol boyunca yaşadığın maceralar hepsi ama hepsi hayat yolculuğunun bir parçası.

Yollarda, dikkatli özenli, diken üstünde ama güvenle aşkla nefesinin kesildiği anlarla, mutlulukla yol almaktır yaşamak.

Pekiiii bir günümüz diğerinden farklı değilse, bu hayat yolculuğunda otomatik pilota bağlamış gidiyorsak. her sabah uyanmak için bir nedenimiz yada yaşam amacımız yoksa, paylaşmadan, içimizdeki yetenekleri keşfedemeden sıradan yaşamlarla oradan oraya savrularak yaşıyorsak o günün diğer sıkıcı sıradan günlerden ne farkı kalır?

Eğer, hayat bir yolculuksa bu yolculuğu eğlenceli hale getirmek, insanın aşkla yaptığı hedeflediği hayat amacı ile mümkün olabilir mi?

Her sabah “İyi ki yaşıyorum!”, “İyi ki bu hayattayım!” dedirtecek cinsten bir yaşam amacı…

Bir yıl daha bitiyor...

Hedefsiz, nedensiz ve mutsuz mu?

Farkındalıkla, hedefe doğru bir adım daha umutla mı?

Seçim bizim…

Yaşam bize öyle oyunlar oynar ki her seferinde yine yeniden devam etmek için bir sebep, bir amaç buluruz kendimize…

Bulmalıyız da. Bu saatten sonra demeden, azimle, tutkuyla…
Arabayla bir taşın üstünden geçer gibi sarsılarak, her düştüğümüzde yeniden ayağa kalkarak.

Yeni bir yıl daha geliyor

Sağlıkla, neşeyle, anlam yüklü, adım adım mutlulukla …

Yeni bir yıl daha…

Her yeni yıl, yeni umutlar demek, hiç bitmeyen düşler demek. Mucizelerin gerçek olması demek, yaşadığını hissetmek demek…

Yeni yılda heyecan dolu kalbinizin hep atması, aşkla nefesinizin kesilmesi dileğiyle…

Hayat yolunuz açık olsun…

Hoşçakal 2018 
Hoşgeldin 2019

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.



















Devamını Oku »

Karanlıkta Diyalog

0 yorum

“Sol el duvarda bastonlar sağda kalacak şekilde duvarı takip edelim lütfen” diyor rehberimiz, ben solum neresi diye düşünüyorum. Haraket etmeyip durunca arkadaki bana çarpıyor, benim elim ayağım birbirine giriyor.

Biraz dağınık bir başlangıç yapmış olabilirim ama yavaş yavaş toparlandım ve karanlıkta tango bile yaptım. Tabiki benim gibi sakar biriyle değil…

Karanlığın içinde görülmeyeni deneyimlemek, biraz konfor alanının dışına çıkıp panik olmak, biraz çevrendeki deneyimli rehbere güvenmek, biraz keşif, biraz empati, biraz da çözüm çabaları bu ziyaretin sebebi.

Andreas Heinecke’in başlattığı –iyi ki de bu farkındalığı başlatmış- Karanlıkta Diyalog dünya üzerinde 130’dan fazla kentte 8 milyondan fazla insanın hayatına dokunmuş.

Bundan beş yıl önce yine Karanlıkta Diyalog etkinliği deneyimim sonrası Kadıköy Belediyesinde Görme Engelliler Kütüphanesine çocuk kitapları seslendirmiştim. O zamanlar küçük oğlumu, yaşı itibari ile bu etkiliğe götürmemiştim ama ağabeyinin ve benim anlattıklarımızdan o kadar etkilenmişti ki evde gece ışıkları kapatıp ona kendi ortamında karanlıkta diyalog yapmıştık.

Düşünsenize kendi evimizde, eşyaların yerini bildiğimiz halde bile gece ışık yakmadan yürümeye çalışırken sağa sola çarpıyoruz. Bir de evdekilere söyleniyoruz. Kimin terlikleri bu odanın ortasında? Oğlum okul çantanın yeri burası mı? Bu sehpayı kim koydu buraya?

 
Bizler kendi konfor alanlarımızda bile minik tatsız sürprizlerle karşılaşıken her gün dışarıda bir çok görme engelli sokaktaki sürprizle nasıl başa çıkıyor dersiniz? Her yeni bir gün, yeni bir mücadele onlar için…

Acaba, tüm belediye çalışanlarının, çevre planlamıcılarının ve mimarların bu etkinliği deneyimlemesi birşeylerin değişimi için küçük bir adım olabilir mi?



***

Bu gün yeniden, bu sefer iki oğlumla birlikte görülmeyen İstanbul’u deneyimlemek için Karanlıkta Diyalog’dayız.

Etkinlik boyunca görme dışındaki duyularımın bana yol göstermesini bekliyorum, panik duygusunu yenmeye çalışarak. Sonunda şunu farkettim, karanlıktaki İstanbul deneyimimiz boyunca hep çocukların yerlerini kontrol ettim, elimle onlara dokundum, emin oldum rahat ve güvende olduklarından. Aslında kendini güvende hissetmeyen bendim, endişe düzeyim artmıştı.

Küçük oğlumun bu deneyimi oyuna çevirmiş ve eğleniyor olmasından rahatsız mı olmuştum? Yoksa herşeyin kontrolüm dışında gelişiyor olması mıydı beni gergin yapan? Kim bilir?

Benim gerginliğimi hissetmiş olan rehberimiz Harun Bey’in “Aslında çocuklar zorluklarla baş edebilmede daha başarılılar. Biz ise, ‘acaba ne yapar?’ diye onlar adına da endişeleniyoruz” demesi hâlâ kulağımda.

Gezimizin bir etabında Diyalog Kafe’de bildiğimiz tatları farklı algılarken, deneyimlerimizi paylaşıyoruz. Her birimiz potansiyelimizi ve limitlerimizi yeniden tanımlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi.

Yaptığımız küçük sohbetlerden Harun Beyin tango yaptığını, satranç oynadığını ve sosyoloji bölümü öğrencisi olduğunu öğreniyorum. Sinema filminden bir sahnenin, -Tango müziği eşliğinde dans sahnesinin- betimlemeli halini dinlerken, Harun Beyin profesyonel yönlendirmesiyle karanlıkta yürürken bile eli ayağı dolaşan ben -her ne kadar beceremesem de- dans etmeye çalıştım. Bu müthiş deneyim için çok teşekkürler…

Bir de bize sürprizi var, HarunBey’in. Kendisi, Turkcell’in Engel Tanımayanlar reklamında Tango yapıyor.

Eşlerden biri müziği görebiliyor, diğeri dansı duyabiliyor.

Aslında engelleri biz yaratıyoruz hayatımızda…

Hepimizin, anlayışla, nazeketle ve sevgiyle paylaştığımız hayat yolu açık olsun.

Sevgiyle Kalın

Hüma Oktay

Kasım 2018

Meraklısı için NOT: Aralık 2013’den bu yana Karanlıkta Diyalog ve Ocak 2016’dan bu yana Sessizlikte Diyalog etkinlikleri Gayrettepe Metro’da Turkcell Diyalog Müzesinde, görülmeyeni duymak, duyulmayanı görmek için devam ediyor.


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.







Devamını Oku »

İyi Okul

0 yorum


Okullar açıldı. Mutlu muyuz? Çoook…

Kimisi mini mini birler, uzun araştırmalar ve hesaplar sonucu -malum özel okullar cep yakar boyutta- 12 yıllık eğitim ve öğretim hayatına başladı. Kimisi, geçen yıl 8. sınıftan mezun olan yüz kez değişen sınav sistemiyle girdiği yeni okula - en iyi okula - liseye başladı. Yine milyonuncu kez değişen sınav sistemiyle meslek seçimlerini yapmaya çalışan üniversite öğrencilerinden bahsetmeyeceğim bile, malum mevzu derin.

Herşeyden sakındığımız gözümüz gibi baktığımız çocuklarımızın, -titizlikle yapılan araştırmalar sonucu - ücretini binbir zahmetle ödediğimiz okullara kayıtlarını yaptırdık. Ancak hâlâ şüpheliyiz, biz anne babaların nesi var?

Her Anne - Babanın amacı çocuklarının iyi bir eğitim alması.

“iyi bir eğitim”…

“iyi bir okul”…

“iyi bir üniversite”…

“iyi bir iş”…

“iyi bir gelecek”…

Böyle devam edersek bu “iyi”ler uzayıp gider…

Çocuğu okula verdik, parayı da bastırdık, herşey dahil sistem. Okulda torna gibi yontulup çıkacak, “iyi bir eğitim” almış olarak. Bu arada çocuğun gittiği okulun adı çok önemli. Bundan önce kaç öğrenci bu okuldan mezun olunca hangi liselere yada üniversitelere girmiş?… Liste hazır şak diye önünde, yıl yıl rakamsal olarak bir tablo verisi bütün çocuklar.

Pekiiiii, bu okuldan mezun olan çocuklar;

Okula ve çevresine zarar vermiş mi? Maddi yada manevi.

Arkadaşlarına karşı şiddet uygulamayan mülayim, uyumlu, sabırlı, çocuklar mı?

Doğa sever, canlıları koruyan vicdanlı çocuklar mı?

Paylaşımcılar mı?

Saygılılar mı?

Alçak gönüllüler mi?

Hayat başarıları var mı?

Derslerini, okulunu, arkadaşlarını severek mi geliyorlarmış okula?

Kısacası hayatı seven mutlu çocuklar mı?

Yok

Tabloda bu veriler yok.

Çocuklarımız için hep iyi okulları seçiyoruz. Okullar ise sınavlarla yada mülakatlarla iyi çocukları seçiyor. Sanki sürekli iyinin kazanma durumu var gibi gözüküyor.

Peki neden? Okullarda çocuklar arasında, azıcık güçlü olduğunu hisseden biraz çelimsiz gördüğünü ezme çabasında. Birbirlerinin zaaflarını kollayıp açığı yakalayan diğerini rezil etme çabasında. Fırsatını bulan diğerinin eşyasını habersiz (ç)alma çabasında. Hiç yabancı gelmedi di mi? “Bizim çalıştığımız yerde, evde, çevrede de aynı şeyler oluyor” dediğinizi duyar gibiyim. Çocuklukta başlıyor herşey, evde, evin içinde, ailede…

“Eğitim dünyayı değiştirecek en güçlü silahtır.” Demiş Nelson Mandela

Peki değerlerden yoksun bir eğitim güçlü ama tehlikeli bir silahtır diyebilir miyiz?

Merhamet yok, adil değil, dürüst değil, kibirli, öfke kontrolü olmayan şiddet yanlısı ama en en en iyi okullarda, en iyi eğitimi almış. Bir de eline yetki geçtiğinde düşünün durumu…

“Değerlerden yoksun bir eğitim faydalı olmaktan ziyade, insanı daha zeki bir şeytan yapıyor.” Demiş yazar ve öğretim görevlisi Prof. Clive Staples Levis.

Geçmişe dönüp baktığımızda tarihe adını kanlı harflerle yazdıran bu tarz insanlara rastlamak mümkün.

Değerler ailede şekillenir. “Dürüstlük” ailede bir değer ise, önce anne - baba bunu özümser ve davranışlarında sergiler ve daha sonra çocuktan da dürüstlüğe önem vermesini bekler.

Küçükken parkta her gördüğü salyangozu büyük bir zevkle çıtır çıtır ayağının altında ezen çocuk, ebeveyninden tepki görmez geri bildirim almassa, büyüdüğünde arabayla kediyi, köpeği ezer mi? Kim bilir? Çocukken yaptığı davranışların sorumluluklarını üstlenmeyen büyüyünce üstlenir mi?…

Küçük oğlum ilk okul birinci sınıfa başladığında sınıfın en ufak tefek öğrencisiydi. Tabi ki kaçınılmaz son, ondan birazcık daha iri cüsseli çocukların açık hedefi haline geldi.

Evde sürekli kendini savunma sanatı dersleri aldı ağabeyinden.
“Sen vurma ama sana vurmalarına da izin verme.” Onun mottosu oldu.

Ufak tefek olduğu için her aralıktan kaçıp kendini kurtarabilmesi bir avantaj olsa da kaçmak da bir yere kadar. Kendi gibi merhametli ve adil olan arkadaşlarıyla bir olunca birden fazla küçük çelimsiz çocuk bir tane iri çocuğu bu yaptığından vaz geçirebildi mi? Şiddetsiz iletişim ile evet… Empati kurarak, duyguları anlayarak…

Zorlayıcı şartlar altında bile insanca davranma yeteneğimizi güçlendirecek dil ve iletişim becerilerine sahip olmak bu hayattaki en büyük meziyet. Bu süreçte okuldaki rehber öğretmenlerin de büyük desteğini göz ardı etmemek gerek. Her bir öğrenci için ayrı ayrı uğraş verdiler ve aileleri de işin içine kattılar.

“İyi okul” içindeki öğrencilerle, öğretmenlerle iyi okul oluyor.

İnanıyorum ki, dünyayı, merhametli, adil ve dürüst davranışlar sergileyen eğitimli çocuklar kurtaracak…

Hüma Oktay
Eylül 2018

Bu yazı Martı Dergisi' nde yayınlanmıştır.

























































Devamını Oku »

Keşke Kadın Olsam

0 yorum
İnsan

17 yaşındaki oğlum, karşıma geçip “Eve her gün biri gelsin, sana ev işlerinde yardım etsin, sende evde bizim birşeyler yapmamızı isteme” ???

Dediğinde, filmi başa sardım.

Çocuklarım küçüklüklerinden beri mutfakta ve ev işlerinde bana yardım ederler. Kabakları oyup dolma için hazırladılar, bezelye, barbunya ayıkladılar, kek de karıştırdılar, kurabiye de yoğurdular, balkonda yıkadılar.

Artık büyüdüler, menüleri zenginleşti, el becerileri arttı. Pastırmalı omlet, domates soslu makarna, ton balıklı sandviç, sucuklu tost gibi birçok şey yapabiliyorlar yada dolapta var olanı ısıtıp yiyorlar.

Kendi başlarına kaldıklarında, okuldan geldiklerinde karınlarını doyurmak, akşam sofradan kalkarken tabağını bardağını makineye koymak, makinede hangi programda ne kadar deterjan koyarak çamaşırların yıkanacağını bilmek, odalarını toplamak, salonda yediği kek dökülünce kırıntıları süpürmek, kurutmadan çıkan çamaşırları katlamaya yardım etmek, katlananları odalarında yerlerine yerleştirmek bunlar mı zor gelmişti? Neydi değişen?

“Sorumluluklarını yerine getirirken zorlandığın zaman bizlerden yardım isteyebilirsin” ile başlayan sohbetimiz derinleştikçe toplumun benimsediği kadın-erkek rollerini ve oradan da aslında olması gereken insan ilişkilerini konuştuk. Biraz öz eleştiri yaptık. Anladım ki rol modeler yakın çevre sınırlarını aşmış arkadaşlardan seçilmeye başlanmış.

Daha dur, sana ütü yapmayı öğreteceğim oğlum!

Düşündükçe olay başka bir yana doğru yol alıyor.

Bu güne kadar erkeklerin toplumumuzda sergiledikleri davranışların sebebinin hep anneleri olduğunu düşünüyordum. Onun için ben çocuklarımı özenle İNSAN olarak yetiştirirken, bir gün bir bakmışım bütün mahalle, okul, toplum gizliden gizliye onları ERKEK olmaya doğru çekiyor.

Toplum tarafından onay gören kalıpları yıkmak çok mu zor? Kolay değil elbet, sadece kendi içsel rehberliğinin, gücünün farkına varan KADIN sayısının artması, onların yetiştirdiği kız çocuk ve erkek çocuk sayısının artması sayesinde olur bu değişim.

“Bugün kadınların yaşadığı sıkıntı erkeklerle mi ilgili? ASLINDA DEĞİL. Derdiniz erkekle değil, YANLIŞ anlaşılmış olan, tarih içinde belli art niyetlerle anlamı değiştirilmiş olan MASKÜLEN ENERJİ esas derdiniz.” (syf 28)

Demiş Aykut Oğut “Keşke Kadın Olsam” adlı kitabında. Kitapta kadınların yaradılıştan var olan özelliklerinin, nasıl üstün bir varlık olduklarının altını çiziyor. Toplumdaki baskın maskülen enerjiye rağmen farkındalıkla, gücünüzü elinize alın çağrısında bulunuyor.

Kitap, okuduğum her satırda beni kendi hayatımda zaman tüneli yolculuğuna çıkardı, anılar ve duygular içinde.

Büyük oğlumun ilk okulundaki kadın öğretmen “kız gibi niye ağlıyorsun?” dediğinde eve mutsuz gelen oğluma, duyguları ifade etmenin, acılardan kaçmak değil acıların içenden geçmek olduğunu anlattığımda daha 8 yaşındaydı.

Okulda ateşi çıkan ilk okuldaki küçük oğlumu almaya gittiğimde daha kapıda kollarımı açıp sarılıp “kuzuuum seni eve götürmeye geldim” dediğimde, “Oooo kuzum demeler sarılmalar falan, bu çocuklar böyle büyümez” diyen kadın öğretmene “Sevgiyle büyürler, sevgi güven verir.” dedim ve asla sarılmaktan vaz geçmedim.

Toplum tarafından kılıbık, light erkek yada hanım köylü laftaları yapıştırılan arkadaşlarım oldu. Ne yazık ki sayıları iki elin parmaklarını geçmez. Hala insan ilişkileri çok güçlü, özel hayatlarında da eşleri ve çocukları ile iletişimleri çok iyi. Onlar çok değerli babalar.

Aykut Oğut, kitabın sonunda henüz doğmamış çocuklarına mektuplar yazmış. Beni en çok etkileyen, duygulandıran kızına yazdığı şiir…



Bir peri masalından çıktın geldin bu dünyaya,

Kanatlarını asla bırakma.




“Keşke Kadın Olsam”… Okudukça biraz kafa karışıklığı, biraz sorgulama, düşünme, biraz geçmişe gidip objektif olarak kendini analiz edebilme ve zaman tünelinde yeni başlangıçlar için…

“Ne yaptığınız DEĞİL, nasıl bir ENERJİ ile yaptığınız sonuçları değiştirecektir.” (syf 90)
Sizce de değişim zamanı gelmedi mi?



Yazar: Aykut Oğut

Yayınevi: Doğan Novus

Sayfa Sayısı: 211


Bu yazı Martı Dergisi 'nde yayınlanmıştır















Devamını Oku »

Esneyin Yoksa Kırılırsınız

0 yorum


Yolculukların sevmediğim yanı zamanlı zamansız uyku bölünmeleri. Neyse ki başucu kitabım yanımda, sabah sessizliğinde imdadıma yetişiyor.

“Neticede tüm duygu ve düşünceler gelip geçicidir. Bir durak gibi hepimize uğrar ve hayatımızdan geçerler. Gereğinden fazla ev sahipliği yaparsanız sonra süpürgeyle kovsanız dahi gitmezler. Aynı şey zihnin yarattığı düşünceler için de geçerli tabii. Peki yönetmek için ihtiyacımız olan ana malzeme nedir?” syf 16


Hayat boyu eğitim ve gelişim için adım adım ilerliyoruz. Kimimiz iki ileri bir geri gidiyor, kimimiz olduğu yerde çakılıp kalıyor. 🤗Kimimiz ise dört nala koşuyor.

“Esneyin Yoksa Kırılırsınız” önce adıyla sonra da içeriğindeki akıcı anlatımıyla beni cezbederek başucu kitabım oldu.

Okuyup geçiyoruz ya bazen, ufakta olsa birşeyler kalıyor aklımızda işte hayat bize yaşam deneyimi olarak o aklımızda kalanları önümüze çıkartıyor, farkındalıkla yaşayalım diye.

İçinde bir çok öykü barındıran yaşamın kıyısındaki deneyimlerini harmanlayarak ilham aldığı herşeyi okurla paylaşan yazar Ayşegül Karaçivi’nin “Esneyin Yoksa Kırılırsınız” ile esnemeye başladım.
Farkındalıkla zihnimdeki kalıpları kırdıkça, bedenimin de nasıl kolaylıkla esneyebildiğini gördüm.


“Yakınlaştıkça yol netleşiyor, gidilecek hedef görünüyor, yolculuk keyifleniyor, kabullenmeyle birlikte zorluklar atlatılıyor.
İster iş hayatı olsun ister özel hayat, dümene kendiniz geçtiğinizde işte o anda tüm sorumluluk üzerinizde... “ syf 98

Yeryüzündeki herkesin, hayat boyu farkındalıkla esnemesi dileğiyle...

Devamını Oku »