İyi ki Doğdun Zeki Müren

0 yorum

Yazın bıktıran sıcaklarından sonbaharın tatlı esintisine teslim olmaya hazırlanırken manolya kokulu bir bahçede buluyorum kendimi. Döktüğü yapraklara rağmen kokusu burnumda, kulağımda ise “koklamaya kıyamam benim güzel manolyam” sözleri dolaşıyor.

Yazın uzun gecelerinin sonunda insanların önünden geçip gittiği, belki farkettiği, belkide hiç farkına varmadığı; bahçesi manolya ağaçları ile dolu şirin, sade iki katlı bir ev.
Zeki Müren Sanat Müzesi...


İlk kat onun yaşadığı zamandaki gibi restore edilmiş. Sanki odalardan birinden çıkıp bize “ Hoşgeldiniz Efendim” diyecekmiş hissi veriyor. Her eşyanın ayrı bir anısı olmalı, camın önündeki sedirde ne sohbetler olmuştur kimbilir. Köşedeki gramafonun, ortadaki sininin dili olsada konuşşa. Aynalar! En çok da aynaların anlatacakları vardır herhalde, geleni gideni görmüş, sohbetleri dinlemiştir o aynalar…

Dost sohbetleri, şarkılar sinmiş evin duvarlarına, ilk katın büyüsünden ağır adımlarla sıyrılırken ikinci kata çıkıyorum. Burası Zeki Müren yaşarken kullanmadığı bir alan olduğu için 2000 yılında Kültür Bakanlığınca Restore edilirken daha çok eserlerinin, fotoğraflarının ve ödüllerinin sergilendiği alan olarak düzenlenmiş.


Şimdi Müzeye girdiğim hissi ağır basıyor işte. Her odanın duvarları ayrı bir zaman tüneli gibi. Dostlarla birlikte, konserlerde ve ödül alırken çekilen fotoğraflarla dolu her yer. Her fotoğraf kendi içinde anlam yüklü, anın güzelliğini siyah beyaz yansıtmış benim renkli dünyama.

Plakları, ödülleri tek tek hepsinini inceliyorum, Yaptığı besteleri ve güfteleri gördükçe hafızam kendini tazeliyor onun sesinin güzel tınısı kulaklarıma bir kez daha geliyor.


Duvarlarda Zeki Müren imzalı eserleri görünce doğrusu biraz şaşırıyorum. Tüm sahne kostümlerini kendisinin tasarladığını biliyordum ancak desen tasarımı ve resimler yaptığını ve dahası bu konuda eğitim aldığını ve sergiler açtığını bilmiyordum.

Duvardaki desen çalışmasından biri çok dikkatimi çekti adıda en az desen kadar ilginç “Ağlama- Gülme- Düşün” başka söze gerek yok desen anlatır herşeyi…
On parmağında on marifet. Odalar yetmiyor verdiği eserleri katagorize etmeye.

Ağlama-Gülme-Düşün

1950 yılında henüz üniversite öğrencisiyken TRT İstanbul Radyosunun açtığı ve 186 adayın katıldığı solist sınavını birincilikle kazanmış.

İlk sahne konserini 1953 tarihinde vermiş ve sahne kıyafetlerini kendi tasarlamakla birlikte Saz heyetine tek tip kıyafet giydirmek ve sahneyi T podyum şeklinde kullanmak gibi yeniliklerle 11 yıl aralıksız sahne almış.

Yirmiye yakın filmde rol almış.

1965 yılında 100'e yakın şiirinin yer aldığı “Bıldırcın Yağmuru” adlı şiir kitabını çıkarmış.

1976'da Londra'daki Royal Albert Hall’da konser vererek bu mekânda sahne alan ilk Türk sanatçı olmuş.



Bütün servetini TSK Mehmetçik Vakfı ve Türk Eğitim Vakfı’na bağışlayacak kadar da gönlü zengin insan, Zeki Müren, sayısı 600’ü aşan plak ve kasetleri ile yaptığı beste ve güftelerle gönüllere taht kurdu ve birden “Sanat Güneşi” olarak parlayan bir yıldız oldu gökyüzünde.

Ama ben sevdiklerimi ölüm yıl dönümünde değilde doğduğu günün yıl dönümünde anmayı istiyorum. 6 Aralık 1931 de dünyaya merhaba dediği ilk günden bu yana varlığıyla, eserleriyle hayatlarımıza dokunmaya devam ediyor.

İyi ki doğdun Zeki Müren

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayımlanmıştır.






Devamını Oku »

29 Ekim 1923 / TEK ADAM / Şevket Süreyya Aydemir

0 yorum


29 Ekim 1923 Pazartesi /  Büyük Millet Meclisi Mütevazi Salonu

“__ Muhterem arkadaşlar! Halletmekte müşkülata uğradığımız meselenin sebep ve illeti bütün arkadaşlarca anlaşılmış olduğu kanaatindeyim. Kusur, takip etmekte olduğumuz usul ve şekildir. Heyeti umumiyenizin hep birden vekiller heyetini seçmeye mecbur olmanızda görülen müşkülatın halli zamanı gelmiştir. 

….

Teklifim kabule mazhar olursa, kuvvetli ve mütesanit (birbirine kaynaşmış) bir hükümet teşkili kabil olacaktır. Devletimizin şekil ve mahiyetini tespit eden ve hepimiz için bir gaye olan Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun bazı noktalarını tavzih (açıklığa kavuşturmak) lazımdır. Teklifim şudur”

Gazi Mustafa Kemal tasarısını, Meclis katiplerinden birine verir. Tasarı okunur. Gazi’nin teklifi, cumhuriyeti getirmekteydi…

….

Tartışmalar devam ederken, nihayet Meclisin sarıklı, fakat atılgan, hareketli mebuslarından Antalya mebusu Rasih Hoca (Kaplan) söz aldı. Rasih Hocanın ağır, dokunaklı ve tesirli bir sesi vardı. Açık, kesin konuştu. Sözlerini:

“__ Din bakımından da en uygun muvaffık hükümet şekli cumhuriyettir.” diye bağladı ve haykırdı.

“__ Yaşasın cumhuriyet!...”

Meclis birden dalgalandı. Herkes ayakta ve bütün mebuslar haykırışıyorlardı:

“__ Yaşasın cumhuriyet!...



Bu arada işin en hoş tarifini eski bir Osmanlı, eski bir müderrris ve Osmanlı devletinde de nazırlık ve ayan azalığı yapmış Abdurrahman Şeref bey yaptı.

“__ Hakimiyeti milliye, kayıtsız şartsız milletindir… Kime sorarsanız sonuç, bu, cumhuriyet demektir. Doğan çocuğun adıdır. Ama, bu ad bazılarına hoş gelmezmiş… Varsın gelmesin.”


Nihayet takrir oya konuldu. Bir heyet oyları saydı ve sonra Meclis reisi ve yaman bir parlamento idarecisi olan Çorum mebusu İsmet Bey (Eker) sonucu açıkladı: Tasarı müttefikan kabul edilmişti. “Yaşasın Cumhuriyet!” avazeleri bu defa daha gür, daha devamlı bir heyecan fırtınası içinde eski Büyük Millet Meclisinin küçük, mütevazı salonunu çınlattı… Türkiye, artık bir cumhuriyet olmuştu.

Kabul edilen tasarıya göre şimdi, yapılacak bir şey daha kalıyordu: Türkiye Cumhuriyetine bir reisicumhur seçmek.



159 kişi oya katılmış ve 158 oyla Gazi Mustafa Kemal oybirliğiyle Türkiye Reisicumhurluğuna seçilmişti. Çekimser kalan tek oy, Mustafa Kemal’in kendi oyu idi. Bu defa da Meclis binası:

“__ Yaşasın Gazi! Yaşasın Mustafa Kemal Paşa! 

sesleriyle uzun uzun çınladı. Gazi Mustafa Kemal, yerinden yavaş yavaş doğruldu. Sukunetle kürsiye ilerledi. Arkadaşlarına kısa, fakat açık ve özlü bir demeçle teşekkür etti. İkinci Meclisi açış nutkunda iki hedef belirtmişti: 

“1_ Devlet şeklimizin, hakiki halk devleti ve demokratik olabilmesi için tekamül,

  2_ Asri müesseseler kurmak yolunda cesaretle ilerlerken, şahsi müesseseler yoluna sapmamak…” 
 


Teşkilatı Esasiye Kanunundaki değişiklikler aşağıdaki maddelerin şu şekli almaları suretiyle sağlanmıştı.

“Madde 1 __ Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. Türkiye devletinin hükümet şekli cumhuriyettir.

Madde 2 __ Türkiye devletinin dini İslam, resmi lisanı Türkçedir.

Madde 4__ Türkiye devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin ayrıldığı idare şubelerini icra vekilleri vasıtasıyla idare eder.

Madde 10 __ Türkiye reisicumhuru, Türkiye Büyük Millet Meclisi umumi heyeti tarafından kendi azası arasından bir intihap devresi için seçilir Reislik vazifesi yeni reisicumhurun intihabına kadar devam eder. Tekrar seçilmek caizdir.

Madde 12__ Başvekil, reisicumhur tarafından ve Meclis azası arasından intihap olunur. Diğer vekiller başvekil tarafından ve Meclis azası arasından intihap olunduktan sonra, heyeti umumiyesi reisicumhur tarafından Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis içtima halinde değilse, tasvip keyfiyeti Meclisin içtimaına bırakılır. “

Kabine şöyle teşekkül etti.

Başvekil: İsmet Paşa ( Malatya Mebusu).

Şer’iye Vekili : Mustafa Fevzi Efendi (Saruhan Mebusu)

Erkanı Harbiyei Umumiye Vekili : Müşir Fevzi Paşa (İstanbul Mebusu)

Dahiliye Vekili : Recep Bey (Kütahya Mebusu)

Maliye Vekili : Hasan Bey (Gümüşhane Mebusu)

Müdafai Milliye Vekili: Kazım Paşa (Balıkesir Mebusu)

İktisat Vekili : Hasan Bey ( Trabzon Mebusu)

Adliye Vekili: Seyit Bey ( İzmir Mebusu)

Maarif Vekili : Safa Bey ( Adana Mebusu)

Nafia Vekili: Muhtar Bey ( Trabzon Mebusu)

Sıhhıye Vekili : Refik Saydam Bey ( İstanbul Mebusu)

İmar, İskan Vekili: Mustafa Necati Bey ( İzmir Mebusu)


Tek Adam / Şevket Süreyya Aydemir / 3. Cilt 1922-1938 /Remzi Kitabevi

Devamını Oku »

Sinema Televizyon Müzesi

0 yorum


Geçmişe giden zaman makinesi icat edilseydi eğer, en çok hangi zamana gitmek isterdiniz?

Cevap; yaşa, cinsiyete kişinin yaşanmışlıklarına, ilgi alanlarına göre değişir elbet. Herkesin takılı kaldığı bir zaman dilimi vardır. Merak ettiği, görmek istediği. Ben sessiz film dönemini merak ederim mesela. Özellikle şimdilerde dijital çağda kamera arkası görüntülerini gördükçe, 1860’larda yeni keşfedildiği yılları daha çok merak ediyorum doğrusu.

Teknolojinin son sürrat ilerlediği bir zaman dilimindeyiz Yeni çıkanı algılamaya çalışırken bir üst modeli ortaya çıkıyor. Biz daha en baştan 1-0 yenik durumdayız.

Çocukluğumun renkli dünyasının siyah beyaz fotoğraflarına bakarken 9 yaşındaki oğlumun sorusu beni nerelere götürdü. bir bilseniz;

“Bu fotoğraflara bilgisayarda bakarken de böyle siyah beyaz mıydı?” anne.

Çocuk haklı, gözünü açtı dijital makine var. Her çektiğimizi anında gösteriyoruz. Bilgisayardan yüzlerce fotoğraftan beğendiklerimizi seçip bastırıp albüme koyuyoruz. Hal böyle olunca yolumuz mecburen Beyoğlu’nda bulunan TÜRVAK Vakfının açtığı Sinema Televizyon Müzesi’ne doğru gidiyor.
Moviola marka 35mm’lik

“Bu müzede neler var ki?” demişti ilk içeri girerken.

“Sinema, televizyon ve fotoğraf ta kullanılan filmler var” dedim. İlk aklıma geleni söyledim. Ama


beni bekleyen süprizleri bende bilmiyordum doğrusu. 

Bana soru işareti gözlerle bakarken müzede ilk bulduğum film negatiflerini gösterdim. “1950’lerden kalma Moviola marka 35mm’lik Hollywood’un ünlü senkron, montaj ve eşleme cihazı” üzerindeki filmin negatifini birlikte inceledik.

Her salon kendi içinde bir hikaye barındırıyor. Sinema, Televizyon , Tiyatro ve Balmumu Müzesi bölümleri var. Biz en çok Televizyon bölümünde takıldık.

TV kameraları, kayıt cihazları, siyah beyaz dönemi sinyal tabelaları, 70’li yılların stüdyo monitörleri, TRT’nin ilk siyah beyaz ve renkli kamerası, video kaydediciler, özel efekt cihazları (ağır çekim, hızlı çekim), stüdyo ve aktüel kameralar sergileniyor.

Sinema katında, Muhsin Ertuğrul’un ilk sesli çekim yaptığı kamera (İstanbul Sokakları / 1933) sergilenenler arasında en dikkat çekici olanı.

Optik kayıt cihazı
Sinema filmi çekimlerinde kullanılan kamera ve ışıklar, kurgu eşleme, film kopya, bant okuma, tele-sine, projeksiyon, developman (film banyo cihazı) gibi cihazların yanı sıra sualtı kamerası ve tek çekimlik fotoğraf makineleri de bulunuyor.

Bir sonraki en çok önünde durduğumuz makine “Türkiye’ye ilk gelen optik kayıt cihazı. Sesi fotoğraf olarak tespit edermiş, direkt kayıt bu cihazda yapılırmış.”
Biz şaşkınlık içinde herşeyin üzerindeki açıklamayı okuyoruz.
Hayran hayran makineleri inceliyoruz. Böylece, oğlumun soruları eşliğinde tüm cihazları incelemiş olduk.

Sıra geldi Balmumu müzesine, benim için çocukluğumun kahramanlarının bir arada olduğu yerdi burası. Adile Naşit’i Hababam Sınıfı filmindeki rolüyle, Sadri Alışık’ı Turist Ömer filmindeki rolüyle görünce zaman tüneliyle çocukluğuma döndüm adeta.

Sinemanın unutulmaz karakter oyuncularının; Kemal Sunal, Sadri Alışık, Adile Naşit, Belgin Doruk, Ayhan Işık, Yılmaz Güney, Öztürk Serengil, Hulusi Kentmen, Vahi Öz, Necdet Tosun ve Feridun Karakaya ve daha nicelerinin balmumu heykelleri vardı burada.

Katlar arası gezmeye devam, Tiyatro bölümüne geliyor sıra.

Tiyatro bölümünün olmazsa olmazı , Türkiye’de tiyatronun meslek olarak kabul edilmesini sağlayan Muhsin Ertuğrul’un kişisel eşyaları bu salonda sergileniyor.

Muhsin Ertuğrul’un Dragos’taki evinde bulunan çalışma masası, yağlı boya portresi, şahsi eşyaları, eşine ve Beklan Algan’a yazmış olduğu vasiyetler, şapkaları, takım elbiseleri, daktilosu, çalışma koltuğu, özel çalışmaları; kostümleri ve balmumu heykeli.

Odalar arası geziyoruz her oda başka bir dünya. Gezdikçe, Orta Oyunu ve Karagöz-Hacivat bölümleri; Darülbedayi’nin afiş, belge ve fotoğrafları; Vala Somalı karikatürleri, İsmail Dümbüllü’nün balmumu heykeli ve Mengü Ertel afişleri karşıma çıkıyor.


Diğer tarafta Türk Tiyatrosu’nun Osmanlı’dan (Gedikpaşa Tiyatrosu), Darülbedayi’den günümüze 260 yıllık tarihini belgelerle gözler önüne seriyor bu salon. En çok dikkatimi çeken Fransızca, Osmanlıca ve Türkçe el ilanları oldu.

Ödüller, eski tiyatro dergileri, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın imzalı maaş bordroları, masklar, biletler ve afişler hepsi bu salonda.

Her katta birden çok oda var ve her oda adım attıkça insanı içine çekiyor, Tarih yapraklarında gezindiğinizi hissediyorsunuz hemde üç boyutlu olarak.

 Ben ve oğlum ilgiyle belkide biraz merakla her metrekareye düşen eşyayı inceliyoruz, önünde yazan açıklamayı okuyoruz. Bazen oğlum kafasında zamanı oturtamıyor

“Bunlar varken sen doğmuşmuydun” diyor.

Ben de “Değil ben, deden bile dünyada yokmuş daha diyorum.” Tepkisi çok oluyor o zaman. “Vaaay o kadar eski yani”
 "Eski değil, tarihi ve değerli”...

Biz bugün kendi zaman makinemizi yaptık ve bir geziye çıktık. İnanıyorum ki hayal etmeye devam eden, hayallerini gerçekleştiren insanlar var oldukça bu geziler çoğalmaya devam edecek.

Sevgiyle kalın

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.






Devamını Oku »

Küçükkuyu

0 yorum



Yürüyerek tırmandığımız ağaçlıklı yol nihayet son buldu.

Karşımıza çıkan–sonradan onun sunak olduğunu öğrendiğim- devasa kayanın yanından yukarı doğru üçer beşer hızla çıktığım kayadan oyulmuş merdivenlerin sonunda, benim için zaman havada asılı kaldı sanki…

Kanım daha yavaş akmaya, etrafa daha huzurlu ve kendinden emin bakmaya başladım. İnsana özgürlük hissi veren bir yer. Gözümün görebildiği ve daha ötesine, mavinin ve yeşilin tüm tonları özenle serpiştirilmiş adeta.

Ve hak verdim. Yunan Mitolojisinin en güçlü Tanrısı olarak bilinen Zeus, çok doğru bir yer seçmiş, Truva Savaşını yönetmek için.

Zeus Altarı, sunağın arkasında tepeden herşeye hakim,

Zeus’un Truva savaşını yönettiği yerdeyim.

Bu yaz, kurra çektim “Küçükkuyu’daki tarihi ve doğal tüm mekanlar zaman ve imkan yettiğince gezilsin” yazıyordu.
Eeee durur muyum? Hemen kolları sıvadım.

Şaka bir yana, uzun zamandır planladığım bir türlü zamanlama ayarı yapamadığım Dedetepe Ekolojik Çocuk Kampı bu geziye vesile oldu.

Kamp sırasında gittiğimiz yerlerin dışında bir kaç yerde ben ilave ettim. Kısa ama yoğun bir gezi oldu bizim için.
Geziye biraz da macera katmak istedik, kayaların tepesinden atladık.

Siz de tatlı suda yüzmeyi tercih ederim, mümkünse buzzz gibi olsun diyenlerdenseniz? Küçükkuyu’ya hayat veren Mıhlı Şelalesinin çevresinde doğayla içiçe kayalardan serin sulara atlayabilirsiniz.


Mıhlı çayının yolu üzerinde karşınıza çıkan bir diğer doğa harikası yer ise Başdeğirmen mevkii. Eski bir değirmen ve Roma döneminden kalan kemerli köprü gökyüzünü kaplayan ağaçların dalları arasında manzarayı tamamlıyor. Suyun soğukluğu mu? Tabiki buzzzz gibi.

Bir sonraki durağımız,  anayol üzerinde  gözüme çarpan Adatepe Zeytinyağ Müzesi oldu.  Tarihi sabunhane binasını restore edip, çevre köylerden zeytin, zeytin yağ ve sabun üretimine ilişkin tüm araç ve gereçleri de burada sergilemeye başlamışlar. İki katlı mini müzede eski zeytinyağı presleri, zeytin toplama aletleri, taşıma ve saklama kapları, sabun yapımında kullanılan kazan ve geleneksel yöntemlerle sabun yapım tekniği görülebilecekler arasında.

Müzede en çok dikkatimi çeken zeytinyağ çıkarma aletlerinin maketleriydi. Dr. Atıf Atilla‘nın 1940’lı yıllarda 15 milyonu aşkın zeytin ağacını dağlardan söküp Anadolu köylüsüne tanıtma çabası sırasında yaptığı yolculukta gördüğü, kimi antik çağlardan kalma kimi halen kullanılan yüzlerce yağhanedeki sistemlerin özenle yaptığı maketlerini müzeye bağışlaması, biz ziyaretçiler açısından büyük şans doğrusu.

Tarihi yüzyıllar öncesine dayanan Zeytinin hayatımızın bir parçası olma hikayesini keyifle izleyebileceğiniz bir yer Adatepe Zeytinyağ Müzesi.

Bu keyifli gezinin hemen ardından, Müzenin arka sokağında deniz kenarında verdiğimiz keçi sütünden yapılmış dondurma molası keyiflere keyif kattı doğrusu.

Yola devam, şimdide denize girmek için Behramkale yolu üzerinde Limantaşı koyunda mola veriyoruz.

Denize girmek için bir diğer seçenek de, Midilli’den yaralı olarak dönen Osmanlı kadırgalarının tedavi edilip dinlendirildiği Kadırga Koyu.

 
Akşam güneş batmaya yakın, gezimizin son durağı Behramkale ve Assos Antik kenti. Behramkale’nin dar sokakları arasında Assos Antik kente doğru tırmanışa geçtik, sağlı sollu minik dükkanlar, tezgahlar ve herbirinde el emeği göznuru eserler var.

 Assos tepeden denize hakim, bir liman kenti. Hal böyle iken tarih boyunca herkesin gözü bu kente olmuş. Lidya, Pers, Pergamon, Roma derken Orta Çağda terkedilmiş.

Yinede Mitolojide Zeus’un çok sevdiği kızı, sanat, strateji ve barış tanrıçası Athena’ya ithaf ettiği Athena Tapınağı Assos Antik Kentin en güzel yerinde salınmaya devam ediyor.

Antik Çağ'ın büyük düşünürlerinden Aristo’nun bu kentte üç yıl yaşamış olduğunu ve burda felsefe okulunu kurduğunu öğrenince bu kente daha çok kanım kaynadı.


Güneşi bu nefis manzara eşliğinde batırdık. Güneş, deniz, muhteşem manzara ve huzur...












Devamını Oku »

SARTRE’İN LAVABOSU

0 yorum


Büyük Yazarlardan Tamirat İşleri Elkitabı

Yaz sıcağı, içim bunalmış, sıranın bana gelmesini bekliyorum. Şu klimalarda olmasa bu bekleme hali hiç çekilmez. Canımın sıkkınlığını eğlenceli kitaplarla bastırmaya çalışıyorum. Biraz fazla abartmış olabilirim gülümsememi ama beni sesli gülme eylemine doğru iten, çevremde oturan insanlar değil, elimdeki kitap.

Bu yaz ki eğlenceli kitabım. “Sartre’in Lavabosu Büyük Yazarlardan Tamirat İşleri Elkitabı”. Sizde benim gibi sesli tepki sevenlerdenseniz bu kitabı yalnızken okuyun derim. 

Mark Crick, Edebiyat tarihinin ödüllü, tescilli, onaylı 14 dev isminin en ünlü yapıtlarını günlük hayatımıza uyarlamış ve ortaya birbirinden güzel, kahkahalarla güldüren hikayeler çıkmış, üstelik en az yazarlar kadar usta ressamların stilinde keyifli çizimlerle…

Turner stili “Banyo Suyu İzolasyonu” ve Da Vinci stili “Lavabo Pompasının İcadı” çizimlerini görünce, Edebiyatın ödüllü yazarları, evlerindeki tamirat işlerini anlatan “Kendi işini kendin yap” kılavuz kitabını kaleme alsalardı nasıl olurdu ? Diye düşünmeden edemedim.

Evinizde tamirat işleri mi var? Tarzınızı belirleyin, malzemeleri hazırlayın…



Mesela, Ernest Hemingway yaşlı adam için Picasso stili duvar kağıdı yapıştırma yöntemlerini veya Milan Kundera dikizlenmeyi göze alarak pencereye Kertesz stili Kırık Cam takmayı yada Fyodor Dostoyevski, bahçe makasıyla kestiği fyansları banyoya Mayakovski stili işçi‘nin nasıl döşediğini ve Emily Bronte, Van Gogh stili soğuk radyatörün havasının nasıl alınacağını yazsaydı, öğrenmek istemez miydiniz?

Bu kitabı, “dayanılmaz hafifliği” beni kendimden geçirip ve “uğultulu tepeler” de bir gezintiye çıkaracağı iddası üzerine almıştım. Gülerken gözünüzden yaş gelecek dememişlerdi ama…

İşte size kitabın bazı bölümlerden bir kaç alıntı ; keyifli okumalar.



Haruki Murakami ile aşkla badana yapın

Araçlar

5 numara badana fırçası
badana rulosu
2 numara kaba fırça
macun ıspatulası

Malzemeler

2,5 lt beyaz boya
5 lt mavi boya
2 lt beyaz parlak boya
astar
zımpara kağıdı
macun

“Aoko – ismi mavi anlamına geliyordu- belinden bağlı beyaz bir manto giymiş, saçları neredeyse masaya kadar iniyordu. Floresan lambaların altında bile iyi görünüyordu. Üniversite paramı insanların evlerini boyayarak kazanmıştım ve yardım etmeyi teklif ettim ona. Öyle güzel görünüyordu ki, eğer hayatımda bir kutu boya görmemiş olsaydım bile, yine de teklif ederim. O sırada reddetti, ama bir kaç ay sonra, onu caz kulübünde tekrar gördüğümde teklifin hâlâ geçerli olup olmadığını sordu. Hâlâ harika görünüyordu ve teklif hâlâ geçerliydi.”

Marguerite Duras ile damlayan musluğu onarın;

Araçlar
Ingilizanahtarı

Malzemeler
Conta

“ Adam mekanizmayı musluğa tekrar yerleştirir, sıkar, mekanizmayı parlak bir metal kaplamanın altında gizleyen halkayı takar, eğilip ana vanayı açar. Gökyüzündeki son ışık da gider, karanlıkta suyun tekrar borulara dolduğunu, contanın altındaki basıncın yükseldiğini duyarlar birlikte. Adam doğrulur, musluğu açar, musluğu kapatır. İzlerler. Beklerler. Hiçbir şey damlamaz. Hiçbir şey akmaz. Herşey durmuş, her şey tutulmuştur.

İngilizanahtarını alet çantasınıa koyar. Adam kadına bakar.
- Ağlıyorsun.
- Ağlıyor muyum?”
Sessizlik...


Edgar Allan Poe ile tavan arasına tahta döşeyin;

Araçlar 
Çatal çekiç
Bıçkı

Malzemeler
Zeminlik sunta
Çivi
Tahta tutkalı

“Üstünde son yolculuğuma çıktığım, o fethedilmez kalenin zeminini döşeyeli beri uzun günler geçti. Çatı kirişinden düşünce kırılan bacağım doğal olmayan bir açıda, yatıyorum: Karanlıkta iki misli kör; parmaklarım her bir ek yerini ve çiviyi tırmalayıp kurcalamaktan duyarsız, gözlerim karanlıkta lüzumsuz.”  


Jean- Paul Sartre ile bulantı yaratacak kadar kötü tıkanmış lavaboları açın

Araçlar

Pompa
Kova
Tel
Bez

Malzemeler
Yok

“Paketinden çıkartılmış nesne tezgahın üstünde, lavabonun yanında duruyor. Tahtadan bir sapa takılmış lastik bir yarıküre. Kendimi sanki her şeyin rüya olmadığına inandırmak ister gibi musluğu açıp bekliyorum. Mutlu bir gurultu yok, borudan aşağı hızla akıp gözden kaybolarak aşağıda ki komşuların dairelerinin içinden geçen su sesi yok. Hayır, su lavaboda birikiyor.”



Anais Nin’le birlikte panel kapıları +18 gibi boyayın
Araçlar

Tornavida
Fırça

Malzemeler
Astar

“Fırçanın her bir darbesini, sanki kılları kendi tenine sürtüyormuşçasına algılıyordu. Boyanın içindeki her hareket minicik akımlar ve girdaplar oluşturuyor, bunları kanında hissediyor, boyanın içinde kaybolmalarını izliyor ve o kadar çekici buluyordu ki, dokunmayı arzuluyordu.”




















Devamını Oku »

Kampa gidelim mi baba?

0 yorum



Son iki yıldır düzenli olarak doğada kamp yapmanın çadırda yatmanın nasıl olacağını düşünüp duruyorum. Araştırıyorum, evdeki ahaliyi yokluyorum. Nelerden vaz geçemeyiz? Sınırımız nedir?
Yaşamadan bilemeyiz deyip 9 yaşındaki oğlum ve ben yola çıktık. Çok hazırız biz bu kampa!

Tüm hayal gücüm, oyunlarım, masallarım cebimde. Kamptaki çocuklarla eğleneceğiz, ben çok hazırım. Aylar öncesinden hazırım hatta.

“Hayat sen plan yaparken başına gelenlerdir”

Kamptan iki gün önce, gelecek korkularım endişelerim hortladı yeniden. Bu kampa gelirkenki heyecanımın yerini aldılar. İçi boşaltılmış gibi zoraki gittim kampa. Planladıklarımı yapamadım ama içimdeki fırtınaları dindirip doğanın beni iyileştirmesine tanık oldum.

Küçükkuyu, Dedetepe Ekolojik Çocuk Kampı, yaklaşık 5 yıldır yapılan bir kamp. Sevgili Ayça ve Alpay Oğuş, çocuklar için bu kampı organize ediyorlar. Fikirlerine, emeklerine sağlık. İsmi sizi yanıltmasın sadece babalar ve çocuklar yok bu kampta tüm aile fertleri var. Ayça’nın “Benimle oynar mısın anne?“ etkinliğinden sonra çocukları büyüyünce Alpay’ın “Kampa gidelim mi baba?” etkinliği başlamış. Yaşasın Doğa - Macera …


Bu arada, kamp alanı sanıldığı gibi mahrumiyet bölgesi falan değil, sadece alışkanlıklarımızı kısa bir süreliğine terk edip yeni deneyimler kazanacağımız bir yer. Bir de unuttuklarımızı hatırlayacağımız…

Kimisi vejeteryan beslenme konusunda zorlandı. Kimisi toprağa yalınayak basma konusunda. Kimisi de tuvaletleri ortak kullanma konusunda zorlandı. Ben mi? Ah ben, doğanın seslerini geceleri kabul etme konusunda zorlandım. Sadece geceleri…



Gece, şırıl şırıl akan derenin yanında vıraklayan kurbağalarla başlıyor ve cırcır böcekleri bu orkestraya katkıda bulunuyor. Bu arada çocuklar yatmış büyükler ateş başında sohbet ediyor oluyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde kampın çevresine (çitlerden içeri giremedikleri için ) gelen köpekler havlamaya başlıyor, bu durumda kamp alanı içindeki köpeklere cevap hakkı doğuyor, doğal olarak. Tabi bu sesler sabaha kadar aralıklarla devam ediyor diye düşünüyorum, zira her uyuyup uyandığımda sesleri yeniden duyuyorum. 5.15 de öten horoz ile gece konseri nihayet son buluyor, çevre sessizliğe bürünüyor. (Dere şırıltısı hariç ama artık ben o sese alıştım) Sekize kadar deliksiz uyuyabiliyorum çünkü 8.30 da “kahvaltı hazır” diye koro halinde bağıranların arasında bende olmak istiyorum. 

Kamp boyunca çocuklar ayrı masada oturup yemek yediler, oğlumun yemez dediğim bir çok şeyi tabağına alıp yediğini de gördüm. “Bu akşam yemekte görünmez yemek var anne” deyip boş tabakla oturduğunu da!

Her öğün bulaşıklarını kendi yıkadı. Siyah horozun kovalamalarını göze alarak, folluklardan yumurta almayı öğrendi. Her yaştan bir çok arkadaş edindi. Kendinden küçüklere sabır göstermeyi öğrendi. Kamp boyunca çeşit çeşit çekirge yakaladı, inceledi herkese tek tek gösterdi, onlara isimler taktı ve serbest bıraktı. Çekirgelere fısıldayan çocuk olarak nam saldı.

Derenin içinden yürüyerek geçtik. Kâh toz toprak, kâh ağaçlı yollardan yürüdük sonunda şelaleye vardık ve kayalardan buz gibi suya atladık. Şelale yollarında atılan cam ve pet şişeleri birlikte toplayarak kampın geri dönüşüm alanına taşıdık. Karpuz kabuklarını beyaz ata götürdük, yanlış anlaşılmasın üzerinde prens yoktu biz sadece atı besledik. Dolunayda yoga yaptık. Kara bir kedi o gece bize eşlik etti. Kimimiz mutfağa girip marifetlerini sergiledi, afiyetle hep birlikte yedik. Kimimiz el becerilerini paylaştı keyifle, etkinlik alanını boyadık çocuklarla, resimler yaptık. Firari tavukları bile yakalayıp kendi güvenli alanlarına geri koyduk.

Akşamları ateş başında doğal, beslenmeyi, organik tarımı, permakültürü konuştuk, evimizdeki zehirli kimyasalları konuştuk. Bireysel olarak ne yapabiliriz? Elimizden ne gelir? Zamansız sohbetler yaptık…
Birlikte çok eğlendik, birbirimizden çok şey öğrendik ve çok güzel dostluklar kurduk.

Kampa gelirken ön yargılarım, korkularım, gelecek endişelerim cebimdeydi. Dönüşte içimde uçuşan yeni heyecanlar ve cebimde yeni deneyimler vardı.

Sonunda Dedetepe Çiftliğinin, duvarda resmi bile oldu, bizden hatıra. 

Kamp bir hafta sürdü bana daha uzunmuş gibi geldi Hatta kampta yapılacak daha çok iş var bir ara yine bu kampa gelmeliyiz diye düşünüyorum.

17-23 Temmuz Dedetepe Ekolojik Çocuk Kampı katılımcıları, çalışanlar, kurucular, gönüllü çalışanlar ve doğal kamp sakinleri her şey için çok teşekkürler. Keyifli bir hafta geçirdik eminim bir gün bir yerde mutlaka yeniden biraraya geleceğiz. 



Bu yazı Martı Dergisi'inde yayınlanmıştır.






































Devamını Oku »

Geri dönüştürebildiklerimizden mi yoksa geri dönüştüremediklerimizden misiniz?

0 yorum


-Anne biliyor musun? Ben büyüğünce çöp kamyonu kullanacağım...

-Hem çok havalı arabaları var hemde o çöpleri nereye götürüyorlar çok merak ediyorum.

Adına ne derseniz deyin, ortak adı ÇÖP. Geri dönüştürülebilir, imha edilebilir, organik yada inorganik, evsel, kimyasal, endüstriyel yada tıbbi ve hatta tehlikeli...

İşte, bundan yıllar önce bizim çöp maceramız böyle başladı. Aslında çöplerin gittiği yerde imha edilmelerinden çok geri dönüştürülebilir olanlar daha çok ilgisini çekti 3 yaşındaki oğlumun. Ortak araştırma yaparken yıllar içinde sorumluluk bilinci yüksek, kuralcı, takıntılı, deli bir kadın olarak projeyi en ince ayrıntısına kadar detaylandırdım. Bu konuda hem fikir olduğumuz birlikte araştırma yaptığımız, en az benim kadar sorumluluk bilinci yüksek benden daha çılgın bir kız kardeşim var.

Önce kendi evlerimizde ki çöpün bekçisi olduk.

-Yine birileri dondurma yemiş poşetleri ayrı, tahta çubuğu ayrı atması gerekiyordu. İkisini de aynı kutuya atmış. Kim acaba?

Sonunda bizim evdekiler birden fazla oluşan çöp kutularımıza alıştılar. Bizde yakın akraba eş dost ve arkadaşın evine terfi ettik.

Dedim ya benden daha çılgın bir kız kardeşim var diye. Bu geri dönüşüm, atıkları ayrıştırma konusundaki kendi evinin dışında gösterdiği performans takdire değerdi. 40 yaş doğum günü partisinde biz de ona Miss Recycle (geri dönüşüm güzeli) unvanını verdik.

Önceleri kağıt, cam, plastik, metal diye başladık evde ayrıştırmaya, sonra piller , mavi kapaklar devreye girdi. Bunlara cips paketleri, kuru bakliyat yada makarna poşetleri eklendi.

Son olarak evde yıpranmış, eskimiş kullanılmayacak durumda olan giyim, temizlik bezi vb. kumaşları tekstil atığı olarak toplayan H&M giyim firmasının kampanyası katıldı. Bu geldiğimiz son nokta derken elektronik atıklar devreye girdi. 

Çocukların pilli oyuncakları, eski telefonlar, küçük ev aletleri, televizyon, çamaşır makinesi buzdolabı gibi ömrü tükenmiş elektronik eşyalar, saatler, ömrünü tamamlamış bilgisayarlar, CD’ler, bitmiş tonerler... ve daha sayamadığım elektronikler. 

Derkeeeeen sonunda evimiz atıkların toplanma merkezine döndü. Bizde, Geri Dönüştürülebilir Atıklar Sorumlusu olduk. Her evde mutlaka kadro açığı vardır, duyurulur.

İşin zor kısmı, biriktir tasnifle at. Biriktir tasnifle at. Arabanın bagajında sürekli torbalar var ve evde ayrıştırılmış atıklar. 

Ta ki evime yakın olan süper markette geri dönüşüm için bir köşe hazırladıklarını görene kadar. Evde biriktirdiğim plastik, kağıt, cam ve pil için kutular mevcut. En son gittiğimde kullanılmış sıvı yağ için bir kutu ve elektronik atıklar içinde danışmada bir yer ayarlamışlar. Her markete gittiğimde elim kolu dolu gidip dolu dönüyorum.

Ne demişler “Giderken götür. Gelirken getir”

Her gün yeni şeyler öğreniyorum, öğrendikçe de dehşet içinde kalıyorum.

Cam atıklar, doğada en geç kaybolan ürünmüş ve eriyip yok olmaları 4000 yıl sürüyormuş...

Neyse ki camın sonsuz bir döngü içinde yapısında bozulma olmadan geri dönüştürlebilir olan tek madde olduğunu öğrenmek içime su serpti.

Plastikler en az 1000 yıl

Bebek Bezi; 550 yıl bebeklerin en az 2 yaşına kadar bez kullandıkları düşünülürse, insanın daha yürümeye başlamadan doğaya verdiği zararı hesaplamaya nereden başlamalı? Bilemedim.

Pet şişeler; 400 yıl Hani o yol kenarlarına içip fırlatılan pet şişeler.

Alüminyum; 100 yıl

Çakmak 100 yıl

Metal Kutu içecekler 10 yıl

Sakız 5 yıl. Şekeri gidene kadar çiğne sonra at. Onun doğada yok olma çabası 5 yıl... son bir yılda kaç kg sakız çiğnemişimdir diye düşünmeden edemedim.

Sigara İzmariti 1 yıl,

Gazete 3 ay

Döngü içinde bir çok şey toprağa karışıyor ve doğa kendini yeniliyor. Biz insanlarda doğanın toprakta, suda yada havada çabucak eritemeyeceği şeyler icat ederek, çok fazla zararlı atık, yabancı madde atarak doğanın döngüsünü bozuyoruz. Bu durum bir nevi ayağımıza sıkıyoruz hissi uyandırıyor bende.

2016 yılının başında dünya nüfusunun 7 milyar 391 milyon 68 bin olduğu ve her saniye ortalama 2,6 kişilik artış kaydettiği düşünülür ise,

“Amaaaan bir kereden birşey olmaz” yada “Herkes ayrıştırıyor çöpleri bir ben yapmıyorum benimkini de doğa eritiversin” diyenler yoktur işallah diye düşünüyorum.

Ziraa sırf camların doğada erimesinin 4.000 yıl sürdüğünü öğrenince matematiksel olarak çöpün büyüklüğünü hesaplamaktan korktum.


Bununla birlikte yeniden dönüştürülebilen maddelerin tekrar ham madde olarak kullanılması büyük miktarda enerji tasarrufunu mümkün kılıyormuş. Bu da sevindirici bir haber.

Örneğin bir ton atık kâğıdın kâğıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesinin önlenebilmesi gibi.

Bir de çöplerden elde edilen yani evsel atıkların modern yöntemlerle işlenmesi yoluyla elde edilen biyogazın kullanımı var. Hem ısınma hem de elektrik üretimi için kullanılıyormuş. Bunun için Dünyada ki en iyi örnek İsveç. Atık çöpün enerjiye dönüştürülmesi, geri dönüştürlebilir olanların ayrıştıtılması o kadar sıkı takip ediliyormuş ki, şimdilerde İsveç artık bir çok Avrupa ülkesinden Norveç, İngiltere ve İtalya gibi çöp ithal etmeye başlamış. Darısı bizim başımıza…

Türkiye’de ayrıştırma işlemi İsveç’deki gibi evlerde başlamıyor malesef. Çöp ayrıştırma tesislerinde çalışanların işleri zor.

Bununla beraber Geri Dönüşüm adına Türkiye‘den de sevindirici haberler var.

Çöpten elektrik enerjisi üreten belediyeler kervanına İstanbul’un ardından Ankara, Adana, Malatya, Mersin, Konya, Isparta da katılmış. Daha adını sayamadığım bir çok belediye bu konuda tesisler kuruyor.

Türkiye’de her gün 76 bin ton çöp üretiliyormuş. Bu da kabaca bir hesapla kişi başına günde 1 kg çöp oluşturduğumuzu gösterir.

Artık neye elimi atsam sonunda geri dönüşüm olarak hangi kategoriye gireceğini düşünüyorum.

Kafamda deli sorular. Oynatmaya az kaldı doktorum nerede?

Çevre ve Orman Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü’nün 2009 da yayınladığı “Evimizdeki Tehlikeli Atıklar El Kitapçığı’nı buldum. 35 sayfa madde madde alenen yazmış. Durur muyum hemen paylaştım, kız kardeşimle…

Oje ve oje çıkarıcıların, ampullerin özelliklede flüresan lambaların içindeki cıva maddesinin, tarihi geçmiş tıbbi ilaçların, saç jölesi, saç ve oda spreylerinin, yapıştırıcı ve tutkalların evsel tehlikeli atık statüsünde olduğunu ve suya, havaya ve toprağa karıştıklarında büyük zararlar verdiklerini öğreniyoruz. Sadece doğaya mı? İnsanlara verdiği zararlar da bir bir sayılmış.

Eeeee biz rengarenk ojeleri tırnaklarımıza sürüyoruz, avuç avuç jöleleri saçlarımıza…

Evsel tehlikeli atıkların herbirinde de bertaraf edilmeleri konusunda aynı cümle yazıyor.

“Belediyenin evsel tehlikeli atıkların yönetimi çalışması kapsamında toplanmalı ve lisanslı geri kazanım/bertaraf tesislerine gönderilmelidir.” deniyor.

Bitmediiiiii, biriktir tasnifle at. Biriktir tasnifle at. Yaşasın daha temiz bir dünya…

Yoksa siz, geri dönüştüremediklerimizden misiniz?
Bu da benim Geri Dönüşümde Geldiğim SON Nokta 



Yararlanılan kaynaklar ;

1) Çevre ve Orman Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü “Evimizdeki Tehlikeli Atıklar El Kitapçığı

2) Geri Kazanım ve Rafineri A.Ş.

3)  Kadıköy Belediyesinin AEEE merkezi (Atık Elektrikli ve Elektronik Eşyalar )

4) Geri Dönüşüm Otamatı

5) Exitcom Recycling Ltd.

6) Enerji Atlası

Türkiye'de bulunan 70 Biyogaz, Biyokütle, Atık Isı ve Pirolitik Yağ Enerji Santralleri

7) Enerji için çöp ithal ediyor

8) Çöpten enerji elde eden 11 il.


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.














Devamını Oku »

Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde

0 yorum

Vatikan’da bir ressam, üstelik kadın, üstelik başka dinden…


O hem Paris’te Louvre Müzesinde, hem New York ‘ta Sanat Galerisinde hemde İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde…

Sanatıyla örnek, tutkulu ve cesur bir kadın…

Dünyada bu kadar başarılar elde ederken kendi ülkesi için birşeyler yapmadan durur mu?

1914 yılında kadınlar için güzel sanatlar eğitimi veren, İnas (Kız) Sanayi Nefise Mektebi ‘nin kurulmasında çok emek sarfetmiş Mihri Hanım. Cumhuriyetin ilanından sonra bir Türk ressam tarafından yapılan ilk Atatürk portresi de ve Türkiye’de yapılan ilk mask çalışması da yine Mihri Hanım’a ait.


“Mihri Hanım bir kaç kuşak büyük gelmiş hem kocasına hem onun ailesine hem de kendi ülkesine. İnsan kendisini seçer gibi doğacağı çağı seçemiyor ne yazık ki.”


Dört ülke, dört dil, kayıtlarda gözüken yüzlerce tablo, onca yaşanmış zorluklara rağmen elde edilmiş sessiz sedasız büyük başarılar…

Emre Caner’in kaleme aldığı “Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde” kahramanını kendi zaman diliminde adım adım kovalayan bir yazarın hikayesi aslında. Mihri Hanım’ın hayatını, başarılarını, hayal kırıklıklarını, aşklarını anlatıyor. Birde arada ip uçları vererek beni merakta bırakıyor araştırma yapıp devamını ben öğreneyim diye.

Merak tüm kapıları aralar…

“Aralık 1928 Cumhuriyet gazatesinde metinden çok fotoğrafa takılıyor gözüm. Mihri Hanım otoportresinin önünde poz vermiş. Elinde fırçası, başında 1920’lere has şık şapkasıyla görünüyor. Şimdi fark ediyorum. Olgun bir kadın var karşımda. Kırkını devirmiş bir kadın. Ne zaman geçti onca yıl? Geride bıraktığı her şehirden bir yara devralmış gibi bakışları. Her aşktan, her ayrılıştan, altında yaşadığı her gökten bir iz var bu sefer Mihri Hanım’da… Gelecek her zamanki gibi gözdağı veren müphem bir boşluk. Bir çok Amerikalının hayatlarında gördüğü ilk Türk olmalı.”Burada kitabın tamamını anlatabilirim, o kadar keyifle bir o kadar da heyecanla okudum. Zaman zaman da, bundan yaklaşık yüz sene önce elde edilmiş başarıların sessiz sedasız geçip gitmesinin getirdiği hüzün vardı bende.

“Mihri Müşfik, 20.yüzyılın başında Türkiye’de kadın olarak “var olma” savaşına kendini adamış bir figür.”


Bu yazı Ben Kadınım için yazılmıştır.

Devamını Oku »

Bükreş

0 yorum

Meraklı meraklı dokunuyorum ağaçlara, aslında tam karşımda duran ağaç kütüklerinden yapılma bir ev. Hayretle seyrettiğim evin sadece kendi değil, çatısıda ağaçtan.

Herastrau Gölü kıyısında sıralanmış birbirinden güzel Romen çiftlik evlerinden örneklerin sergilendiği 272 adet ağaç ev, değirmenler ve kiliseler ile bir açık hava müzesi burası. (Dimitri Gusti, National Village Museum)

 
National Village Museum
Bükreş’e geldiğimiz ilk gün havaalanından hemen buraya geldik. 1936 yılında kurulmuş Ulusal Köy Müzesi, Hanri Coanda Havaalanına 15 km uzaklıkta. 

Göl kenarında evlerin arasında geziniyoruz, bu ağaç evler yüzyıllardır burada sanki, zaman ve mekan değişse de ağaç aynı, hissi yaratıyor.



Palatul Parlamentului 

Doğa harikası bu yerden şehrin merkezine doğru yol alırken gördüğüm Parlamento Sarayını hüzünle karşılıyorum. 

Dönemin lideri Nikolay Çavuşesku tarafından 1984 de 19 Ortodoks kilise, 6 sinagog, 3 protestan kilise ve 30.000 tarihi konut yıkılarak yerine bu 1.100 odalı Parlamento binası yaptırılmış.


Dambovita nehiri kesen Calea Victoriei Caddesi boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. En lüks ve en eski cadde olarak anılan Calea Victoriei boyunca görebileceğiniz birçok müze var. 

National Museum of Romanian History

İlk karşımıza çıkan Romen tarihi Ulusal Müzesi (National Museum of Romanian History)

Odeon Tiyatrosu (Teatrul Odeon ) önüne geldiğimizde Atatürk Büstü ile karşılaşıyoruz bizim için büyük süpriz oluyor.


Yeni binaların arasında tarih sayfasından kopmuş gibi duran Kretzulescu Kilisesi (Doğu Ortodoks Kilisesi) 1720 yılında inşaa edilmiş. 1940 yılındaki depremde hasar görsede bugün hala eski tarihi görünümünü koruyor.
Romanian Athenaeum
Kilisenin yanında Ulusal Sanat Müzesi (The National Museum of Art of Romania) ve karşı sırasında 1888 yılında açılan ihtişamlı kubbesiyle göz kamaştıran Konser salonu Athenaeum (Romanian Athenaeum). Bükreş’de gezilebilecek yerler arasında.

Hiç gittiğiniz şehrin sokakların da kaybolup, kendinizi bulduğunuz oldu mu?

Cartureşti
Yürürken yolda her köşeyi bir kitapçı tutmuş gibi geliyor bana. İkinci el kitapları dizmişler yol kenarına, her gelen bir karıştırıyor "okumadığım ne kaldı" diye. En az ikinci el kitaba olan ilgi kadar yeni basımlara da ilgi var.

Kitaplar sokaklardan dükkanlara taşınmış, Kitapların gücüne inanların gizlice yaşadığı bir yer, Cartureşti… 
Carte, ceai, muzica (kitap-çay-müzik)...
Beyaz, hiç birşeye bu kadar yakışmamıştı. Raflarda kitapları karıştırıp en yakın rahat koltukta kitabı tanımaya çalışabilirim yada en üst kata çıkıp çayımı ve kahvaltımı yudumlarken okuyabilirim.

Tabi birde olmassa olmazı tarihi eski şehir (Old Center). Masaların dükkanlardan dışarılara taştığı, yemek, müzik ve eğlencenin keyfini çıkaracağınız, restaurantların kafe ve barların olduğu nostaljik kent.





Fotoğraf makinemiz elimizde yollardayız….

Bükreşten yola çıkıp Braşov'a giden büyülü yol boyunca sırasıyla Sinaia, Busteni, Azuga, Predeal ve Poiana Broasov kayak merkezlerinden geçtik.

Şanslıyız, baharın habercisi güneş, yolların kenarına bıraktığı tüm renklerden yansıyan güzelliğini, dağların tepesindeki beyaz şapkalara inat, tatlı bir tezatla bize sunuyor.

Sinaia Manastrı
Yol boyu elimden fotoğraf makinesini düşürmüyorum ama yine de gözümün gördüğünü, yüreğimin hissettiğini bu küçük kutuya hapsedemiyorum.

ilk durağımız Sinaia,

Bahçe içinde en fazla iki katlı evlerin yol boyu sıralandığı, çocuksu bir heyecanla karşıladığımız yol kenarındaki kırmızı telefon kulubeleri ve yeşillikler içindeki kasaba, huzur dolu bir yer olarak hafızama kazındı.

Tepede ki Sinaia Manastrı’nda verdiğimiz fotoğraf molası sırasında tanıştığımız görevliler Türk olduğumuzu duyunca ilk söyledikleri “Muhteşem Süleyman!"  Anlaşılan dizi uluslararası boyutta ün kazanmış. Fotoğraflar çekiliyor, sohbet koyulaşmadan biz ağaçların arasından tırmanışa devam ediyoruz.  

Yeşilin binbir tonu ve su şırıltısı eşliğinde ilerlerken tepede gördüğüm muhteşem yapı bana, Alice’in tavşanının önümüze çıkıp bizi Şatoya giden gizli yoldan yukarı çıkaracak gibi hissettiriyor.

Masalsı yapısıyla önce heyecanlandıran sonra merak ettiren saray, şato, kale adına ne derseniz deyin Kral I.Carol’un yazlık sarayıymış. Ben yaz- kış kalabilirim burada.

I.Carol Yazlık Sarayı / Peleş Castle

Karpat dağlarının arasında muhteşem bir manzarası var. 1873 de inşatı başlanan bu sarayın en önemli özelliği; Avrupa’da ilk merkezi ısıtma ve aydınlatma tesisatının döşendiği ve ilk asansörün yapıldığı saray olmasıymış. Duvar resimleri, tavan süslemeleri, dış cephesindeki freskler, bahçe düzenlemeleri en ince detayın bile atlanmadığı 170 oda ve 30 banyodan oluşan bu sarayın yapımı 10 yıl sürmüş. Ne diyelim “Müsaitseniz, bizde güle güle oturuna gelmek istiyoruz”...

Yollar bizim bu gün, git git bitmiyor. Sinaia’dan sonra Braşov’a doğru yola çıkıp  Drakula’nın mekanı Bran Kalesini ziyarete gidiyoruz. Acaba Bran Kalesi'nin avlusunda oturan 5 Drakula biz olabilir miyiz?

Meraklısı için detaylar  Braşov yazısında...


































Devamını Oku »

Braşov

0 yorum

Okuduğum kitapların etkisinde kalıp anlatılan mekanları, şehirleri ziyaret ettiğim çok olmuştur. Bu sefer zamanlama süpriz oldu benim için, bu ziyaret beklediğimden erken geldi.

Gülşah Elikbank, Yalancılar ve Sevgililer basım aşamasındayken yaptığı bir söyleşide Romanya’da ki, Drakula efsanesinden bahsetmişti. Ben hafızamın gidilecek yerler listesi bölümüne bir not etmiştim. Kitabı okuduğumda ise emindim artık buraya gitmek istediğimden.

Merak, tesadüf, mucize, evren herşey benden yana, tabii birde iflah olmaz bir gezgin olan kızkardeşimin süpriz gezi planları…

Bu gezide, kızkardeşim ve üniversite arkadaşlarının yıllar sonraki buluşmalarına ben sonradan dahil oldum. Uluslararası bir buluşma oldu.

Herkes farklı şehir ve ülkelerden geldi İstanbul’a ve oradan Romanya’ya, bizi bekleyen dünya tatlısı sevgi dolu, konuksever ikiliyle buluşmaya…

Yılların verdiği dostluk, araya giren onca zamana karşı mesafeleri kısalttı, gönülleri bir yaptı.

Vampir efsanelerinin dilden dile dolaştığı, soğuk, kasvetli ama bir o kadar da bilmece gibi olan, kuşların bile zor ulaştığı dağın eteklerindeki şatolar kadar şaşırtıcı; 

Baharda yeşilin her tonunu görebileceğiniz, gökkuşağı rengi çiçeklerin yerlere serildiği, suların şırıltısı ve kuş sesleri arasında gezebileceğiniz kadar da doğal güzellikleri olan Transilvanya bölgesi, bu gezimizin konusu.

Drakula Şatosuna yada gerçek adıyla Bran Kalesi’ne ziyaret için gittiğimizde, girişten önce kurulan mini pazar tezgahları arasında dolaşırken, önce çığlıkları duydum sonrasında şapkam başımdan gitti. Arkamı döndüğümde bak, bak bitmeyen maskeli yaratık elinde benim şapkamı sallıyordu. Bizi, şatoya girmeden önce korku evine davet ediyormuş meğer.



13.yy inşa edilen Bran Kalesi stratejik bir konuma sahip, bir dönem gümrük olarak bile kullanılmış. 

Tarihi kaynaklara göre, Eflak hükümdarı Vlad Ţepeş'in (Kazıklı Voyvoda) bir kaç kere Bran geçidinden geçmişliği varmış (1448-1476 yılları arasında) ama bu kalenin tarihinde önemli bir rol oynamamış.  Bizim bu tarihe bir katkımız olsun dedik, hepimiz Drakula olduk, avluda toplandık.

1920 yılında kale Romanya Krallığı'nın resmi ikametgahı olmuş. İçeride Kraliçe Marie tarafından toplanan mobilya ve sanat eserleri sergileniyor. İçerisi labirent gibi merdiven in çık bir odaya gel, koridordan geç merdiven çık başka bir odaya gel. Güncel yaşamda yorucu tabii. Birde şatonun alt bahçesi yani büyük bir park alanı var. 1937 de Kraliçe Marie yorulmasın diye park ile şato arasına asansör konmuş.

Tüm bunlar biryana Kralice Marie’den çok, Abraham Bram Stoker’ın 1897 de yazdığı Drakula, bu şatoda daha çok ünlü. Hatta bu yaz etkinlikler arasında Drakula Müzik ve filmin galası var.

“Oscar'a Aday besteci Philip Glass ve Grammy Ödülü Kronos Quartet ‘ın sahne aldığı Drakula Müzik ve Filmin galası 2-5 Temmuz da Bran Kalesi 'nde.”

Bir zamanlar kuşların bile zor ulaştığı bu kale, manzarasıyla beni büyüledi. Gezi ekibi gurme olmasa ben yine yemek yemeği unutabilirdim.

Broşov da şehrin kalbinin attığı Piata Sfatului meydanındayız. Bu meydan sayısız restaurantlara, kafelere, büyük ve küçük otellere ev sahipliği yapıyor. Prato italyan mutfağının lezzetli yemeklerini damak tadınıza göre hazırlıyor, yemekler kadar tatlılarda muhteşem.

Sıradışı dekore edilmiş yerler, bana ilgi çekici gelir. Tavana kadar yükselen kütüphanenin yanındaki masada yemek yerken kendimi zaman tünelinden geçmiş gibi hissettiğim Festival 39 ve içeri girer girmez tavanda asılı sandalyeler ile dikkat çeken İtalyan mutfağından lezzetli makarnaları ile Trattorian Artisan Food ve sabahın serinliğinde bile turkuaz ve pembenin sıcaklığında kahvelerimizi yudumlarken mavi kadehlerde ışık oyunlarını seyrettiğimiz sevimli kış bahçesi Hirscher

Meydanda Braşov Tarih Müzesi ve saat kulesi (Muzeul de Istorie Brasov) var. Müzenin tam çaprazında ki sokak arasından Kara Kilise (Biserica Neagră ) göze çarpıyor. 

13. yy dan bu yana deprem ve yangınlar sonucu değişikliklerle günümüze kadar gelmiş olan bu kilisenin adının neden kara kilise olduğunu merak ediyorum doğrusu.

Öğrendiğime göre 1689 yılındaki büyük yangından sonra dış cephe duvarları kararınca kilisenin yeni adı Kara kilise olmuş. Daha birsürü efsane var ama inanın en gerçekçisi buydu. Kilise içinde ki org ve Osmanlı halıları dikkat çekici.


Yukarı doğru sokak aralarında dolaşmaya devam ederken daracık bir sokak (Strada Sforii) dikkatimizi çekiyor. Sokağın ortasında kollarımı iki yana açtığımda sanki kucaklar gibi duvara değebiliyorum. 120 cm eninde, 80 m uzunluğundaki bu sokağında bir hikayesi var elbet. 17.yy da itfaye çalışmalarına yardımcı olmak amacıyla açılmış ancak şimdilerde turistik bir mekan olmuş desek yalan olmaz. Fotoğraf çektirebilmek için sıra bekliyoruz.
 
Yola devam ederken Tiberiu Brediceanu Parkı'na çıkıyoruz. Karpat (Tâmpa) Dağlarının eteklerinden karınca misali yukarı çıkanları seyrederken azım açık kaldı. Neyseki yukarı teleferikle 3 dakikada çıkıldığını öğreniyorum. Içim rahat.

Braşov Karpat dağları arasında doğasıyla insanı büyüleyen harika bir yer. Çevrede çok fazla kayak merkezi var. Sinaia, Busteni, Azuga, Predeal ve Poiana Broasov bunlardan bir kaçı.

Baharda burası yeşilin binbir tonu ile çok güzel, eminim kışın her yer karla kaplıyken de yine güzel olur.

Çok yoğun bir o kadar da keyifli bir hafta sonu geçirdik. Ayrılık vakti geldiğinde sanki bir haftadır buradaymışız hissine kapıldım.

Gönlümden geçen yerlere gitmek için önce hayal etmem, istemem sonra niyet etmem gerekiyormuş daha sonrasında, zaman, yol, yöntem hepsi bir olup gerçekleşiyormuş yeterki gönüller bir olsun.

 
Braşov’da yeni kurulan dostluklara…

Sevgiyle …














Devamını Oku »

Katip Bartleby

0 yorum

Ayakkabının bağcıkları çözülmüş bağlar mısın?
Onlar özgür kalmayı hak ediyor anne. Bağlamamayı tercih ederim.

Ödevlerini yaptın mı?
Ödevsiz hayat çok rahat. Yapmamayı tercih ederim.

Çocuklarımın içine Katip Bartleby kaçmış benim haberim yok…

“Azimli bir insanı pasif direniş kadar çileden çıkaran bir şey yoktur. Direnilen kişi acımasız değilse, direnen kişinin pasifliğinin de bir zararı dokunmuyorsa , o zaman direnilen kişi, iyi günündeyse, sağduyusuyla çözemediği şeylerin üstesinden hayal gücünü şefkatle kullanarak gelmeye çalışacaktır.”

Herman Melville’nin kaleme aldığı Katip Bartleby gözüme ince gözükerek birinci sırada yerini aldı. Okumaya başlamamla daha ilk sayfalarda Katip’in “yapmamayı tercih ederim” cevaplarından ve avukatın çaresizliğinden empati misali çok etkilenmiş olmalıyım ki, bende “okumamayı tercih ettim.” Hal böyle olunca kitap da okunmamayı tercih etmiş olacak ki evin içinde kayıplara karıştı.

“sırtındaki solmuş ama derli toplu giysisiyle, acınası bir saygınlık ve koyu bir umutsuzluk içindeydi! Gelen, Bartleby idi.”


Yarın okul var saat 12.00 olmuş, niye yatmadın?
Yatmamayı tercih ederim.

Yemek hazır, herkesi sofraya bekliyoruuuum.
Sonra, ben şu an yememeyi tercih ederim.

Bu pasif direnişin sonu ne olacak, benim sabrım nerede patlak verecek merak ediyorum. Kitabın sonu beklediğim gibi sonuçlanmadı ama bu sona giden her adımı en ince ayrıntısına kadar öğrenmeyi çok istedim. Fakat Katip Bartleby bulunmayı hiç istemedi. Aramaktan vaz geçtiğimde kütüphanemin kitapları arasından bana gülümserken buldum onu.

“Onun bedenine yardım edebilirdim; ama ona acı veren bedeni değildi: acı çeken ruhuydu ve ben onun ruhuna ulaşamazdım.”

İzin vermedikleri sürece hiçkimseye yardım edemezsin demişti bir hocam. Bir yanda Katibin pasif direnişleri sonucunda ona hem acıyan, hemde öfkelenen avukatın çaresiz çırpınışları; diğer yanda kendine yapılan hiçbir teklifi kabul etmemeyi seçen, sadece çalışmayı değil yaşamayı da durduran Katip Bartleby.

Acaba avukat bu direnişe yeterince tepki verebilseydi, sonuç yine aynı mı olurdu? İşini kusursuz yapan bir katipken “yapmamayı tercih ederim” diyerek kime ve neye karşı pasif direnişe geçmişti? Düşündürücü…

“Nasıl da acınası bir arkadaşlıksızlık ve yalnızlık var gözlerimin önünde diye düşündüm birden. Yoksulluğu büyüktü ama yalnızlığı çok korkunçtu!”

19. yy ortalarında Wall Street’teki bir mühürdarlık bürosunda geçen, bireyin toplum kurallarına karşı gelişi, özgür irade, pasif dreniş gibi konuların işlendiği absurd edebiyatın öncülerinden “Katip Bartleby “ beni hem hüzünlendirdi, hemde düşündürdü.

“Gelin görün ki dar görüşlü kişilerin bitmeyen uzlaşmazlıkları, sonunda daha yüce gönüllü olanların en iyi kararlarını bile yıpratır.”

Okumayı tercih ederim
Sevgiyle Kalın




Devamını Oku »