Bir Film, Bir Kitap: Özgürlük Yazarları ve İçimdeki Müzik

0 yorum

 



“Anne, yağ bitti hım hım.”

Oğlum, birden fazla arabanın olduğu benzin istasyonu konulu ağabeyinin yaptığı lego ile oynamak istiyor. Bu isteğini bir kerede anladım. Bu kolay olanı idi. Zor olan, onun kendini ifade edemediğindeki öfkesini dindirmek.

İçinizde bir sürü kelime çığ gibi çoğalır ve sese dönüşemediğinde kocaman bir öfke birikir ya, işte onu kendinizde bile kontrol etmek zorken bir başkasında nasıl yapabilirsiniz?

Bence sınırsız inanç, sonsuz sabırla…

3 yaşına kadar söylediği anlamlı kelime sayısının çok sınırlı olması, ilerleyen yıllarda bu süreci zor atlatmamızı sağladı. Bu geçici süreç, çevresindeki az sayıda onu anlayan insanla atlatılabilecek bir durumdu ama okula başlayınca ne olacaktı?

Hiç çaresiz kaldığınızı hissettiğiniz ama yine de inancınızı yitirmemek için bir umut aradığınız oldu mu? Böyle bir zamanda destek istiyor insan. Senin, onun başarabileceğine olan inancını sorgulamadan sana da inansınlar istiyor.

Çocuklar bir ressamın paletindeki  renkler gibi, her biri diğerinden farklı gelişim gösteriyor. Ancak sistem, genel kabul görmüş çerçeve içinde kalanları kabul edince, diğerleri sistemin dışına atılıyor.

Son zamanlarda okuduğum bir kitap ve seyrettiğim bir film bana, azimle mücadele edenler olduğu sürece bu sistemin evrilip, genişleyerek herkesi kapsayabileceği gerçeğini yeniden hatırlattı.

Bir Film: Özgürlük Yazarları 

Öğrencilerinin yazdıkları günlükleri (The Freedom Writers Diary) 1999 yılında kitap haline getiren Erin Gruwell’in gerçek hayat öyküsünden kurgulanmış, 2007 yapımı “Özgürlük Yazarları” filmi.

Sınıfındakilerin çoğu ıslah evine girmiş, çetelerle çatışmalara katılmış, kendi ülkelerinden uzakta şu ya da bu nedenden başka bir ülkeye sığınmış, farklı dil, din ve ırktan oluşan ailelerin çocukları. Kendilerini yeterince ifade edemedikleri için, okuldaki diğer çocuklardan farklı oldukları ima edilip dışlandıkları için, başarabileceklerine dair kendilerine en ufak bir inanç gösterilmediği için hayata karşı öfkeli çocuklar…

“Mahkemede bir çocuğu savunmam gerekecekse savaş zaten kaybedilmiş olur. Bence asıl savaş burada sınıfta verilmeli.”

Azimli bir öğretmen olmasına rağmen zor olan, bu görünüşte asi çocuklara bir şeyler öğretmek değil, okul idaresini, diğer öğretmenleri ve kendi ailesini bunu yapabileceğine inandırmak ve onların koyduğu engellere rağmen başarmaktı.

Bir Kitap: İçimdeki Müzik 

 “Sanırım hiçbir şeyi unutmamak güzel bir şey, hayatımın her anı kafamın içinde. Bu aynı zamanda çok sinir bozucu. Çünkü hiçbirini paylaşamıyorum fakat hiçbiri kaybolmuyor. Düşüncelerin kelimelere ihtiyacı vardır. Kelimelerin de sese.”  

Yürüyemiyor, kendi başına yemek yiyemiyor, tuvalete gidemiyor, elleri kolları çok güçsüz bir kalemi bile düşürmeden tutamıyor ama en çok üzüldüğü kendini ifade edebilecek sesleri çıkaramaması. Konuşmak onun en büyük arzusu.

Sharon M. Draper’in “İçimdeki Müzik” kitabının kahramanı Melody, henüz 11 yaşında.  Tekerlekli sandalyesinde salyaları akarak oturması, konuşma çabaları sırasında garip ciyaklamalar çıkarması yüzünden okulun en zeki öğrencisi olduğunu kanıtlaması epey zamanını alıyor. Ama filmdeki öğretmen Erin Gruwell’in aksine çevresinde Melody’i destekleyen ailesinden başka insanlar da var.  Sayıları az da olsa etkileri büyük.

İki öykü, iki başarı hikayesi…

Filmdeki reform sınıfının çocukları da kitabın baş kahramanı Melody de ilk başlarda “diğer” çocuklar gibi olmak istiyorlar. Ta ki kendi potansiyellerini ve onlara inanan birilerinin olduğunu fark edene kadar.

Zorluklar mı?  Var elbet.

Mesela Melody hiçbir zaman yaşıtları gibi koşup oynayamayacak. Ama o diğerlerinden farklı olarak müziğin rengini görüp, kokusunu duyabiliyor.

Aslında bir çoğumuzun fark edemediği şey, herkesle aynı olmak uğruna, görmezden geldiğimiz içimizde saklı kalan potansiyel yeteneklerimiz. Karşımızdakinin genel kabul görmüş sistemin dışında farklı oluşuna takılıp kalıyoruz, bir de bizimle aynı fikirde birini yanımıza çektik mi tamam. Dışlama çığ gibi büyüyor.  Oysa tek yapmamız gereken, farklılıkları hoşgörü ile karşılayarak ortak noktalara odaklanmak.

Tüm insanların gözleriyle değil de yürekleriyle bakmaya başladıklarında görecekleri, birlikte nefes alıp verdiğimiz, yan yana olduğumuz, aynı mekânı, aynı ülkeyi ve hatta aynı dünyayı paylaştığımız gerçeği olacaktır…

Tıpkı bir Terrarium fanusunun içindeki bitkiler gibi…

Sevgiyle kalın

Hüma Oktay

  • Filmin orijinal adı : Freedom Writers
  • Yayın tarihi : 5 Ocak 2007 (ABD)
  • Yönetmen : Richard LaGravenese
  • Öykü : Erin Gruwell Freedom Writers Diary
  • Oyuncular:  Hillary Swank, Patrick Dempsey, Scott Glenn, Imelda Staunton

 

  • Kitap : İçimdeki Müzik
  • Kitabın orijinal adı : Out Of My Mind (2010)
  • Yazar : Sharon M. Draper
  • Çeviri : Zeynep Kürük
  • Yayınevi : Genç Timaş Yayınları (2016 basımı)
  • Sayfa sayısı: 256
Martı Dergisi'inde yayınlanmıştır. 



Devamını Oku »

Çocuklarımız İçin Doğru Kitapları Nasıl Seçebiliriz?

0 yorum


 

“Anne lüffen bunu alalım!”

Bir kitaba bakıyorum bir de her şeyden habersiz masum, heyecanla parlayan gözlerle bana bakan oğluma. Henüz 3 yaşında, kitap almak için girdiğimiz dükkânda çocuk kitapları köşesindeyiz.

“Neden özellikle bu kitap?” dedim. “Spiderman var,” dedi kitabın kapağını göstererek.

Çocuklar gelişimleri boyunca modeller seçerek kendilerini onlarla özdeşleştiriyorlar. Bu rol modeller anne, baba ya da yakın çevre olurken zamanla yerini masal, film ya da kitap kahramanlarına bırakıyor.

Kitapların, çocukların dünyasındaki bu büyük rolü düşünüldüğünde bu konuda zincirleme hepimiz sorumluyuz. “Normal şartlarda” ilk sorumluluk, çocuklara sunduğu masallardaki anlatım diliyle kitabı yazan yazarların. İkinci sorumluluk, basılacak kitapların bilinçli, hassas ve özenli seçimiyle yayımcıların. Üçüncü sorumluluk ise bizlerin, yani anne-baba, öğretmen ya da kitabı çocuğa sunan biz yetişkinlerin.

Gelelim “normal olmayan şartlarda” olanlara. Aslında daha önce basılmış ama maalesef sosyal medyada yeni gündeme gelen uygunsuz içerikli çocuk kitaplarını gördükçe aklıma şu soru geliyor: Yazar hangi amaç ve ideoloji ile bunu yazdı? Yayımcı neden ve niçin bu kitabı yayınladı? İşin vicdani boyutunu, sosyal sorumluluk bilincine daha gelmedim bile…

Çocuk Kitapları Seçiminde Sorumluluğumuz

Bu durum çocuklar için üretilen içeriğin, etik, vicdani ve ahlaki sorumluluğunun ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor.  “İyi de bunları kimse denetlemiyor mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Her şartta (normal, anormal) bilinçli tercihler yaparak çocuğu yönlendirme, bir nevi okuduğu kitapları denetleme görevi ailenin olmalı. Aileler, öğretmenler, sorumluluk sahibi vicdanlı bireyler birlik olup, bilinçlenme arttıkça bu tarz çıkışlar da yeterli pirim alamayacaktır. Yoksa, denetimle, sansürle yapılacak, her yazı yazana tepeden getirilecek olası müdahale bana göre yazılan, anlatılan masalların, kurulan hayallerin özgür olmaması anlamına geliyor. Amacımız yasaklamak değil, bilinçlendirmek olmalı.

Çocuk Kitapları Nasıl Seçilmeli?

Kitap seçimi, 0-12 yaş arasında bir yetişkin desteğiyle yavaş yavaş gelişen bir alışkanlık. 12 yaşa kadar sansürcü bir zihin yerine, eleştirel bakış açısı kazanan, sorgulayan, araştıran çocuklar, sonrasında kendi seçimlerini doğru yapabilirler. Gelecekte ne istiyorsak çocukken zihinlerine onu ekiyoruz çünkü.

Çocuklarım büyürken, onlara alacağım kitapları önce araştırıp, okuyup sonra onlara okur, okutur ya da önerirdim. Bu sayede “Araştır- incele- ele- seç -değerlendir” yönetimiyle bilinçli seçimler yapmayı öğrendiler.

İlk önce yazarı araştırırdım. Kim olduğu, kişisel görüşleri, ne tür kitaplar yazdığı ve nasıl bir bakış açısıyla yazdığı önemliydi benim için. Yıllar geçtikçe kullandıkları masalsı dil sayesinde bazı yazarların eserleri kitaplığımızın başköşesinde yerini aldı.

Sonra araştırma sırası yayınevlerine gelirdi. Yayınevlerinin kimliği, hangi yazarlarla çalışıyorlar, ne tür kitaplar yayımlamışlar…

Okul öncesi dönemdeki resimli kitaplarda çizimlerin yumuşaklığı, canlılığı, yazının resimle uyumu kitabı seçmemizdeki kriterlerden biriydi.

Kitapları bazen tavsiye üzerine alırdım. Fikirlerine güvendiğim pedagoglar, ebeveynler, öğretmenler…

Tüm bu araştırma süreci biraz yorucu gibi görünebilir. Ancak çocuklar okula başladığında bu sürece dahil oldukları için paylaşmak işi daha keyifli hale getirdi.

Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, zaman içinde onların hayatına giren kitapların, zihinsel, bilişsel ve duygusal gelişimlerini nasıl etkilediğini görebiliyorum.  Her çocuk gelişimini destekleyen kitaplarla büyümeyi hak ediyor.

Sevgiyle kalın.

Hüma Oktay


Devamını Oku »
0 yorum

 ERKEK DENİZİNDE KADIN GEMİLER


Neden bayanlar voleybol 1.lig takımı deniyor da bay voleybol 1. lig takımı denmiyor? Onlara korkusuzca erkek voleybol takımı diyoruz da “kadın” demeye mi korkuyoruz?  

 

Uçağa bindiğimizde pilotun anonsunu duyunca neden kadın pilot der şaşırırız da erkek pilot demeyiz? Bak uçak da kullanıyorlar aferin diye takdir ediyoruz da mı söylüyoruz yoksa kadının ötekileşmesini kabul edip, daha alt sınıf olduğu iddiasında mı bulunuyoruz? 

 

Kafamda deli sorular dönüp dururken tüm bunlara cevap tarihsel kanıtlarıyla ve tanıklarıyla beraber Tayfun Timoçin’nin “Erkek Denizinde Kadın Gemiler” kitabından geldi.  Mitolojiden, dinsel kitaplara kadar tarihin her döneminden gelen kaynaklarla beslenmiş. Binlerce yıldır tüm dünya üzerinde yaşayan kadınların, erkek denizindeki seyir defteri… 

 

Denize açılan herkes bilir ki, seyir sırasında kuralları deniz koyar. İstediği zaman uğuldar, istediği zaman da sükunete bürünür… 

Erkekler belki de binlerce yıldır “kadın, deniz gibidir” deyip duruyorlar. Ama aslında “deniz gibi” olan erkekler! 

Kural koyan, “denizci” veya “gemi” olarak kabul edebileceğimiz kadınların hayatlarını zorlaştıran, esen gürleyen, uğuldayan ta kendileri. İzin veren, lütfeden, hem arzı hem de talebi belirleyen ve hükmeden onlar. Erkek denizinde boğuşup duruyor kadın gemiler.”

     




Kitap kronolojik sırayla geçmişten günümüze bin yıllar içerisinde kadının, erdemli, doğurgan, üretken Kibele tanrıçasıyken nasıl toplumun gözünde hilekâr bir şeytana, cadıya dönüştürüldüğünü anlatıyor. 


 “Sonuç olarak dünya nüfusunun yarısı erkek, yarısı kadın. Nasıl olur da bir yarı, diğer yarının üzerinde tahakküm kurar?  İşte onun temeli dogmalar ve dogmaları yayanlar da -işlerine geldiği için- erkeklerdir; kadınlar da durumu kabullenir, çünkü zorbalık, kolay başa çıkılır nesne değildir.” 

 

İçinde çelişki barındıran durum ise her erkek bir kadın tarafından dünyaya getiriliyor ama içine doğduğu dünya erkekler tarafından yönetildiği için onu doğuran, ona aşık olan hatta onun kızı, kız kardeşi olan kadınların mücadelesi hiç bitmiyor. 

 

Fakat bu kısır döngüyü bozabilecek bir ayrıntı var. Kadınların bir işi benimsediklerinde onun toplumsallaşmasını kolayca sağlayabilme becerileri. Tarihte bunun örneklerine rastlamamız mümkün. Farkındalığı yüksek kadın dayanışması bu yüzden daha çok önem kazanıyor özellikle günümüzde. Bu süreçte biz kadınlara destek olan, anlayan erkeklere de çok iş düşüyor.

 

Bir kadın sayesinde farkındalığı gelişmiş, bakış açısı değişmiş bir erkek tarafından yazılmış “Erkek Denizinde Kadın Gemiler”. Yazar hakkında yazarın kendisi kadar mütevazi olamayacağım. Zira Tayfun Timoçin’in on parmağında on marifet var. Makine mühendisi, gazetecilik, editörlük, yelken kulübü kurucusu, yelken yarışçısı, belgesel ve tiyatro oyunu yazarlığı... Aslında daha da fazlası var. Bence çok iyi bir araştırmacı, kitabı baştan sona soluksuz okurken birçok kaynak kitabı da not aldım. Kitap doğurdu gibi bir şey. Sayesinde sıraya dizilen okunacak çok kitabım var. 

 

Kitabın içinde beni en çok etkileyen cümlelerden biri de;  “Doğayla mücadele etmek!”  diye bir söz vardır. Denizci ancak uyum sağlarsa yol alabilir, mücadele ederek değil.

 

Erkek ve kadın tüm insanların hayat denizinde uyumla yol almaları dileğiyle. 

 

Sevgiyle Kalın

Hüma Oktay 

 


Martı Dergisinde yayınlanmıştır. 

 

 

 

 


Devamını Oku »

BEYNİNE BİR KEZ HAVA DEĞMEYE GÖRSÜN

0 yorum





Gecenin sessizliğini yırtarak ortalığı çınlatan telefonun ziliyle uyandı, el yordamıyla önce baş ucundaki ışığı açtı sonra telefonu.

“Alo”

“İyi geceler, XXL’dan arıyorum, ekip toplandı, şu an ortaya çıkan bir vaka hakkında acil karar vermeniz geriyor, sizi bekliyoruz.”

Saate baktı, sabah 03.35…

İnsan düşünmeden edemiyor. Hangi meslek gurubu bu davranışı normalmiş gibi onaylar?

Tüm bunlar çoğu insana saçma gibi gözükebilir. Akla gelen ilk soru; Çoğunluğun katlanamayacağı çalışma koşullarına neden bazılarımız gönüllü olur?

Karantina döneminde okumaya başladığım kitaplardan biri Dr.Frank Vertosick Jr.’ın yazdığı “Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün”.  Beyin ve sinir cerrahisi olma yolunda bir doktorun yaşadığı serüveni esprili bir dille anlatırken; sıradan hastalar, doktorların zor hastalıklar karşısındaki davranışları ve olağan üstü cesaretle alınan kararların çarpıcı sonuçlarını akıcı bir üslupla kaleme almış Dr.Frank Vertosick Jr.

“Bir kez beynine hava değmeye görsün, bir daha asla eskisi gibi olamazsın. Evet yüce Tanrı bu nesneyi iyice sarıp sarmalamış, herhalde boşuna değil. Kimse onunla oynamasın diye. Bak! Beyin dediğin şey, bir bakıma 66 Cadillac gibidir. Sekiz bujiyi değiştirmeye kalkarsan, motoru tamamen indirmen gerekir. Alet, performans için yapılmış; kolay servis için değil.”


İnsan vücudu olağan üstü işleyişiyle her an sürprizlerle dolu. Vücudumuzun herhangi bir bölgesindeki aksaklığın, kopmuş bir kolun bile, öyle ya da böyle onarılması sonucu yaşamımıza devam edebilirken buna karşın beynimizin ölmeden oksijensiz kalabileceği süre yalnızca 3 dakika.

Evet, kendi kendini tamir edebilen bir işletim sisteminin var olduğu olağan üstü güçlü bir makineden bahsediyoruz, aynı zamanda bir o kadar da savunmasız, kırılgan olması insanı şaşırtıyor.

Biyolojinin baş mücevheri narin ve dokunulmaz bir biçimde kemikten bir kasanın içinde öylece dururken o kasayı açma, ona dokunma veya onu yönetme yetkisi iki kişiye ait. 

Dokunmak eylemini her ne kadar cerrahlar gibi fiziki olarak yapamasak da covid-19 karantina zamanı kemik kasanın içindeki mücevherle tüm hesaplaşmalarımızı yaparak ona dokunabildik. Biraz hava değdirmiş olabiliriz…

Tüm dikenli yollar bir şey öğretirmiş ya! Kimilerinin, yeni normalleşme sürecinde, “eski normal halimize dönsek de eski olağan dışı davranışlarımızı tekrar normal karşılasak” diye bir umudu var.

Kimileri de konulan kurallara rağmen birbirinden uzak duramayıp, “bana bir şey olmaz” ya da “ne olacaksa olsun” diyerek her şeyi doğalına bırakma eylemi var.

Bu süreçte akla gelen, Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim teorisine göre doğa, hasta bireylerin iyileştirilmesinden, ameliyat edilmesinden değil, ölüp gömülmesinden yanaysa buna karşın uygarlık artık yalnız güçlülerin yaşamasından yana değil midir?

“Doğa bireyleri kolayca çıkarıp atar, cerrahlar atmaz. Bırakın türün sürekliliğini doğa düşünsün; bizim işimiz teker teker bireyleri yaşatmak.”

Peki bu tesadüf ya da kader ya da doğanın döngüsü, adına her ne dersek diyelim, doktorların tüm çabalarına rağmen kendi bildiğini yapıyor olabilir mi? 90 yaşındaki covid-19 geçirmiş hastanın alkışlar içinde elini kolunu sallayarak hastaneden çıkması buna karşın aynı hastalıktan muzdarip 20li, 30lu yaşlardaki gencecik hastaların yaşamlarının sona ermesi bir tesadüf mü?

Gerçek olan bir şey varsa o da hepimizin, sahip olduğumuz potansiyeli beynimize hava girse de girmese de fark edip onu işlemesi.

Doğal seçilim ya da değil hepimiz ektiğimizi biçiyoruz.

Şimdi hasat zamanı





































































Gerçi beyin cerrahları gibi fiziki dokunma şansımız olmasa da o mücevheri yönetme şansımız var.





Tüm dünyanın Covid-19 salgın günlerini yaşadığı bu dönemde, çoğumuzun aklını yitirme noktasına geldiği bir süreç yaşadık hatta azalarak da olsa yaşamaya devam ediyoruz.



3 dakika bile ara vermeden aldığımız her nefesi idrak etmeyi başarabilseydik bugün dünya üzerinde geldiğimiz nokta bambaşka olurdu.









Tüm dikenli yollar bir şey öğretirmiş ya, şimdi yeni normalleşme sürecinde bazılarımız dikenlerini temizleyip yeniye doğru adım atarken bazılarımız da eski normal halindeki kaldığı yerden devam etmek üzere yola çıktı. Her birey aynı düzeyde aynı farkındalıkla ilerlemiyor. Kalanlara geçmiş olsun, gelenlere hoş geldin.























Bu süreçte akla gelen, Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim teorisine göre doğa, hasta bireylerin ameliyat edilmesinden değil, ölüp gömülmesinden yanaysa buna karşın uygarlık artık yalnız güçlülerin yaşamasından yana değil midir?



“Doğa bireyleri kolayca çıkarıp atar, cerrahlar atmaz. Bırakın türün sürekliliğini doğa düşünsün; bizim işimiz teker teker bireyleri yaşatmak.”







Doktorların tüm çabalarına rağmen doğa yine kendi bildiğini yapıyor olabilir mi? 90 yaşındaki hastanın alkışlar içinde elini kolunu sallayarak hastaneden çıkması buna karşın 20li, 30lu yaşlardaki gencecik hastaların yaşamlarının sona ermesi bir tesadüf mü?



covid-19 kimi covit-19 geçirmiş 90 yaşındaki hasta iyileşti, elini kolunu sallayarak hastaneden çıktı.

Kimi 30 yaşlarında gencecik hastaların yaşamları sona erdi.



Doktorların tüm çabalarına rağmen























































Mesleğinin başında kalp cerrahı olmak isterken tesadüf eseri Beyin cerrahisinde bulmuş kendini. Bence tesadüf diye bir şey yoktur. Kitabın sonunda benimle aynı düşünceyi paylaşıyor Dr.Frank.





Sayfalar ilerledikçe doktorlarla birlikte her sağlık çalışanında 7/24 çalışma şartlarını gönüllü olarak kabul ettiği









pandemi döneminde doktor olmayı isteyenlerin daha ilk günden 7/24 şartları gönüllü olarak kabul ettiğini



Olayları ve vakaları okurken fark ediyorum ki doktor olmayı kabul edenlerin 7/24 şartları gönüllü olarak kabul ettiği bir gerçek. Covid-19 virüsünün kısa sürede tüm dünyayı sarmasıyla başlayan pandemi sürecinde bunu da tüm dünya gayet net görmüş oldu.





Bu süreçte birçok doktorun önceliği hastaları ve hastanedeki göreviydi, ailelerinden de önce.

























Akla gelen soru şu, “Nefes alıp oksijen yolluyorum ya yetmiyor mu?”

Aldığımız her nefesi idrak etmeyi başarabilseydik bugün covid-19 ‘un dünya üzerinde geldiği nokta bambaşka olurdu.





Cevap olarak kabul edilmiyor söyleyeyim.



Tüm dünyanın Covid-19 salgın günlerini yaşadığı bu dönemde, çoğumuzun aklını yitirme noktasına geldiği bir süreç yaşadık hatta azalarak da olsa yaşamaya devam ediyoruz.





Aldığımız her nefesi idrak etmeyi başarabilseydik bugün covid-19 ‘un dünya üzerinde geldiği nokta bambaşka olurdu.









Bir çiçeği her gün sulamak yetmiyor mesela, ne kadar süre güneş ışığı aldığı, hava koşullarının uygunluğu hatta toprağının mineraline kadar önemli. Bir de bu çiçeğin açması için onunla konuşan, şarkılar söyleyen birilerinin de olması önemli yani çevrede pozitif enerji olmalı.



Biz bedenimizin fiziki ihtiyaçlarını karşılıyor olabiliriz.





Tüm dünyanın Covid-19 salgın günlerini yaşadığı bu dönemde,





















Eğer doktorsanız hele bir de cerrahsanız, gece 03,35 de gelen telefonu gayet sakin karşılar ve en hızlı bir şekilde vücudunu ve beynini ayıltıp o hastaneye, ameliyathaneye gider ve bir başkası için hayati kararlar alırsınız.



Olayda sadece hasta ve doktor varmış gibi görünebilir. Arka planda koşturan hemşireler, anestezi uzmanları, tomografi gibi aletleri çalıştıran teknisyenler ve daha adlarını bilmediğimiz kocaman bir ekip günün her saati orada yatan hasta için çabalar.







Düşünüyorum da lisede fizik ya da matematikte sınav kağıtlarını verirken çözdüğümüz sorunun gidiş yoluna da puan verirlerdi. Gittiğin yol doğru ama bir sebepten sonucu bulamamışsın. Ya artı eksi yanlışı ya da virgülden sonraki sayılarda yanlış. Ama yine de birkaç puan alırdık. Sonuç doğru olmasa bile formül doğru, gidilen yol doğru.



Yaşam için bu geçerli mi? Hele ki ameliyat masasındaysanız. Formül kurulmuş, doktorlar, hemşireler ve bütün alet edevat orada hazır. Ameliyathanede doktorun ya da yardımcı ekibinin yaptığı yöntem doğru ama birinin en ufak bir ters hareketi, birkaç saniyelik gecikme ya da erken müdahale sonucu olan bir terslik hastanın hayatına sebep olabilir.



“Dünyanın bütün meslekleri belirli düzeyde bir başarının sağlanmasını öngörür. Ancak, doktora gelince, onun başarısı kusursuz olmak zorundadır ve bu kusursuzluk hemen şimdi, o anda sağlanmalıdır.”



Doktor-hasta iletişimi, başka hiçbir ilişkideki iletişime benzemiyor. Tanımadığın ya da çok az tanıdığın birine - beyaz önlüğü ile karşınıza dikilmiş sizin en mahrem ruhsal ya da bedensel yaralarınızı açtığınız, güvendiğiniz birine- tüm yetkiyi vermek. Üstelik bir kişinin becerisinin diğerinin yaşam kalitesi ile değiş tokuş edilmesi söz konusuyken.



“Birçok meslekteki insanların -banka memurları, garsonlar, makine tamircileri vb.gibi- her yıl toplumun üyeleriyle binler düzeyinde iletişim içinde olmalarına karşın, bir doktorun insanlarla olan ilişkisi bunların hiçbirine benzemez. Banka memurları müşterilerinin yaşam öykülerini dinlemez. Garsonlar insana bir yıl ömrün kaldı demez.”











Olayları ve vakaları okurken 7/24 çalışan sağlık personeline ve özellikle doktorların meslek aşkına hayran olmamak elde değil.



Covid-19 virüsünün kısa sürede tüm dünyayı sarmasıyla başlayan pandemi sürecinde birçok doktorun önceliği hastaları ve hastanedeki göreviydi, ailelerinden de önce.











Bu süreçte akla gelen, Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim teorisine göre doğa, hasta bireylerin ameliyat edilmesinden değil, ölüp gömülmesinden yanaysa buna karşın uygarlık artık yalnız güçlülerin yaşamasından yana değil midir?



“Doğa bireyleri kolayca çıkarıp atar, cerrahlar atmaz. Bırakın türün sürekliliğini doğa düşünsün; bizim işimiz teker teker bireyleri yaşatmak.”



covid-19 kimi covit-19 geçirmiş 90 yaşındaki hasta iyileşti, elini kolunu sallayarak hastaneden çıktı.

Kimi 30 yaşlarında gencecik hastaların yaşamları sona erdi.



Doktorların tüm çabalarına rağmen





Sağlıkla kalın

Hüma



















Bazen hastanın başında sabahlar, bazen minik bir bebeğin hayatını kurtardığı için mutlu olur, bazen de o üzücü haberi dışarıda bekleyen aileye haber verir.



Çalışma saatlerini hayatına göre değil de hayatını çalışma saatlerine göre ayarlamak gerektiğini öğrenir.







Sanırım kenardaki sorunun cevabı geldi. Bu kadar zor şartlarda çalışıyor olmak için mesleğine sonsuz aşkla bağlı olmak gerekir. Koşulsuz sevgi, koşulsuz kabul…





“Arteriyel spazm, vücudun kanamalara karşı doğal savunmasıdır. Bu savunma sayesinde, kolu harman biçme makinesi tarafından koparılan Kansaslı çiftçi yamağı, kolunu eline alarak kan kaybından ölmeden en yakın hastaneye kadar koşabilmiştir. Kol, saatlerce kansız kalıp gene de hayata dönebilir. Beynin ise ölmeden oksijensiz kalabileceği süre yalnız üç dakikadır.”





Devamını Oku »

KENDİSİ BAŞLADI...

0 yorum


CORONA GÜNLÜKLERİ 11/





01 Haziran 2020 Pazartesi

Vaka sayısı 164.769
Ölüm sayısı    4.563

Bütün dünya hep birlikte çıktığımız, beraber keşfettiğimiz tek yolculuk bu olsa gerek. Sonunda yolculuğun hazırlık safhası bitti...

Bu karantina sürecinde iki şeyi çok iyi öğrendik.
İlki ellerimizi yıkamayı; ikincisi ekmek yapmayı…

Şaka bir yana, korku, panik ve endişe ile geçen iki buçuk ayın sonunda, her birimiz yayından çıkmayı bekleyen gergin oklar gibiyiz.

Güneş sıcak yüzünü gösterdikçe içimizdeki Akdeniz ateşi bizi dışarı atmaya çalışıyor. Alınan kararlar, gevşetilen yasaklar, dağılan ekonomiye rağmen, endişelerimiz cebimizde yaşam denilen ince çizginin üzerinde iki adım ileri bir adım geri, tereddütle gidip geliyoruz.

Hepimizin aklını kurcalayan sorular zinciri dönüp duruyor beynimizin içinde.

Karantina bitiminde, hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza kaldığımız yerden devam etme şansımız var mı?

Yoğun çalışan, çalışmak zorunda kalan birçok ebeveynin olduğu bu süreçte, çocuklar doyasıya sarılabilecek mi anne ya da babalarına?

Köşedeki çiçek satan güler yüzlü ablayı tekrar görebilecek miyim mesela ya da el arabasında enginar satan tatlı dilli amcayı?

Ya mahallemizin el açma yufkaları ile meşhur gül yanaklı teyzesini…

Hayat, kimleri kim bilir nerelere sürükledi? Yoksa Korona mı demeliydim?

Restoranlar açıldığında birbirimize en uzak köşelerdeki masalara oturup, şüpheli gözlerle etrafı mı süzeceğiz? Ya da mağazalarda aynı reyonu paylaşmayalım diye kapıda sosyal mesafeli sıralar mı oluşturacağız?


2020 yılı için her birimiz kim bilir neler hayal etmiştik?

Hayaller ve gerçekler…

Karantina sürecinde; unuttuklarımızı hatırladığımız, hayata bakış açımızın değiştiği, her şeyi yeniden sorguladığımız bir zamandan geçtik. Şimdi yeni donanımlarımızla öğrendiklerimizi uygulama ve yeni yolumuzda yürüme zamanı.

Oruç Aruoba “Yürüme” adlı kitabında derki, “Yola çıkan kişi, nereye ulaşabileceğini ancak yürüyüp, yolu aşıp, vararak bilebilir. Yol yürünmeden, bilinmez.


Yolumuz açık olsun























Devamını Oku »

RAKAMLAR

0 yorum

CORONA GÜNLÜKLERİ 10 /





07 Mayıs 2020 Perşembe

Vaka sayısı 131.721
Ölüm sayısı 3.641

 



3.641… 7,25… 65… 20… 395…

Rakamlar…

Hayatımızı alt üst edende, dengeyi bulanda o rakamlar…

Hatta ne zaman eski halimize döneceğimizi, ne zaman dışarı çıkabileceğimizi bize söyleyen de hep o rakamlar…

Kimileri her sabah ekonomi, her akşam korona vaka haberleri ile bıçak sırtında gelecek planları yapıyor. Makineye bağlı, hayatla mücadele veren kimi insan ise sessiz sedasız bu dünyadan göçüp giderken geriye sadece bir rakam olarak kalıyor.

Rakamlar, yaşamımızda bu kadar önemli bir rol oynarken haliyle hayatımızın bir son kullanma tarihi olduğunu hatırlayıp, sonrasında üzerinde rakam yazmadığını fark edince panikliyoruz.

Hayatımızdaki rakamlarla dengemiz bozulduğunda, doğanın var olan döngüsü içerisindeki muhteşem dengeyi görebilmeyi umut ediyorum.

Dün yaşandı bitti, yarın var mı bilinmez, bir tek şu an var elimizde yaşanacak…

Zaman, hepimizde az çok değişiklikler yapıyor maalesef. Tüm bu yaşananlarla birlikte karantina sürecinin de bir bilançosu var elbet…


Dibe vuran ekonomi,
Değişen gelecek…


Zorunlu yeni yaşama düzeni,
Bozulan ilişkiler…


Alınan temizlik tedbirleri,
Gerilen sinirler…


Bozulan yeme düzeni,
Alınan kilolar…


Kademeli normalleşme süreci,
Hoş geldin Covit-19 bayramı…


Normalleşme süreci denilen adım adım korona’dan çıkma planı, korkuları, endişeleri bertaraf edebilir mi bilmiyorum. Ama ekonomiyi canlandırma adına bireysel çırpınışlarımızın, bütünsel olarak topluca çöküşlerimizi hızlandırmamasını dilerim.

Her gün yeni bir gün ve o yeni güne herkes gibi umutla bakmak istiyorum. Özdemir Asaf’ın da dediği gibi, “Bugün ve bugün var, yarın yok ki!”


Akşam Haberleri 

* Dolar hafta kapanışına 1 gün kala yukarı yönlü değişimini sürdürüyor. 7 Mayıs 2020 Perşembe günü Bigpara’dan alınan son dakika Dolar kuru verilerine göre yüzde 0,83'lük son artışla birlikte Dolar 7,25 TL oldu.

* Son 24 saatte 57 hasta vefat etti, 4 bin 782 hasta iyileşti. Toplam test sayısı 1 milyon 265 bin 119, vaka sayısı 133 bin 721 ve vefat sayısı 3 bin 641 oldu.

Devamını Oku »

AĞAÇLARIN GİZLİ YAŞAMI

0 yorum


Bir yaz akşamı oğlum bahçeyi sulamaya çalışıyor. Ama bütün derdi kendi boyundan büyük ağaçların tepe yapraklarını sulamak. Haliyle ağaçlarla birlikte kendini de suluyor. Baktım dede sakince bir şeyler anlatıyor torununa.

Ama bizim ki itirazda “Sadece toprağı sularsam ağacın tepesindeki yapraklar kurur, onlar çok güneş alıyorlar” diyor.

Beş yaşındaki oğluma, ağaçların kökleri aracılığıyla yer çekimine inat, her bir dalının en uç noktasına kadar eşit miktarda suyu alabilme becerisinin olduğuna inandırmamız epey bir zamanımızı almıştı.

Yıllar sonra, Peter Wohlleben’in “Ağaçların Gizli Yaşamı” adlı kitabı okurken fark ediyorum ki o köklerin, suyu dallara göndermenin de ötesinde marifetleri varmış.

Yerin altında birbirini besleyen, destekleyen sosyal yardım sistemini andıran muazzam bir ağ kurmuşlar. Hem ağaçlar arasında hem de toprakta yaşayan birçok canlı organizma arasında.

Sosyal varlıklar olan ağaçlar birbirlerine yardım eder” diyor yazar.


Sadece ağaçlar mı? Faydalı yırtıcıların, rahatsızlık veren böcekleri memnuniyetle yiyerek ağaçlara yardım ettikleri gibi diğer birçok canlı da ağaçların yardım çağrısına cevap veriyor.

Mantar, zengin şekerli ödülü karşılığında ağaç için birkaç karşılıksız yardımda bulunur; mantardan ziyade ağacın köklerine zararı dokunan ağır metallerin ayıklanması, bu yardımlardan biridir. Bu ayrıştırılan zararlı maddeler, her sonbahar evimize getirdiğimiz porcini mantarı adlı sevimli meyvede bulunur.

Okudukça keşfedilecek ne çok şey varmış diye düşünüyorum. Ağaçların susuzlukta çığlık attıklarını tespit etmişler mesela. Bir de taze filizlerini ot oburlar yemesin diye oracıkta salgıladığı koku ile yüz metre çevresindeki ağaçları da uyararak korumaya alma meselesi var.

Bir ağaç yalnızca kendisini çevreleyen orman kadar güçlü olabilirmiş…

Doğada işleyen muhteşem bir mekanizma var. Dünya var olduğundan beri aynı sistem tıkır tıkır işliyor. Doğaya kulak verebilirsek eğer topraktaki mineralden gökyüzündeki güneşe kadar her şeyi eşit paylaştıklarını görebiliriz. “Benim dallarım güneş görsün, bol şeker yapayım. Hepsi benim olsun” demiyor mesela. Kabuğu soyulmuş şeker üretemeyen ağaca, kendi şeker stoklarını veren çevresinde komşu ağaçlar var. Birlikte büyüyorlar, gelişiyorlar.

Doğa paylaşımcı…

Güçlü olan gerektiğinde kendi besinleriyle zayıf olanı besliyor. Böcek istilasını, zürafanın gelip en taze filizleri yemesi gibi acil durumları ise, “Ben kendimi korumaya aldım sen de al” diye salgıladıkları kimyasallarla birbirlerine haber veriyorlar.

Doğa koruyucu…

Fazlasını değil herkes kendine yeteri kadarını alıyor. Depolama yok, aç gözlülük hiç yok. Güçlü zayıf olana yardım ediyor. Öyle herkesin gözüne sokarak değil toprağın altında usulca gizlice yapıyor yardımını. Yardım alan da minnetle alıyor ve imkânı olduğunda bir başkasına yardım ediyor.

Doğa alçak gönüllü…

3,5 milyar yıldır var olan doğanın içinde insan ömrü, kumsalda bir kum tanesi misali. O bütünün bir parçası olduğumuzu fark etmeye başladığımızda tüm sorunlarımızı çözebileceğiz.

Doğanın ayakta kalan son parçası, yaşanacak maceralar ve keşfedilecek sırlarla birlikte kapımızın hemen önündedir” diyor Peter Wohlleben.

Doğa müthiş bir öğretmen, onu dinlemeyi öğrenebilen herkes için…

Sevgiyle
03.05.2020

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.



Devamını Oku »

TEŞEKKÜR EDERİZ ATAM … DEDİM SESSİZCE

0 yorum

“Bugünlerimiz, yarınlarımız için teşekkür ederiz Atam”




O sabah kıyafetlerimi özenle seçtiğimi hatırlıyorum, annemin elini sımsıkı tuttuğum ve beni tören alanına götürünceye kadar bırakmadığım doğrudur.

Birazdan okulları temsilen çocuklar geçecek ellerinde bayraklarla, rengarenk elbiselerle danslarla, şiirlerle süsleyecekler töreni. Kendimi onların yanında hayal ediyorum, bir sonraki yıl okula başladığımda ben de o törende yerimi alacağım.

Çocukluğuma döndüm, Melike Funda Kaynak’ın çocuklar için yazdığı “Teşekkür ederiz ATAM … dedim sessizce” kitabını okurken.

Kitabın kahramanları, her durumda serüven dolu hikayeler uydurabilen Berke, okuduğu tarih kitaplarından edindiği bilgiyle her daim sorulan sorulara doğru cevap veren Egemen, Şafak ve inatçı kardeşi İlke ve onları bu serüvene sürükleyen Aslı’nın zamanda yolculuğuna heyecanla eşlik ettim.

Kahramanlarımız, Himayei Etfal’in içinde ailelerini savaşta kaybetmiş çocuklardan yeni şeyler öğrenirken, geçmişte yaşamanın zorluklarını hep duysalar da tarih kitaplarının dışında olayları yaşayarak görmek onlara bir kez daha ne kadar şanslı Cumhuriyet çocukları olduklarını hatırlatıyor.

“Egemen içtenlikle, “Bizi Himayei Etfal’e kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz,” dedi.

Onun bu davranışı kadını da duygulandırmıştı. Nemlenen gözlerini kırpıştırdı. “Aman çocuğum bana değil, kurtarıcımız Mustafa Kemal Paşa’ya teşekkür edin. O himayesine aldığı çocukların dışında sizleri de düşünerek bu cemiyeti kurdu. Bakın diğer arkadaşlarınız da sizin gibi.”


Beş kafadar yaptıkları zaman yolculuğunda ilk önceleri hangi yılda olduklarını ve nasıl geri geleceklerini bilmeseler de Ankara sokaklarında dolaşırken yakaladıkları ip uçlarını kullanarak birçok şeyin başlangıcına şahitlik ediyorlar.


Heyecanla satır aralarında kaybolurken bir yanda da sorular aklımda dolanıp duruyor. Sakarya Savaşında şehit olmuş Tahsin Çavuş’un peşine düşen bu beş kafadar,

Hangi yılda olduklarını bulabilecekler mi?

Cumhuriyet’in hangi yeniliklerine şahit olacaklar?

23 Nisan da Ata’yı görebilecekler mi?

Nasıl gittiklerini bilemedikleri bu yolculuğun sonunda evlerine dönebilecekler mi?

Tüm soruların cevapları, akıcı anlatımı ile Melike Funda Kaynak’ın kaleminden “Teşekkür ederiz ATAM … dedim sessizce” de…





Devamını Oku »

YÜZYILIN ÇOCUKLARINA…

0 yorum

Atamız’dan yüzyılın çocuklarına ve daha nice yüzlerce yıl çocuklara armağan…



Cıvıl cıvıl sesler yankılanıyor dört bir yanda. Her biri çiçek, her biri yıldız gibi parlayan çocuklar dizilmişler tören alanında, ellerinde Türk bayrakları. Şarkılarla, marşlarla geçiyorlar önümüzden. Şiir okuyacaklar yavaşça yerlerini alıyor, tam ortada. Davul, zurna çalanlar ise arkalarına dizilmiş folklor ekibiyle birlikte sıralarının gelmesini bekliyorlar, yanda sessizce…

UNESCO’nun 1979 yılını Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından başlayan TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği, benim hatırlayabildiğim çocukluğumun neşeli anıları arasındadır.

İlk defa o yıldan sonra Çocuk bayramını tüm dünya çocukları ile birlikte kutlamaya başladık. Ve ben her yıl okuldaki törenden sonra televizyonda dünya çocukları ile birlikte kutlanan şenliği izlerdim büyük bir merakla.

23 Nisan, biz Cumhuriyet çocuklarına armağan edilmiş dünya çocuklarıyla paylaştığımız ayrıcalığımızdı. Zor süreçlerden geçip, büyük mücadeleler verilen zaferin başlangıcı. Aynı zamanda bir sonuçtu.

Ya süreç?...

İnanıyorum ki zamanda yolculuk şansımız olsaydı eğer, yine yeniden bir bütün, tek yürek, tek yumruk olurduk bu süreçte yer alırdık hep birlikte.

Tıpkı,

1915’de Çanakkale’de,

1919’da Amasya’da-Erzurum’da-Sivas’ta

1920’de Ankara’da

1921’de Sakarya’da

1922’de Dumlupınar’da olduğu gibi…

Bizim atalarımız, birlik olma gücünü kullandılar, kenetlenerek bizlere Cumhuriyeti armağan ettiler.

Bizler bütünün birer parçalarıyız.

Neden, sıkışıp kaldığımızı sandığımız şu karantina günleri, nelere sahip olduğumuzu hatırladığımız günler olmasın?

Bugün 23 Nisan 2020 Egemenliğin millet iradesine bırakıldığı, Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından birinin 100.yılı. Dışarıda el ele olamasak da, gönülden gönüle kurduğumuz zincirin birer halkalarıyız. Yaşadığımız bu topraklarda, bastığımız her karışta emeği olanlara gönülden teşekkürler.

Teşekkürler Koca Seyit,


Teşekkürler Kınalı Ali

Teşekkürler Nene Hatun,

Teşekkürler Onbaşı Nezahat,

Teşekkürler Kubilay,

Teşekkürler Mareşal Fevzi Çakmak,

Teşekkürler Mustafa Kemal Paşa…

Tek tek az, bir bütünken çok olduğumuzu hatırlama zamanı.


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.

Teşekkürler Atam…





Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.






Devamını Oku »

ZAMAN BULMACASI

0 yorum


CORONA GÜNLÜKLERİ 9 /





12 Nisan 2020 Pazar

Vaka sayısı 56.956
Ölüm sayısı 1.198

       

Virüsün dünya üzerinde var olduğu ama Türkiye’ye henüz ulaşmadığı endişeli bekleyiş günlerinde başladım puzzle yapmaya. Her şeyden bihaber…

Seçtiğim 2000 parçalı puzzle, Salvador Dali’nin “Belleğin Azmi” (The Persistence of Memory) tablosu. Hani şu saatlerin eriyip aktığı gün batımı resmi. Karantina günlerini önceden bilseydim bu resmi seçer miydim? Kim bilir?

“Hayat siz planlar yaparken başına gelenlerdir” demiş John Lennon…

Tesadüf diye bir şey var mı bilmiyorum ama yaşadığımız şu günlerin ruh haliyle saatlerce bu resme bakmak çok manidar geldi bana. Bir Sanat Tarihçisi değilim, resmi hiç yorumlayamam. Ancak günlerdir bu resme bakarken hissettiğim; her gün, bir önceki güne eklenen ölü sayılarını beklediğimiz gün batımında doğanın saati tıkır tıkır işlerken, biz insanlarınkinin aynı kısır döngü içinde eriyip gittiği…

Görünen o ki bu sıkışıp kaldığımız zamanı değerlendirmek, kendi aleyhimize çevirmek kişinin kendi elinde. Bugüne kadar edindiğimiz tecrübeler, farkındalığımız, stres anında verdiğimiz tepkiler, anlık değişen ruh halimiz hepsi birer etken oluşturuyor.


Her ne kadar sosyal medya ve televizyon programlarının “Evde canınız mı sıkılıyor?” başlıklı kime uyacağı belli olmayan havada kalan mesajları, evde kaldığımız sürece yapmamız gerekenleri empoze etmeye çalışsa da nafile…

Taşıma suyla değirmen dönmezmiş derler, kimin nasıl bir psikoloji ile bu hayata tutunduğu, korkuları, endişe seviyesi ya da geçirdiği sağlık problemleriyle birlikte değişen ruh halini, verdiği yaşam kavgasını bilemeyiz.

Her birey kendinden sorumlu, kendi farkındalığı ile şu zor günlerin getirdiği olumsuzluktan kendi çıkış yolunu bulacak eminim, öyle sanılanın aksine bencilce değil, bütünlük bilinciyle bir olup…

Bense her puzzle parçasını yerleştirdiğimde yenilenen doğa ile insanın arasındaki bağın, bütünün hayrına kurulduğunu düşlemeye devam edeceğim…

Sevgiyle ve Sağlıkla kalın
Hüma


Akşam Haberleri

*İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla görevinden istifa ettiğini duyurdu. Saat 21.30 

*Cumhurbaşkanı, içişleri Bakanının istifasını kabul etmedi. Saat 23.45

*İtalya'da yeni tip corona virüs   (Covit-19) nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı son 24 saatte 619 artarak, 19 bin 468’e yükseldi. 

*ABD, yeni tip corona virüs bağlantılı 19 bin 715 can kaybı ile İtalya'yı geride bıraktı. ABD'yi 19 bin 468 can kaybıyla İtalya, 16 bin 353 ölümle İspanya takip ediyor.

*Dünyada vaka sayısı 1 milyon 777 bin 666 ile 2 milyona yaklaşırken yine dünya genelinde ölü sayısı ise 108 bin 867’ye yükseldi.













Devamını Oku »

ALTI BARDAKTA DÜNYA TARİHİ

0 yorum

Sohbet bahane, kahve şahane!



Taze kavrulmuş kahvenin sıcacık kokusuyla beyin hücrelerimi harekete geçiren, sinir uçlarıma kadar yayılan enerji ve ruhumu kaplayan mutluluk hissi ile gülümseyerek güne başlıyorum.

Sabah ayılmak için, yemekten sonra keyif için, gün içerisinde dedikodu eşliğinde, iş, dost, eş ve arkadaşlarla kahve içmeyi kim istemez ki?

Sohbet bahane, kahve şahane!

Gün geçtikçe sosyal medyada yayılan kitap ile kahve fotoğrafları yavaş yavaş yerini kitap kafelerde çekilen fotoğraflara bıraktı. Tarihte kahvenin yollarının kitaplarla buluşması on yedinci yüzyıl ortalarına kadar gidiyormuş meğer yeni öğrendim.

Benim asıl merak ettiğim küçücük kahve çekirdeğinden oluşan bu lezzetin tüm dünyayı nasıl sardığı?


Son zamanlarda keyifle okuduğum Tom Standage’nin yazdığı “Altı Bardakta Dünya Tarihi” ;
Mezopotamya ve Mısır’da keşfedilen “Bira” ile başlayıp, Yunanistan ve Roma’dan tüm ülkelere ticareti yapılan statü simgesi ve asillerin en popüler içkisi “Şarap” ile devam ederken, Arap dünyasından bir kimyacının buluşu olan “Damıtık içkiler” in  ekonomik mala dönüşmesi, tüm dünyaya yayılması sonucu vergilendirme, siyasi güç ve yasakların gelmesiyle gücünü Avrupalıların peşine düştüğü, entelektüellerin içeceği “Kahve”ye bırakanve ardından Çin’den sonra tüm dünyayı fetheden “Çay” ve kapitalizmin simgesi haline gelen “Cola”yı anlatıyor.

Sonuçta başladığımız yere geri döndürüyor bizi. Her şeyin temeli, ana maddesi “Su”…

Bir fincan kahvenin kokusunu içime çekerken tarihte bir kahve çekirdeği için nasıl bir savaş verildiğini okuyorum.

Dünyanın kahve macerası ilk olarak 1470 yılında Yemen’de başlamış. Mekke’den sonra Mısır ve Filistin’e kadar yayılan kahve sevdası keşifler çağının başlamasıyla on yedinci yüzyılın başında Avrupalı gezginler aracılığıyla ve Papa VIII Clenmens’in onayıyla başta Hollanda, Fransa ve İngiltere olmak üzere tüm Avrupa’ya yayılıyor. Çok popüler olan kahve ve beraberinde açılan kahvehaneler sayesinde Avrupalı kahve çekirdeğini yetiştirmenin peşine düşüyor.

Kim istemez ki dünyaya egemen olan bir kahve tedarikçisi olmayı?



Veee savaş başlıyor. Yüz yıla yakın bir süre gemilere yüklemeden önce kahve çekirdeklerini kavurarak ve yabancıları kahve üretim merkezlerinden uzak tutarak önlem almaya çalışan Arap’ların bu yasaklarını ilk delen Hollandalı Denizciler olmuş. Arap kahve ağaçlarından gizlice kopardıkları bir dal ile başlayan Hollanda’nın kahve macerası kendine uygun toprak bulana kadar sömürü devletlerde dolaşmış.

Veee mutlu son, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Brezilya, dünyaya egemen kahve tedarikçisi oluyor.

Her şeyin bir ilki vardır



1650 yılında Batı Avrupa’da ilk kahvehane’nin bir üniversite kenti olan Oxford’da açılması ve kahvehanelerin çoğalıp popülerleşmesiyle ilk tepkiler de tabi ki üniversite yetkililerinden gelmiş.

“Öğrencilerimiz kahvehanelere kaçtı, derslere gelmiyorlar.”

Sadece öğrenciler mi?

Kısa sürede kahvehaneler benimsenip kitap, şiir, felsefe, bilim hatta akademik tartışma alanlarına dönüşünce, bir fincan kahve fiyatına (1-2 peni) içeri girip birçok şey öğrenmeye yardımcı olduğu için “Peni Üniversiteleri” bile denmiş.

İç mekanın ev gibi dekore edilmesi, rahat koltuklar, kitaplarla dolu raflar, devamlı müşterilerin varlığı ve sıcak kahve sayesinde ev rahatlığı sağlayan kahvehanelerin girişinde sosyal farklılıklar da kapıda bırakılırmış.

“On yedinci yüzyılda Avrupalı bir iş adamı en son ticari haberleri duymak, mal fiyatlarını izlemek, siyasal dedikodulara yetişmek, başka insanların yeni bir kitap hakkında ne düşündüklerini öğrenmek ya da en son bilimsel gelişmelerden haberdar olmak istediğinde, yapması gereken tek şey bir kahvehaneye uğramaktı.

Avrupa’nın kahvehaneleri bilim insanları, iş adamları, yazarlar ve politikacılar için bilgi borsası işlevi görüyordu.” 

Kahvehanelerin siyasi dedikoduların yapıldığı, devrimci heyecanların merkezi haline geldiği zamanlarda olmuş. Ancak tüm yasaklamalar ve baskılar ne kahveden vaz geçirmiş ne de kahvehanelerdeki bilgi akışını bozmuş.

Londra’daki bazı kahvehanelerin denizcilik, matematik ve astronomi derslerinin verildiği yerler olması girişimciler ve bilim insanlarının sanayi devrimini başlatmasına vesile olması şaşırtmıyor beni. Bu kahvehanelerin iyi yanı, bir de ayrımcılığa sahip olması gibi kötü bir yanı var. O dönemde Londra’da ki kahvehanelere kadınların girmesi yasak.

Yirmi birinci yüzyıla gelindiğinde sanat, bilim ve iş dünyası internet üzerine taşınmış oldu. Açık ofis sistemine geçilmesiyle de diz üstü bilgisayarını alan insanlar yeni nesil kahvehanelerde, kitap kafelerde işlerini internet aracılığıyla kahve eşliğinde dünyaya açılarak yapıyorlar. Zaman zaman kitap sohbetleri de bazı kitap kafelerde devam ediyor.

Kahvenin zihinsel yeteneğinin keşfedilmesinden bu yana, masa başında oturarak zihinsel iş yapan, bilim insanlarının, entelektüellerin, tüccarların ve öğrencilerin tercihi kahve, hayatımızda ki en önemli yerini aldı.

“Bugünkü kahve kültürünün ve Starbucks kahvehane zincirinin merkezi olan Seattle kentinin aynı zamanda dünyanın en büyük yazılım ve internet firmalarından bazılarının üssü olması şaşırtıcı değil mi? Kahvenin yenilikçilikle, akılla ve ağ oluşturmayla -artı bir tutam devrimci coşkuyla- ilişkinin uzun bir geçmişi vardır.”





Kahve zihin açar, enerji verir.

Kırk yıl hatırı vardır.

Köpüğü bol, tadı yerinde olsun

Afiyet olsun

Hüma



Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.
































Devamını Oku »