NİAGARA

0 yorum




Su dalgalandıkça sallanan bir teknede çığlık atan insanların sesini kanıksadım artık, yüzüme vuran su damlalarını keyifle karşılıyorum, hatta giderek ıslanıyor olmaktanda şikayetçi değilim. Zira Kuzey Amerika’nın en büyük şelalesi’ne bakıyorum, yaklaşabildiğim en yakın mesafeden…

Her saniye Niagara’dan 3160 ton su dökülüyormuş. Şelalenin yüksekliğine, akış hızına bakıp, sadece doğa harikası muhteşem bir manzara diye seyreden biz ziyaretçilerden daha farklı düşüncelerle bakan biri- birileri matematiksel hesapla bu doğa harikasını fırsata çevirmiş bile.

1890 yılında Nikola Tesla Niagara Şelalesinden elektrik elde edebilmek için hidroelektrik santrali kurmuş ve halen Amerika ve Kanada bu bölgede şelaleden üretilen elektiriği kullanıyorlarmış.




Bir gün önce Washington’dan yola çıkıp 12 saatlik bir yolculuk sonucu gece karanlıkta geldiğimiz Niagara Şelaleri Parkı bu sabah mavi yağmurluklarımızla bindiğimiz bot turuyla keyifli bir hal aldı. 

Bizim bindiğimiz bot şelaleye yaklaşabildiği en uygun yerde karşı kıyıdan Kanada tarafından kalkan kırmızı yağmurluklularla dolu botu selamlıyor ve turunu tamamlıyor. 




Bot turunun hemen ardından çıktığımız muhteşem manzaralı seyir terasından iki ülke arasındaki geçişi sağlayan Gökkuşağı Köprüsünü (Rainbow Bridge) seyretme şansımız oldu. Uzaktan seçebildiğim kadarı ile kayalara tırmanan sarı yağmurluklu bir gurup insan kayalıklardaki mini mağralara gire çıka şelaleye karadan yaklaşmaya çalışıyorlardı. Seyrederken ben yoruldum. Bu da hafızama performansı yüksek bir etkinlik olarak kaydedildi.


Bizim bir sonraki hedefimiz büyük bir yeşillik alana sahip Keçi Adası (Goat Island) ve Üç Kız
Kardeş Adasına (Three Sisters Island) gitmek. 

Niagara Falls State Park ‘ın içinden yürüyerek geçtiğimiz mini köprülerle birbirine bağlı adalar muhteşem manzaralarıyla adeta görsel bir şölen oluşturuyorlar, her birinde yeşilin binbir tonu var. İsteyen mini bir trenle de burayı gezebiliyor ama biz yürümeyi tercih ettik. İyi ki de yürümüşüz parkın her bir köşesinden şelalenin görünümü farklı, bir o kadar da seyretmesi keyifli. 


Bu kadar büyük bir park alanı olur da içerisinde yemek yeme yerleri olmaz mı? Yemek molası için durduğumuz alanda sandiviçilerimizi yemek için bulduğumuz bir masaya oturmuş gayri ihtiyari ellerinde yemekleri ile gelenleri izliyorum. 


Dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilerin akınına uğrayan bu parkın doğal ziyaretçileri olan martılar da paylarını almak için hedefe kitlenmiş yukarıdan izliyorlarmış meğer.

Yiyeceğini alıp binadan çıkıp park alanına doğru gelen insanların tepelerinden aniden pike yapıp onları korkutarak ellerindekini yere düşürmelerini sağlamak asıl görevleriymiş, gerisi kolay yere düşen sosisliyi kap!

Heyecan ve eğlence dolu sahneler yaşandı oturduğumuz süre boyunca. Martılar daha sonra insanların onlara attığı ekmekleri, pizza dilimlerini aldılar. Anladım ki dünyanın her yerinde Martıların yeme alışkanlıklarını biz insanlar değiştiriyoruz. İstanbul Martıları simit yiyor diye üzülüyordum…

Gün boyu parkın içinde dolaşmak ve farklı bakış açılarıyla şelaleyi seyretmek hem huzurlu hem de keyifliydi. Akşam yemeğinden sonra Şelalenin Parkın içindeki seyir terasından havai fişek gösterisini izleme şansını yakaladık. Her bir fişeğin patlamasıyla ortaya çıkan ışık hüzmesi sayesinde aydınlanan şelalenin görüntüsü hafızamın unutulmayacak manzaralar ve bu gezi ileride çocuklarla tekrar tekrar anılacak hikayeler  bölümüne kaydedildi bile…



Keyifli bir gün daha bitti yarın yolculuk New York’a doğru, yol üstünde Binghamton’da konaklayıp devam edeceğiz.












Haziran 2018






















Devamını Oku »

SAVAŞÇI

0 yorum

Bobby Dixon
(Ali Muhammed)
Dipten zirveye... 



“Anneeee, bunu mutlaka sen de okumalısın!” dedi, elinde salladığı kitabı burnuma doğru sokarak. Çok yakın bir dostumuzun karne hediyesiydi “Savaşçı”

Onun bu ısrarcılığı beni daha çok meraklandırdı. İlk bakışta Fenerbahçe’li bir basketbolcunun yaşam öyküsü diye adlandırabileceğim sıradanlık yavaş yavaş yerini gizemli bir merak duygusuna bıraktı…

Oğlumun eline aldığı kitabı aynı gün içinde bir solukta bitirmesinden anlamlıydım. Satırlar arasında ilerledikçe farkına vardım ki bu kitap, mücadelenin, çok çalışmanın, başarının yanında hiç pes etmemenin kitabıymış… 

“En dibe vurduğunda gidebilecek başka yer olmadığına göre tek yapman gereken yukarı çıkmaya başlamaktır.”

Doğduğumuz coğrafya ve doğuştan sahip olduğumuz din, dil, ırk gibi bazı özellikler bize, şansı ve şanssızlığı beraberinde getirirmiş.

“Bizim ise tek yapmamız gereken değiştiremediklerimizin değil, değiştirebildiklerimizin üzerine odaklanmak” diyor 1983 Chicago doğumlu Bobby Dixon. Uyuşturucu batağının içindeki ailesiyle verdiği yoksulluk mücadelesi, hayata 1-0 yenik başlamasını sağlasa da, hatalarla dolu yaşamından zirveye doğru tırmanırken aldığı dersler, sabır ve azimle çalışmaya devam ettiği cesaret dolu mücadelesini anlattığı hayat hikayesi “Savaşçı” Nemesis Kitap tarafından okurlarla buluştu.

“Bu benim hayatımda aradığım başlangıçtı..." dediği Kankakee Devlet Üniversitesi’inde deneme idmanından sonra aldığı burs sayesinde basketbol hayatı resmen başlıyor. Sanmayın ki ilk başvurduğu okul ona burs verdi. Kabarık sabıka dosyasını, onun daha sonraları sorun çıkaracağının işareti olarak algılayan bir çok okul sergilediği performansa rağmen red cevabı veriyor.

Ama yılmadan çalışmaya devam eden Dixon, çabaları ve azimli çalışmaları sayesinde burslu girdiği Troy Üniversitesi'nin sağlık bölümünü yüksek bir dereceyle bitirmeyi başarıyor.

Hayaller büyük, gidilecek yol uzun, daha çoooook çalışmak gerek!

“O günlerle ilgili hatırladığım şeylerden biri de, öyle bir hayat yaşamak istemediğimin farkına varmamdı. Daha fazlasını istiyordum. İçinde doğup büyüdüğüm aile belliydi, bunu değiştiremezdim. Sonuçta hiçbirimiz nerede ve kim olarak doğacağımızı seçemeyiz. Değişitremeyeceğim şeyler karşısında bir şeyler yapabiliridim ama. Özgürlük hissine ihtiyacım vardı belki. Ya da kaçmaya. Ve bu ikisini bana aynı anda hissettirebilen tek şey spordu.” Syf 58

Hayal kırıklıklarını en aza indirmek için zaman zaman gidilen yolu, tercihleri değiştirmekle yeni kapıların açılmasına şans vermeyi deniyor Dixon.

“1.78 metre boyun NBA'de bir kadroda yer almak için yetersiz olduğunu biliyordum.”

NBA hayalinden vaz geçerek Avrupa basketbolunda şansını denemeye karar vermesi de onun için hayatında açılan yeni kapılar, yeni başlangıçlar demekti.

Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Ona inanan antrenörler ve takım arkadaşları sayesinde adım adım zirveye tırmanıyor.

“Kuzenimle birlikteaynı evde kalıyordum. Kendime zar zor yetiyordum. Kuzenim ise yeniden uyuşturucu satarak para kazanabileceğimi söyledi. Bunu birdaha asla yapmayacaktım. Hiç uzatmadım ve evden ayrıldım. Beni yanlışa sevk ettiğini hissettiğim her yerden ve herkesten uzaklaşmaya kararlıydım.” Syf 81

Büyürken kendi hayatında yaşadığı zorluklar sırasında eksikliğini hissettiği bir çok şeyi şimdi o çevresindeki gençlere sağlamaya çalışıyor. Chicago'da kurucusu olduğu "Lionheart" vakfı sayesinde yaz döneminde gençler için basketbol kampları düzenliyor. Amacı 10-17 yaş arasındaki gençlere hem basketbolu sevdirmek hem de hayatta karşılaştıkları zorluklarla mücadele etmelerini sağlamak.
Kitap bittiğinde şunu düşündüm “Yapabilirsin! Yadaaaa yapmamayı da tercih edebilirsin. 
Hayat senin! Seçim senin!”


Temmuz 2019
Hüma Oktay

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır





Devamını Oku »

Çıtır Çıtır Felsefe

0 yorum

Hayatı anlatan kitaplar…





“Anne dürüst olmak ne demek?” 

“Anne öğretmen, siz iyi ahlaklı çocuklarsınız dedi. İyi ahlak ne? Kötü ahlak nasıl olur?”

“İnsanlar neden ölür?”

“Büyüyünce herkes işe gidiyor. İş ne demek?” 

“O makinelerden para geliyor ya, para sihirli mi?”

Ben diyeyim 10 yıl siz deyin 13 yıl önce…

Ben o zamanlar tek çocuklu bir anne iken, anaokulu çağındaki oğluma iyi ve kötüyü, aşk ve dostluğu, şiddet ve şiddetsizliği, yaşam ve ölümü...  ve bunun gibi daha nice soyut kavramı anlatmaya çabalarken keşfettiğim Çıtır Çıtır Felsefe serisi sayesinde bir çok soru cevapsız kalmaktan kurtuldu. 

Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi gören Brigitte Labbé‘in yazdığı ve Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Michel Puech‘ın ve lise felsefe öğretmeni Pierre-François Dupont-Beurier katkılarıyla ortaya çıkan Çıtır Çıtır Felsefe serisi Günışığı Kitaplığı aracılığıyla okuyucuları ile buluşmaya devam ediyor. 

Hayat bu! Yıllar geçtikçe konular birikti, kitapların sayısı artı ve doğal olarak kitaba olan ilgi daha da arttı. Sonunda olan oldu, ağabeyinin odasına gire çıka kitaplıktan aldığı bütün seriyi kendi kitaplığına taşıdı. Kullanım hakkını saklı tutmak kaydıyla ağabey ağabeyliğini yaptı kitapların yeni yerine gitmesine ses çıkarmadı.

Yaşadığımız gezeni anlamaya çalışan çocukları, doğru sorular sorarak düşündüren, hayatın içinden örneklerle temel kavramları anlamalarına yardımcı olan Çıtır Çıtır Felsefe serisi her kitapta ayrı bir kavramı ele alıyor. 

“Bir gün ölümün geleceğini unutursak, her zaman her şeyi yarına bırakabiliriz. Her gün işlerin bekleyebileceğini, bir sürü zamanımız olduğunu, onları yarın yapacağımızı, sonra öbür gün yapacağımızı ve sonra tekrar, yarın yapacağımızı düşünür, sonuçta hiç bir şey yapamayız. 

Hayallerine ve amaçlarına ulaşma isteği duymak için insanın, yaşamın sonsuza kadar sürmeyeceğini hatırlaması gerekir. Yoksa niye kendimizi yoralım, neden çaba harcayalım ki? 


Sonuç olarak, yaşamın bir gün bitecek olması bizi, onu doğru yönlendirmek ve başarılı olmak için çaba göstermeye iter. 

O halde gerçek soru, "Neden ölürüz?" değil, "Nasıl yaşamalıyız?" sorusudur.”

Çıtır Çıtır Felsefe / Yaşam ve Ölüm /syf 38


Üzerinde düşünülecek, konuşulacak tüm kavramların olduğu bu seri, zaman zaman, tekrar tekrar okunacak kitaplar listesinde olmaya devam ediyor. 

Devam ediyor diyorum otuzbirinci son kitap Şans ve Şanssızlık raflarda ve tabiki bizim kitaplığımızda yerini aldı. Arkadaşı ile birlikte kitabı aldığımız gün okumak için eve kadar sabredin dedim ama nafile. 


İyi okumalar 

Sevgiyle kalın

Hüma 
Ocak 2019






















Devamını Oku »

Karadankaçanlar

0 yorum

Ben diyeyim Denizekaçanlar, sen de Karadankaçanlar...






Uzun yıllardır gezenti bir babadan olma, biraz çatlak ancak iyi kalpli ve çalışkan bir anneden doğma Tomris’in ve hikayeler uydura uydura yelkenli ile ülke ülke gezen annesinin hikayesi Karadankaçanlar...

Tabi bu hikayede sadece Tomris ve annesi yok.

Merakını yenemeyip herşeyi birbirine karıştıran Sütliman hanım, üç küçük yavrusunu arayan Demir Ejderhaları’ndan Mine Dörtkafa, korkunç OkurCanına Cadısı’ndan kaçan şehir halkı ve cadının tepelerden birinin zirvesinde mağranın derinliklerinde sakladığı üç küçük ejderha yavrusu…

“O yüzden madem hâlâ buradasın ve kararlısın dinlemeye devamını hikâyenin… Yada kararlı değilsin de, sıkıcılar sıkıcısı bir yetişkin ısrarla dikiliyor tepende, oku diye devamını kitabın… Anlatayım da, başladığı işi yarım bıraktı deme hakkımda sakın. Hem zaten… hiç istemesem de koparmayı ödünü yada hoplatmayı yüreğini… tutamayacağım galiba çenemi ve her durumda anlatacağım hikâyenin gerisini.”

Maceracı ikili Tomris ve annesinin yolları intikam peşindeki bir cadıyla kesişirse, merak dolu sorular gelmez mi insanın aklına?  Cadının büyüsü altındaki liman kentindeki çocuklara ne olacak? Yavru ejderhaları kim kurtaracak? OkurCanına Cadısının da bir kalbi var mı? Cadının uçan süpürgesine ne oldu?

Tüm soruların cevapları, şiirsel ve neşeli anlatımı ile  Aslı Tohumcu’nun kaleminden “Karadankaçanlar”da…

İyi okumalar.
Sevgiyle Kalın
Hüma





Devamını Oku »

Eskimus Serüvenleri

0 yorum


“Yaaa, böyle bitmemeliydi!”

İki gündür elimizden düşürmediğimiz Eksimus Serüvenleri’nin kahramanları adeta zihnimizi istila etmiş durumda. Oğlumla birlikte, zaman zaman kahramanların yerine geçip, sen olsan ne yapardın? Ben olsam şöyle yapardım gibi yorumlarla maceranın kritiğini yaparken bulduk kendimizi.

Her şey kış sezonunda Yasemin Sungurla Kitap İle Sohbet etkinliğinde kullandığım mini not defterimi bulup, karıştırmakla başladı.

Yazar etkinliğine katılan Aslı Tohumcuyla kitaplarını konuşurken araya minik harflerle eklediği çocuk kitapları yazdığı bilgisini kendime not etmişim. Yaz boyunca okunacaklar listesine de eklemeyi unutmamışım. İyiki de yapmışım. Geçenlerde internet siparişlerim geldi merakla önce çocuk kitaplarından başladım. Kitap öyle sarmış ki sesli yorum yapmışım. Oğlum merakla yanıma gelerek kitap hakkında sorular sormaya başladı. Ben heyecanla anlatırken “Dur anlatma, ben de okuyacağım” demesiyle kitaplar aramızda dolaşmaya başalamasın mı?

Birinci kitap “Üç Kişilik Ordu”yu benden sonra okumaya başlamasına rağmen ikinci kitap “Yalancı Cennet”i ben bitiremeden yetişti kerata.

Gün içinde verdiğim zorunlu kısa molalar uzun soluklu okumama engel olsada, onun gibi saatlerce aynı koltukta kalıp heyecanla, kesintisiz kitap okumayı çok isterdim. Çocuk olmayı özlediğimi farkettim.

Tabiki üçüncü kitap “Her Çocuğun Rüyası”nı benden önce bitirdi. Kitap biter bitmez, -daha önce yaptığı gibi- yanıma gelip sonunu anlatmadığına göre kesin katil uşak!

İçimdeki merak kelebekleri pırpır etse de yinede soramam, bilirim ki merakla seyrettiğim filmlerin ve okuduğum kitapların sonunu birinin söylemesi bütün büyüyü bozar.

Sonunda bende seriyi bitirdim. Evet yaaa böyle bitmemeliydi!

Kitapların en sevdiğim yanı, sonrasında yapılan sohbet. Konu konuyu açıyor, sorular, cevaplar havada uçuyor. Hatta biz olayları devam ettirip dördüncü kitabın konusunu belirleyip, hızımızı alamayıp serinin tamamının filmi çekilseydi sahnelerin nasıl olabileceğini bile hayal ettik.

İkiz kardeşlerin ailevi sırları ortaya çıkarmak isterken yaşadıkları maceralar, aile üyelerinin düştüğü zor durumlar, yeni kazanılan dostluklarla kurulan işbirliği ve hiç hesapta yokken ortaya çıkan düşmanlar.

Acaba kazanan kim olacak? Dr.Eksimus mu? Profesör Devküçük mü? Yoksa ikizler mi? Sizce savaşın kazananı olur mu? Macera boyunca kimin eli kimin cebinde? Acaba dost bildiklerimiz bizim düşmanımız mı yoksa düşmanımız bir gün gelir dostumuz olur mu?

Tüm soruların cevapları Aslı Tohumcu’nun kaleminden “Eksimus Serüvenleri”nde…

İyi okumalar.
Sevgiyle Kalın
Hüma


Haaa unutmadan katil uşak!

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.






Devamını Oku »

Şu Acayip ...

0 yorum

Ah Şu Acayip Şeyler 






Anneee….

-Yarasalar gece nasıl avlanırlar?

-Neden Hindistandaki fillerin kulakları Afrika fillerinin kulakları kadar büyük değil?

-Kulağakaçan böceği gerçekten kulağa kaçar mı?

-Balıkların kulak delikleri var mıdır?

-Neden iki kulağımız var?


Sorular ardı ardına gelince oğlumun yeni öğrendiği bilgileri benimle paylaşmak istediğini tahmin ederek,

“Bilmiyorum ama cevabını merak ettim” demem yeterli. Sonrasında onu susturabilene aşkolsun.

Kulakların Hayat Bilgisi ve Fen Bilgisi kitaplarında yazmayan, çok acayip gerçekleri, Tarık Uslu’nun kaleminden Şu Acayip Kulaklar kitabında.

Aslında “Şu Acayip Kulaklar” serinin yirminci kitabı.

İki yıl önce kitapçıda kitapları karıştırırken oğlumun ilgi alanı olan Hücre, Atom, Işık ve Renk sayesinde tesadüfen keşfettiği Tarık Uslu’nun bu serisi Fen Bilgisi derslerinin vazgeçilmez eğlencesi…


Bu seriden aldığı keyif, kitapları okurken kıkırdamasından belli.


Yaz döneminde evi karıncaların basması “Şu Acayip Karıncalar”, hiç durmadan öten cırcır böcekleri, kulağa kaçanlar, tesbih böcekleri sayesinde de “Şu Acayip Böcekler” ve daha niceleri kitaplıktaki yerlerini almaya başladılar, yeryüzü, gökyüzü, uzay derken bir bakmışız yirminci kitaba gelmişiz.


Kitabı okuduktan sonra acayip sorularla bizi sıkıştırması, “Biliyormusun anne?” diye başlayan cümleler ile uzun uzun okuduklarını anlatması sayesinde ister istemez ev halkı olarak biz de bu serinin müptelası olduk.

Tüm çocuklara, çocuk kalanlara ve ömür boyu öğrenci olanlara iyi okumalar.

Sevgiyle kalın
Hüma 







Şu Acayip Şeyler  serisi hakkındaki düşüncelerini benle paylaşır mısın?

“O kadar bilimsel ve zor şeyleri son derece espritüel bir dilde anlatmış. Ders kitaplarından daha eğlenceli. Anlatılan her şey çok kolay kafaya oturuyor. Ben böyle anlattım anne ama sen cümleleri düzenlersin.”








Devamını Oku »

Bahar Sarıkaya

0 yorum


O BİR ÖĞRETMEN

O BİR YAZAR

O BİR ANNE


Tesadüfleri severim, aslında tesadüfün planlı bir kader olduğuna inanırım. Bazı insanlarla yollarınız kesişir ve kalpleriniz aynı amaç için atar ya, işte benim için de öyle bir gündü bugün. Öğrencilerinden “benim çocuklarım” diye bahseden, cıvıl cıvıl enerjisi ile çevresindekileri etkileyen, yaptıklarını anlatırken mütevaziliği elden bırakmayan öğretmen, yazar ve anne Bahar Sarıkaya ile Kendisi Bir Mekan’da, yazdığı kitapları, çocukları ve yeni projelerini konuştuk. 

Çocuklar için yazdığınız Atatürk konulu etkinlik kitaplarınızın yazılış hikayesinden bahseder misiniz? 

Bizler her çocuğa anaokulundan itibaren Atatürk’ü anlatmaya çalışıyoruz Fakat fark ettimki o yaş çocuğunun anlamadığı kelimelerle anlatıyoruz. Savaşlar, kongreler, genelgeler gibi…

Bugün bu ülkede kadın olarak çalışabiliyorsam ve öğrencilerimle öğretmenlik yapabiliyorsam, bu özgürlüğü ona borçluyum. Öğretmen, anne ve yazar olarak yetiştirdiğim, ulaşabildiğim her çocuğa Atatürk’ü anlatmalı tanıtmalıyım, bu benim manevi borcum. 

18 yıllık öğretmenim, dolayısıyla çocukların okulda neyi yapamadıklarını ve neye ihtiyaç duyduklarını gözlemleme şansım oluyor. Sınıfta çocuklara Atatürk ile ilgili savaşları, yaptığı yenilikleri anlatırken çocukların ilginç soruları olurdu, “Nelerden korkar? O da benim gibi ballı süt sever mi?” Benim anlatmak istediğim Atatürk ile onların merak ettiği Atatürk bambaşka. Düşündüm, bu çocuklara kendi yaş dilimlerinde anlayabilecekleri şekilde Atatürk’ü anlatmalıyım.

 
İlk kitap anaokul gurubuna, 5-6 yaş için yazdığım “Atatürk ve Ben”. 

Kitabın içerisinde Atatürk’ün sevdiği yemek, sevdiği kitap, en sevdiği hayvan gibi bilgiler var sonuç olarak çocukların onunla bir özdeşim kurmalarını istedim. 

“Onun ve senin, sevdiğiniz şeyleri öğrendin, belkide ortak noktalarınız var. Neden sende bir gün onun gibi bir lider olmayasın?” mesajını vermekti amacım. 

Sonra ikinci kitap devreye girdi, “Her Çocuk Biraz Atatürk’tür” ilkokul 3. sınıf etkinlik kitabı. Yaşlar biraz daha büyüdüğü için etkinlikteki sorular değişti, derinleşti. İçerisindeki her soru çocuğun birşeyleri analiz etmesini, kendiyle özdeşleştirmesini sağlıyor. 

Aslında anlatmaya çalıştığım O’nun da sevdiği şeylerin yanında korkuları, kaygıları var, senin de var. O bunlarla baş etmeyi başarabilmiş? Sen de baş edebilirsin? Çocukların kendilerini bir lider ile özdeşleştirerek her yönüyle analiz etmelerini, kendilerini tanımalarını, sorun çözme becerilerini geliştirmelerini istedim. 

Buradaki soruların tamamının tarzı zaten bizim yaratıcı soru dediğimiz tarzda. İçerisinde çocuğun birikimini katmasını beklediğimiz şeyler. Kitabın en güzel noktası, Uzman Klinik Psikolog Selin Sönmez tarafından yönlendirilmesi ve sınıflarımda çocuklarla yaptığımız değerlendirmelerde onların bakış açılarıyla şekillenmesiydi. Bu süreçte çocuklar çok keyif aldılar, kendi yaptıkları şeyleri bir ürün olarak karşılarında görmek onların çok hoşlarına gidiyor. Neticede emek verdikleri bir şey somut olarak ellerinde duruyor. 

Üçüncü kitabım “Unutulmayan Sözlerle Atatürk” 19 Mayıs’ta piyasaya çıktı. Bir insanı davranışları ile anlatmak ayrı bir şeydir ama bazen bir cümle söylersiniz ve o cümle sizin saatlerce anlatmak istediğiniz şeye bedeldir. 

İlk kitabınız Atatürk ve Ben ile bir proje başlattınız, bize bu projeden bahseder misiniz? 

Bizler İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşadığımız için kitaplara özellikle yeni çıkan kitaplara ulaşmamız daha kolay ama baktığınızda başka bir şehirde yaşayan çocuk için durum böyle değil. Biz özel okullardaki öğretmenler zaman zaman kampanyalar yaparız, sosyal sorumluluk projesi kapsamında devlet okullarına kitaplar göndeririz. Bu kampanyalarla kitap yardımı alan bir çocuk vardı hayatımda, şöyle demişti; “Benim hiç yapılmamış, yıpranmamış bir kitabım olacak mı?” O beni çok etkilemişti. Kendi kitabım çıkınca böyle bir proje başlatmak istedim ve bence her çocuğun bir tane yeni kitabı olmalı, kendine ait bir kitabı olmalı.

Atatürk ve Ben kitabı piyasaya Mart ayında çıktı, Projeyi 23 Nisan’a özel başlattım. 23 Nisan Atatürk’ün bize armağanı, kitapta bizden çocuklara armağan olsun istedim.

“5000 Öğrenciye Atatürk ve Ben” projesini başlattığımda çok heyecanlanmıştım, Türkiye’nin her yerindeki devlet okullarına, ihtiyacı olan çocuklara gidecek ve ilk kez kitabı olacak o çocukların. Kitap Atatürk ile ilgili ve 23 Nisan geliyor, ben heyecanla bu işe girişirken sponsor bulma konusunda bu kadar zorlanacağımı hiç düşünmemiştim. Bir çok firma ile yazıştım sosyal sorumluluk projesi kapsamında bu projeye sponsor bulamadım maalesef. Çok üzüldüm tabii ama yılmadım sosyal medya hesabımdan tüm akrabalarıma, arkadaşlarıma hatta ilkokul arkadaşlarıma kadar ulaştım. Bu proje için destek istedim. Arkadaşlar, dostlar ve onların dostları sayesinde ufak ufak başlayan yardımlar birikti en sonunda 5000 öğrenciye bu kitabı ulaştıracak bütçeyi temin ettim. 

O çocuklara o kitaplar gitti. Ve yeni bir süreç başladı benim için. İnstagramda #5000öğrenciyeatatürkveben hesabı açmıştım. Kitabımın ulaştığı öğrencilerden, öğretmenlerinden o kadar muhteşem fotoğraflar ve videolar gelmeye başladı ki çok duygulandım, çok mutlu oldum. Bu süreçte çektiğim sıkıntı apayrı ama diğer taraftan teşekkür eden mesajları, mektupları size yapılan o boyamalar gönderdikleri fotoğraflar muhteşemdi. 

Bu proje hayatımızda başka güzelliklere yol açtı. Öğretmelerle yaptığımız yazışmalar sonucu sınıflarda başlattığımız sosyal sorumluluk projesi kapsamında 7-8 yaşlarındaki çocuklarım başka okullara yardım ettiler.

İlk öğretim çağı çocuklarının kitap okuma alışkanlıklarını nasıl buluyorsunuz? 

Genel olarak baktığınızda çocuklar okumaktan çok hoşlanmıyorlar çünkü teknoloji hayatlarının içerisinde. Ancak suçlu sadece teknoloji olamaz. Kitap okuma alışkanlığı çocukların hayatlarına ilkokula geldiklerinde kazandırılacak bir şey değil. Ebeveynler en büyük hatayı burada yapıyorlar. Kitap okuma eylemi, çocuğun hayatında doğduğu andan itibaren varolacak bir şeydir. Okula başlayana kadarki yedi yıl çok uzun bir zaman. Yedi yıl boyunca hiç bir şekilde kitap okumamış bir çocuğu okula başlatıyoruz, böyle çocuklar var maalesef ve biz o çocuğa hem ödev yapmasını hemde günde 15 dakika kitap okumasını mecbur ediyoruz. Doğal olarak bu ona eziyet geliyor.

Çocuğun küçük yaştan itibaren kitapla bir arada olması, konsantrasyon, dikkat becerisi, kelime haznesinin artması, anlama becerisinin gelişmesi, el kasları ve büyük-küçük kas uyumunun gelişmesini sağlar. Bizim normalde okul hayatına başladıklarında çocuklardan beklenen küçük kas denetimi dediğimiz şey aslında sayfa çevirmek kadar basit bir eylemi yapabilmesi içindir.

Çocuklar ailenin bir yansıması, davranışsal olarak, kelime becerisi, oturma kalkma alışkanlıkları, erdem anlayışı, ahlak anlayışı, ailelerin kitap okumaya verdiği önem, eğitim açlığına öğrenme becerisine gösterdiği değer tüm bunlar ailelerin çocuğa kazandırdıkları. Çocuk okula geldiğinde bunun üzerine biz ilave yapabiliyoruz. Doğal olarak ailesinden öğrendiği kitap okuma alışkanlığı okulda pekişiyor. 

Çocukların öğrenme becerileri, zihinsel gelişimleri açışından bakıldığında, okul öncesi kitap okuma alışkanlığı kazanmamış çocuklarla bu kazanımı edinmiş çocuklar arasında açık ara fark gözlemleniyor. 


Kitap okuma alışkanlığı edinmeleri konusunda ailelere tavsiyeleriniz nelerdir?

Kitap okumayı eğlenceli hale getirerek başlanabilir. Mesela kenarları ışıklı okuma gözlükleri var, çocukların hoşuna gidiyor yada çocuklar gizli köşelerde saklanıp kitap okumayı da severler. Masanın altında veya evde kurulan basit bir çadırın içinde gibi. Okul öncesi çocuklar ise aile bireyleriyle kucak kucağa olup, o sıcaklığı hissetmek ve ortak bir şeyler paylaşmak istiyorlar. Her çocuğa özel bir yöntem vardır. Sanırım aileler doğru teknikleri uygularlarsa, çocukların kitap okuma alışkanlığını kazanmaları çok yüksek olacaktır. 

Bir de kitap seçme süreci var. Kitapçıya gittiklerinde kitaplar dışında oyuncak, kırtasiye malzemesi vs olan yerlerde dikkat dağıldığı için konusu sadece kitap olan yerleri tercih etmeli aileler. Çocuk, kitapları inceleyip seçim yapabilir yada sadece onları kısaca okuyup bakmış da olabilir, her kitapçıya girdiğinizde kitap almak zorunda değilsiniz. Kitaplarla geçirdiği süre arttıkça ve yaş ilerledikçe mahalle kütüphaneleri, okul kütüphanelerine de gidecek, kitapçıdan da kendine uygun kitap seçmeyi öğrenecek. Çocuğun kitap okuma alışkanlığını kazanması, ailelerin bu süreci sabırla, istikrarlı bir şekilde nasıl yönettiğiyle çok alakalı. 


Yeni kitap projeleriniz var mı? 

Halihazırda hazırlıkları tamamlanan iki kitabım var. Yazmaya devam ettiğim kitaplar da var ve konusu Atatürk ile ilgili. 3-12 arası yaş guruplarına özel Atatürk kitapları yazmayı tamamladığımda başka birşeyler yazmaya devam edeceğim. 

3 yaş çocuklar, anaokuluna başladıklarında Atatürk’ü tanır, hayatını ve yaptıklarını bilir diye öğretilmesi zorunlu bir kazanım var ama konuyla ilgili bu yaş gurubuna göre bir kitap yok. Bu konuda tamamen çocuğa görelik ilkesinden yola çıkarak Anaokulu ve ilkokul 1. sınıf yaş gurubuna hitap eden içerisinde çeşitli etkinliklerin olduğu iki ayrı kitap Eylülde çıkacak. Adı yine “Her Çocuk Biraz Atatürk’tür” ama hitap ettiği yaş gurubu farklı. 

Gerçekten aslında her çocuk biraz Atatürk, sadece biraz ama daha da fazlası olabilir. Ne kadar olduğunu çocuğun kendisi belirliyor. 


Röportaj Hüma Oktay 

Bu röportaj Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır
























Devamını Oku »

Babalardan Babalara

0 yorum


“Ben annemle birlikte yaşıyorum, babam ara sıra geliyor. Sen kiminle yaşıyorsun?”

3,5 yaşında bir çocuğun sözleriydi bunlar. O dönem iş yoğunluğu nedeni ile çok seyahat eden eşim her cuma akşamı evde olmaya çalışır hafta sonunu oğluyla geçirmeye özen gösterirdi. Oğlum, başka ülkelerin, şehirlerin varlığını o dönemde öğrenmişti. Ve ben de yine o dönemde öğrenmiştim, çocuğunla kaliteli zaman geçirmek demenin ne demek olduğunu.

Yıllar çabuk geçiyor şimdi bazı iş seyahatlerine, lansman toplantılarına birlikte gidiyorlar.

“Babalarından, çocukluğun erken dönemlerinde -2,3,5 yaşlarında- yeterince sevgi alabilen çocukların, bir binanın temelini sağlam attıklarını ve o binanın kolay kolay sarsılmayacağını düşünüyorum.” Demiş Prof. Dr. Kemal Sayar /Syf 88

Çocuklarımız büyürken ben de eşim de doğru davranışlar sergileyebilmek adına onların okullarının düzenlediği bir çok eğitime katıldık, zaman zaman okuduklarımızı paylaştık, yeri geldi bir uzmana danıştık. Haa rağmen hata yapmadık mı? Yaptık tabi… Biz çocuklarımızla geliştik ve çocuklarımız sayesinde anne ve babalarımızı anladık.


Bu ara elimden düşüremediğim, Sevilay Acar’ın “Babalardan Babalara” adlı kitabı yeni bilgileri hafızama kaydederken, eski anıları da canlandırdı.

Birbirinden değerli, mesleklerinin duayenleri ile yapılan müthiş bir röportaj.  Konu babalardan, çocukluklarından, kendi çocuklarına kadar uzanıyor, sadece baba –çocuk ilişkisinin konuşulacağını sanırken, kadın-erkek ilişkileri, evlilik, aile olma bilinci, ailede babanın–annenin rolü, Türk toplumunda aile hayatında kadının ve erkeğin değişmeyen kalıplar içine sıkışmış rollerinin de konuşulduğunu okurken buluyorum kendimi.

Konu konuyu açıyor, altını çizdiğim yerlerin ve not aldığım kaynak kitapların sayısı artıyor. Babalık psikolojisinden, hormonlu çocuklara ve çağımızın hastalığı diyebileceğimiz internet bağımlılığına ve Narsisizm’e kadar uzanan konular, sonunda baba adaylarına ve yeni baba olmuş babalara bilgiler ile son buluyor. Ama benim için dolu dolu bir başucu kitabı olarak hayatıma giriyor.

Sevilay Acar‘ın özenle seçtiği sorular, değerli hocalarımız Prof. Dr. Özcan Köknel, Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Prof. Dr. Kemal Sayar ve Pedogog Ali Çankırılı‘nın detaylı verdiği cevaplar ve konu özetlenirken gösterilen müthiş kaynak kitaplar…

Bu kitabı okurken hep aklımdan geçen ve olmasını dilediğim, babalar gününün yaklaştığı şu günlerde, baba- çocuk ilişkisini yaşayabilen şanslı azınlıkta ki çocukların sayısının artmasıydı.

“Baba demek –bir kız çocuğu için de bir erkek çocuğu için de- dünya demek. Çocukların gelecekte oluşturacakları hayata şekil veren, onların ruhsal ve fiziksel gelişimlerini olumlu ya da olumsuz etkileyen en önemli değer.

Baban mı var, dünya var!” syf 239

Herkes şanslı olmuyor maalesef, bazı çocuklar bir eksik girecekler bu özel güne ve hüzünleri günler belki de haftalar öncesinden başlayacak. Çünkü biraz erken gitti onların kahramanları, sırtlarını yasladıkları koca çınarları…

Kimi zaman minik yürekler göz yaşlarıyla babalarını uğurladılar… Kimi zaman babalar gencecik oğullarını toprağa verdiler sımsıkı tuttuğu minik ellerle birlikte…

Seyircisiyiz olan bitenin. Yanında olup, bir şeyler yapmaya çalışsak da, hiçbirimiz bir çocuğun babasının yerini tutamayacağız ya da dindiremeyeceğiz bir babanın evladına özlemini…

Bizler şanslıysak eğer, babalarımızla ve bir baba olarak evlatlarımızla hâlâ daha birlikte vakit geçirme şansını yakalayabiliyorsak, ‘yarın’ değil, ‘sonra’ ya da ‘bir ara’ hiç değil ‘şimdi’ tam zamanı…


Her çocuğun kahramanı, babaların günü kutlu olsun.

Sevgiyle kalın, daima…

Hüma Oktay


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.






Devamını Oku »

Karlarla kaplı gizemli şehir Kars

0 yorum
Kars Kalesi ve Oniki Havariler Kilisesi
Yerde 1cm kar biriksinde kar topu yapalım diye saatlerce camın önünde güvenli sıcacık evlerimizde kalıp yağışını izlediğimiz kar, burada diz boyu…

“Kar onda hayatın güzelliği ve kısalığı duygusunu uyandırıyor, bütün düşmanlıklara rağmen aslında insanların birbirlerine benzediğini, alemin ve zamanın geniş, insanın dünyasının dar olduğunu hissettiriyordu. Bu yüzden kar yağınca insanlar birbirlerine sokuluyorlardı. Kar düşmanlıkların, hırsların, öfkelerin üstüne yağarak onları birbirine yaklaştırıyordu.” *

Kar kristallerinin aylarca yerden kalkmadığı, çağlar öncesinden bu yana antik kalıntılar, doğal bitki örtüsü, kayak pistleri, lezzetli yemekleri ile dört mevsim turistlerin uğrak yeri Kars şehrindeyiz.

Tepede, her yere hakim dimdik duran dış cephe surlarıyla 900 yıldır şehre gelenleri gözetleyen Kars Kalesi tüm heybetiyle bize bakıyor.

“Erişilmez savunma mevzilerine ve yalçın bir kaya üstüne kurulmuş kaleye baktıkça, Kars’ı nasıl ele geçirebildiğimize şaşıp kalıyorum.” **

Kalenin eteklerinde yer alan, yüzyıllar içerisinde kiliseden camiye, camiden kiliseye çevrilmiş hatta bir dönem Arkeoloji Müzesi olarak da kullanılmış Oniki Havariler Kilisesi tam karşımda. Ona büyülenmiş bakarken farkediyorum ki tek gerçek, ne amaçla kullanılırsa kullanılsın 937 yılından beri hâlâ sapasağlam ayakta kullanılır durumda olması…

Cheltikov Otel
Biraz ileride Taş Köprü’nün iki yakasındaki Mazlumağa hamamı ve hemen tam karşı kıyıda Muradiye hamamı nehrin iki yakasını mesken tutmuş bize gülümseyen 250 yıllık yapılar.

Bir zamanlar Rus şair Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in bile Muradiye hamamına uğradığı söyleniyor Moskova’dan Erzurum’a kadar uzanan yolculuğu sırasında. * *

Uzun kış gecelerinin neşesi, aşık atışmalarının yapıldığı Namık Kemal Kültür evi ve Rus Cheltikov Ailesinin bir zamanlar yaşadığı konak bugünkü Otel Cheltikov, şehir içindeki gezi noktalarımız.

Arkeoloji Müzesi / Ani Katedrali kapısı
Veeee Kars Müzesi (Arkeoloji Müzesi) , Ani Harabelerinde gördüğümüz arslan kabartmalı dış cephe süslemeleriyle dikkatimi çeken, kapıları ve kubbesi olmamasına rağmen muhteşem bir akustik yapısıyla da beni büyülüyen Ani Katedrali’nin o dantel gibi oymalı ceviz kapılarını aradı gözlerim ve yine büyülendim el işliğine, sanatına, yıllara direnmesine…

Ve en son şimdi çeşitli devlet daireleri olarak kullanılan Ruslardan kalma binaların olduğu ızgara planlı iki ana caddeden geçerek Sarıkamış’a otelimize doğru yola devam ediyoruz.




Küçük bir kaçamak

Kars şehrini geride bırakıp artık tatile kayak yaparak devam edeceğiz ailece yaptığımız plan bu. Fakat aramızda bir oyun bozan var. Tabiki ben! Benim kalbim Kars’da kaldı. Sokaklarında gezip, Ruslardan kalma taş binaları yakından görmek istiyorum. Puşkin Restaurantta kaz eti yemek istiyorum. 

Orhan Pamuk’un Kar romanında bahsetiği Karpalas oteli bulmak istiyorum, hatta en son biz gezemeden kapanan Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesin’i görmeden dönmek istemediğim için de havanın güneşli olduğu bir gün, tüm ekibi kayak pistinde bırakıp Sarıkamış’tan Minibüslere binerek Kars’a gidiyorum.
Kars’da sabah -11 ile başlayan günün soğuğu, güneşe rağmen iliklerime kadar işledi.

“Soğuk bir an şaşırttı Ka’yı, insanın isteklerinin ve hayallerinin, siyasetin ve günlük dalaverelerin Kars’ın soğuğu yanında ne kadar da küçük ve zayıf kaldığını hissetti.”**

Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı 

Adım adım gezdiğim sokakların birinde savaş zamanı karargah olarak da kullanılan Gazi Ahmet Muhtar Paşa konağına rastlıyorum.  

Konağın tarihi özelliğinin dışında; güney cephesindeki ahşap balkonuyla ve iç mekan duvarlarından geçirilen borular sayesinde tüm evi ısıtan Peç isimli ısıtma sistemi ile mimari yapısı da ilgimi çekiyor.

Şehirdeki son durağım, doğu sınırlarının korunması için Osmanlı imparatorluğu tarafından inşaa edilen 46 adet Tabya’dan biri. 


Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi

1828’de Rusların Kars’a yaptığı gece baskınında tabyadaki tüm askerlerin şehit edilmesi üzerine tarihte Kanlı Tabya olarak da anılan bu yeri, şimdi 1677-1918 arasındaki Osmanlı -Rus savaşlarının ve yapılan antlaşmaların detaylarının sunulduğu Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi olarak geziyorum.

Son gün havaalanı yolunda herşeyin üstünü usulca örtmüş karlara bakıp buraları yeşil görmeyi hayal ederken yazın gelirim umuduyla, çocuklar ise karları geride bıraktıkları için üzgün evimize döndüyoruz.

Mart 2019



* Orhan Pamuk / Kar / İletişim Yayınları 2001

* *Aleksandr Sergeyeviç Puşkin / Erzurum Yolculuğu / Cumhuriyet Yayınları 1999/ Çeviren Ataol Behramoğlu

Kars Çevresi gezilecek yerleri anlatan yazıya buradan ulaşabilirsiniz.




Devamını Oku »

Kars çevresi

0 yorum


Sevinçle “Kar var! Kar!” dedi. Parmaklarının ucu ile minik bir şeyi tutar gibi işaret ederek, “Biz şu kadarcık karı yerde görmek için üç saat yağışını seyrediyoruz, camın önünde bekliyoruz, burada diz boyu kar var. İnanabiliyor musun anne?”

Kar kristallerinin aylarca yerden kalkmadığı, çağlar öncesinden bu yana antik kalıntılar, doğal bitki örtüsü, kayak pistleri, lezzetli yemekleri ile dört mevsim turistlerin uğrak yeri Kars şehrindeyiz.

Havaalanından Ocaklı köyüne kadar bir saat yol boyu sağlı sollu her yanı gözümüzün alabildiğine beyaz bir örtüye teslim olmuş irili ufaklı dağları seyrederek çocukların daha gelmedik mi sorularına cevap vermekten bıkarak yol alıyoruz. Yolculuğumuzun sonu Ermenistan sınırında yer alan Ani Şehri.

Ani Harabeleri

Surp Kirkor Kilisesi

Kale surları arasından antik şehre giriş yaptığımızda, geniş bir alana yayılmış doğaya ve insana direnme çabasından yorgun düşmüş ortaçağın en önemli kentlerinden biri, ipek yolunun Anadoludaki gümrük kapısı sayılan bu şehir her şeye rağmen ayakta kalan kalıntıları ile hikayesini anlatıyor bize, sessizce…

Aşağıda usul usul akan Arpa çayını sınır bellemiş Ermenistan’la karşı karşıya kalan uçurumun hemen yanı başındaki muhteşem freskleriyle Surp Kirkor kilisesi, (Surp Amenap’rkitch Kilisesi)

Dikdörtgen planlı yapısı, sekizgen minaresiyle Anadoludaki ilk Türk camisi olma özelliğini taşıyan Ebû’l Manuçehr Camii 



Ani Katedrali 

Arslan kabartmalı dış cephe süslemeleriyle dikkat çeken, kapıları ve kubbesi olmamasına rağmen muhteşem bir akustik yapısıyla bizi büyülüyen Ani Katedrali. 
(Surp Asdvadzadzin Katedrali) 

Sonradan şehir merkezindeki Arkeoloji müzesinde o dantel gibi oymalı ceviz kapıları gördüğümde de Ani Katedralini gördüğüm zamanki gibi büyüleneceğimi henüz bilmiyordum.

Adını sayamadığım daha niceleri bu şehrin topraklarında sonsuz anılar biriktirmişler. Tarihin sayfalarında adları yer almayan kim bilir kimler geldi, hangi kervanlar geçti, kimler yaşadı, kimler savaştı, can verdi bu topraklarda…



Çıldır Gölü

Sonraki durağımız Doğu Anadolu’nun en büyük ikinci gölü olan bir metrelik buz kalınlığı ile kışın cirit atma, atlı okçuluk, kızak, kayak ve buz pateni yarışlarıyla festivallere konuk olan en geniş buz pisti; yazın sıcağında yöre halkının serinleme yeri, balıkçıların yaz kış balık tutuğu Çıldır gölü. Dedim ya dört mevsim güzel buralar…

Çıldır Gölü
Donmuş gölün üzerinde yürümenin heyecanı sonrası Çıldır Gölünün yakınında kurulan büyük beyaz ahşap evde bu göle özel sazan balığının tadına bakıyoruz.
Merak edip soruyorum. Kışın bu balıklar, bu donmuş gölden nasıl tutuluyor diye, cevap çok basit “Buzu kesip balık tutuyoruz.” 

Ama asıl şaşırtan cevap, kar yağmadan önce attıkları ağlara bağladıkları iplerle işaret koymaları ve kendi ağlarının olduğu yerdeki buzu kesip balıkları toplamaları ve boşalan ağları yeniden suyun altına bırakmaları, böylece müşterilerine kış boyunca taze balık sunabiliyorlarmış.
Tabi bu işin en zor yanı, her gün yeniden buz kesmeleriymiş. çünkü sabah kestikleri yer akşama donuyormuş…

Çıldır Gölü Şehre 1,5 saat uzaklıkta, dolayısıyla şehir merkezine gitmek için yine yollardayız. ilk önce Arkeoloji müzesine uğrayarak şehir* içinde küçük bir tur yapıp Sarıkamış’a otelimize gidiyoruz. Tatilin sonraki günleri Kayak pistlerinde geçiyor.

Son gün havaalanı yolunda herşeyin üstünü usulca örtmüş karlara bakıp buraları yeşil görmeyi hayal ederken yazın gelirim umuduyla, çocuklar ise karları geride bıraktıkları için üzgün evimize döndüyoruz.

Mart 2019


*Kars şerin içini anlatan yazıya buradan ulaşabilirsiniz.








Devamını Oku »

Aklın Kutsal Kitabı

0 yorum


Hız sınırını aşalı çok oldu, yavaşlama hissi geldiği gibi gidiyor. Zaman mı beni kovalıyor ben mi zamanı bilemiyorum henüz. Kuyruğunu kovalayan şaşkın kedi gibiyim.

Evde hepi topu dört kişiyiz, buna rağmen aynı anda sofraya oturmakta zorlanıyoruz. Etkinlik saatleri, trafikten kaynaklı gecikmeler, seyahatler bizim minik engellerimiz.

Rağmen üçlü, ikili yada hep birlikte sofraya oturmak, o masa başında sohbet etmek hayatımın akışında en sevdiğim anlardan biri.

“Günün nasıl geçti?” sorusu yerine, “Bugün şöyle birşey öğrendim” cümlesi ile başlayıp okuduğum yada duyduğum birşeyi paylaşmak onların da bu konu hakkında ki fikirlerini almak, sohbeti daha da eğlenceli hale getiriyor. Konu konuyu açıyor, sohbet güzelleşiyor e haliyle yemek de uzuyor.

Uzasın varsın. Sohbet şahane yemek bahane!

Uzun zamandır, mutfak masasının alt rafında duran bir kitabım var. İçerisinde, biraz felsefe, biraz bilim, biraz tarih, çok özel insanların hayatlarından ders alınacak sıra dışı kesitler, yanlış bildiğimiz doğrular… daha neler neler. Doç. Dr. Şafak Nakajima’nın kaleminden Aklın Kutsal Kitabı.

"Üç maymunun kökenleri, eski Japon Koshin folk geleneklerine dayanır.
İki eliyle gözünü kapatan maymun Mizaru, kötü gözle bakmamayı simgeler.
Kulaklarını kapatan Kikazaru’nun mesajı, kötüyü dinlememektir.
Ağzını kapatan İwazaru, kötü söz söylememeyi öğütler.
Bazen onlara bir başka bilge maymun, Şhizaru da eklenir.
Kollarını kavuşturan Shizaru, kötü şeyler yapmamanın sembolüdür.

Düşünmeye değer!
Üç maymunu sorumluluk ve kayıtsızlığın sembolü gibi mi algılıyoruz, edepli olmanın bir yolu mu?" Sayfa 73

Özellikle ilgilerini çekeceğini bildiğim şeyleri kendi cümlelerim ile anlatmak yerine kitaptan okumayı tercih ediyorum. Onun içinde kitabın sağı solu, renkli etiketlerle dolu. Maviler çocuklarla konuşulacak konular. Diğer renkler ise kendime not.

Bir filozof olduğu kadar bir anadolu bilgini olan Thales’den kaşif, şair, müzisyen, şarkıcı, güzellik uzmanı, moda tasarımcısı, astronom, botanikçi ve çoğrafyacı Ziyab’a; mini minnacık bir deniz canlısı olan Sacculina‘nın yengeçlere yaptığı akıl almaz numaralardan, Toxoplazmaların farelerin beynine yaptığı etkiye kadar geniş bir yelpazade konuş konuş bitmeyecek konular.


Bilgi, insanı şüpheden; iyilik acı çekmekten, kararlı olmaksa korkudan kurtarır. Konfüçyüs


Hayatın bu akıl almaz hızında, hepimiz zaman polisi gibi dakikaları kovalayıp oradan oraya savrulurken bile avucumuzdaki mini aletlerin içinde bir yerlerde seyrüsefer halindeyiz. Bedenimiz bir yerde, ruhumuz başka bir yerde.

Aklın Kutsal Kitabı’nı okurken de, okuduğumu paylaşırken de anda ve şimdide kaldığımı hissettim ve zamanın genişlediğinin farkına varmam ise yemeğin üzerine yenen lezzetli bir tatlı gibiydi.

Daha çok kitap…

Daha çok bilgi…

Daha çok sohbet…

Daha çok anı…

"Sevdiğimiz birini yitirdiğimizde, o bir anda gitmez. Yavaş yavaş gider…
Önce haber alamaz oluruz…
Sonra yastığındaki, giderek evdeki kokusu kaybolur…
Gerçek manada kaybı ise ancak zihnimizdeki izlerinin kaybıyla yani unutmamızla olur…
Onları zihinlerde ve gönüllerde en güzel şekilde yaşatmamız, ışıklarının hâlâ yanıyor olması demektir…"  sayfa 230

Sevdiklerinizle güzel anılar biriktirmeniz dileğiyle…

Hüma Oktay
Şubat 2019

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.



Devamını Oku »