Karanlıkta Diyalog

0 yorum

“Sol el duvarda bastonlar sağda kalacak şekilde duvarı takip edelim lütfen” diyor rehberimiz, ben solum neresi diye düşünüyorum. Haraket etmeyip durunca arkadaki bana çarpıyor, benim elim ayağım birbirine giriyor.

Biraz dağınık bir başlangıç yapmış olabilirim ama yavaş yavaş toparlandım ve karanlıkta tango bile yaptım. Tabiki benim gibi sakar biriyle değil…

Karanlığın içinde görülmeyeni deneyimlemek, biraz konfor alanının dışına çıkıp panik olmak, biraz çevrendeki deneyimli rehbere güvenmek, biraz keşif, biraz empati, biraz da çözüm çabaları bu ziyaretin sebebi.

Andreas Heinecke’in başlattığı –iyi ki de bu farkındalığı başlatmış- Karanlıkta Diyalog dünya üzerinde 130’dan fazla kentte 8 milyondan fazla insanın hayatına dokunmuş.

Bundan beş yıl önce yine Karanlıkta Diyalog etkinliği deneyimim sonrası Kadıköy Belediyesinde Görme Engelliler Kütüphanesine çocuk kitapları seslendirmiştim. O zamanlar küçük oğlumu, yaşı itibari ile bu etkiliğe götürmemiştim ama ağabeyinin ve benim anlattıklarımızdan o kadar etkilenmişti ki evde gece ışıkları kapatıp ona kendi ortamında karanlıkta diyalog yapmıştık.

Düşünsenize kendi evimizde, eşyaların yerini bildiğimiz halde bile gece ışık yakmadan yürümeye çalışırken sağa sola çarpıyoruz. Bir de evdekilere söyleniyoruz. Kimin terlikleri bu odanın ortasında? Oğlum okul çantanın yeri burası mı? Bu sehpayı kim koydu buraya?

 
Bizler kendi konfor alanlarımızda bile minik tatsız sürprizlerle karşılaşıken her gün dışarıda bir çok görme engelli sokaktaki sürprizle nasıl başa çıkıyor dersiniz? Her yeni bir gün, yeni bir mücadele onlar için…

Acaba, tüm belediye çalışanlarının, çevre planlamıcılarının ve mimarların bu etkinliği deneyimlemesi birşeylerin değişimi için küçük bir adım olabilir mi?



***

Bu gün yeniden, bu sefer iki oğlumla birlikte görülmeyen İstanbul’u deneyimlemek için Karanlıkta Diyalog’dayız.

Etkinlik boyunca görme dışındaki duyularımın bana yol göstermesini bekliyorum, panik duygusunu yenmeye çalışarak. Sonunda şunu farkettim, karanlıktaki İstanbul deneyimimiz boyunca hep çocukların yerlerini kontrol ettim, elimle onlara dokundum, emin oldum rahat ve güvende olduklarından. Aslında kendini güvende hissetmeyen bendim, endişe düzeyim artmıştı.

Küçük oğlumun bu deneyimi oyuna çevirmiş ve eğleniyor olmasından rahatsız mı olmuştum? Yoksa herşeyin kontrolüm dışında gelişiyor olması mıydı beni gergin yapan? Kim bilir?

Benim gerginliğimi hissetmiş olan rehberimiz Harun Bey’in “Aslında çocuklar zorluklarla baş edebilmede daha başarılılar. Biz ise, ‘acaba ne yapar?’ diye onlar adına da endişeleniyoruz” demesi hâlâ kulağımda.

Gezimizin bir etabında Diyalog Kafe’de bildiğimiz tatları farklı algılarken, deneyimlerimizi paylaşıyoruz. Her birimiz potansiyelimizi ve limitlerimizi yeniden tanımlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi.

Yaptığımız küçük sohbetlerden Harun Beyin tango yaptığını, satranç oynadığını ve sosyoloji bölümü öğrencisi olduğunu öğreniyorum. Sinema filminden bir sahnenin, -Tango müziği eşliğinde dans sahnesinin- betimlemeli halini dinlerken, Harun Beyin profesyonel yönlendirmesiyle karanlıkta yürürken bile eli ayağı dolaşan ben -her ne kadar beceremesem de- dans etmeye çalıştım. Bu müthiş deneyim için çok teşekkürler…

Bir de bize sürprizi var, HarunBey’in. Kendisi, Turkcell’in Engel Tanımayanlar reklamında Tango yapıyor.

Eşlerden biri müziği görebiliyor, diğeri dansı duyabiliyor.

Aslında engelleri biz yaratıyoruz hayatımızda…

Hepimizin, anlayışla, nazeketle ve sevgiyle paylaştığımız hayat yolu açık olsun.

Sevgiyle Kalın

Hüma Oktay

Kasım 2018

Meraklısı için NOT: Aralık 2013’den bu yana Karanlıkta Diyalog ve Ocak 2016’dan bu yana Sessizlikte Diyalog etkinlikleri Gayrettepe Metro’da Turkcell Diyalog Müzesinde, görülmeyeni duymak, duyulmayanı görmek için devam ediyor.


Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.







Devamını Oku »

İyi Okul

0 yorum


Okullar açıldı. Mutlu muyuz? Çoook…

Kimisi mini mini birler, uzun araştırmalar ve hesaplar sonucu -malum özel okullar cep yakar boyutta- 12 yıllık eğitim ve öğretim hayatına başladı. Kimisi, geçen yıl 8. sınıftan mezun olan yüz kez değişen sınav sistemiyle girdiği yeni okula - en iyi okula - liseye başladı. Yine milyonuncu kez değişen sınav sistemiyle meslek seçimlerini yapmaya çalışan üniversite öğrencilerinden bahsetmeyeceğim bile, malum mevzu derin.

Herşeyden sakındığımız gözümüz gibi baktığımız çocuklarımızın, -titizlikle yapılan araştırmalar sonucu - ücretini binbir zahmetle ödediğimiz okullara kayıtlarını yaptırdık. Ancak hâlâ şüpheliyiz, biz anne babaların nesi var?

Her Anne - Babanın amacı çocuklarının iyi bir eğitim alması.

“iyi bir eğitim”…

“iyi bir okul”…

“iyi bir üniversite”…

“iyi bir iş”…

“iyi bir gelecek”…

Böyle devam edersek bu “iyi”ler uzayıp gider…

Çocuğu okula verdik, parayı da bastırdık, herşey dahil sistem. Okulda torna gibi yontulup çıkacak, “iyi bir eğitim” almış olarak. Bu arada çocuğun gittiği okulun adı çok önemli. Bundan önce kaç öğrenci bu okuldan mezun olunca hangi liselere yada üniversitelere girmiş?… Liste hazır şak diye önünde, yıl yıl rakamsal olarak bir tablo verisi bütün çocuklar.

Pekiiiii, bu okuldan mezun olan çocuklar;

Okula ve çevresine zarar vermiş mi? Maddi yada manevi.

Arkadaşlarına karşı şiddet uygulamayan mülayim, uyumlu, sabırlı, çocuklar mı?

Doğa sever, canlıları koruyan vicdanlı çocuklar mı?

Paylaşımcılar mı?

Saygılılar mı?

Alçak gönüllüler mi?

Hayat başarıları var mı?

Derslerini, okulunu, arkadaşlarını severek mi geliyorlarmış okula?

Kısacası hayatı seven mutlu çocuklar mı?

Yok

Tabloda bu veriler yok.

Çocuklarımız için hep iyi okulları seçiyoruz. Okullar ise sınavlarla yada mülakatlarla iyi çocukları seçiyor. Sanki sürekli iyinin kazanma durumu var gibi gözüküyor.

Peki neden? Okullarda çocuklar arasında, azıcık güçlü olduğunu hisseden biraz çelimsiz gördüğünü ezme çabasında. Birbirlerinin zaaflarını kollayıp açığı yakalayan diğerini rezil etme çabasında. Fırsatını bulan diğerinin eşyasını habersiz (ç)alma çabasında. Hiç yabancı gelmedi di mi? “Bizim çalıştığımız yerde, evde, çevrede de aynı şeyler oluyor” dediğinizi duyar gibiyim. Çocuklukta başlıyor herşey, evde, evin içinde, ailede…

“Eğitim dünyayı değiştirecek en güçlü silahtır.” Demiş Nelson Mandela

Peki değerlerden yoksun bir eğitim güçlü ama tehlikeli bir silahtır diyebilir miyiz?

Merhamet yok, adil değil, dürüst değil, kibirli, öfke kontrolü olmayan şiddet yanlısı ama en en en iyi okullarda, en iyi eğitimi almış. Bir de eline yetki geçtiğinde düşünün durumu…

“Değerlerden yoksun bir eğitim faydalı olmaktan ziyade, insanı daha zeki bir şeytan yapıyor.” Demiş yazar ve öğretim görevlisi Prof. Clive Staples Levis.

Geçmişe dönüp baktığımızda tarihe adını kanlı harflerle yazdıran bu tarz insanlara rastlamak mümkün.

Değerler ailede şekillenir. “Dürüstlük” ailede bir değer ise, önce anne - baba bunu özümser ve davranışlarında sergiler ve daha sonra çocuktan da dürüstlüğe önem vermesini bekler.

Küçükken parkta her gördüğü salyangozu büyük bir zevkle çıtır çıtır ayağının altında ezen çocuk, ebeveyninden tepki görmez geri bildirim almassa, büyüdüğünde arabayla kediyi, köpeği ezer mi? Kim bilir? Çocukken yaptığı davranışların sorumluluklarını üstlenmeyen büyüyünce üstlenir mi?…

Küçük oğlum ilk okul birinci sınıfa başladığında sınıfın en ufak tefek öğrencisiydi. Tabi ki kaçınılmaz son, ondan birazcık daha iri cüsseli çocukların açık hedefi haline geldi.

Evde sürekli kendini savunma sanatı dersleri aldı ağabeyinden.
“Sen vurma ama sana vurmalarına da izin verme.” Onun mottosu oldu.

Ufak tefek olduğu için her aralıktan kaçıp kendini kurtarabilmesi bir avantaj olsa da kaçmak da bir yere kadar. Kendi gibi merhametli ve adil olan arkadaşlarıyla bir olunca birden fazla küçük çelimsiz çocuk bir tane iri çocuğu bu yaptığından vaz geçirebildi mi? Şiddetsiz iletişim ile evet… Empati kurarak, duyguları anlayarak…

Zorlayıcı şartlar altında bile insanca davranma yeteneğimizi güçlendirecek dil ve iletişim becerilerine sahip olmak bu hayattaki en büyük meziyet. Bu süreçte okuldaki rehber öğretmenlerin de büyük desteğini göz ardı etmemek gerek. Her bir öğrenci için ayrı ayrı uğraş verdiler ve aileleri de işin içine kattılar.

“İyi okul” içindeki öğrencilerle, öğretmenlerle iyi okul oluyor.

İnanıyorum ki, dünyayı, merhametli, adil ve dürüst davranışlar sergileyen eğitimli çocuklar kurtaracak…

Hüma Oktay
Eylül 2018

Bu yazı Martı Dergisi' nde yayınlanmıştır.

























































Devamını Oku »

Keşke Kadın Olsam

0 yorum
İnsan

17 yaşındaki oğlum, karşıma geçip “Eve her gün biri gelsin, sana ev işlerinde yardım etsin, sende evde bizim birşeyler yapmamızı isteme” ???

Dediğinde, filmi başa sardım.

Çocuklarım küçüklüklerinden beri mutfakta ve ev işlerinde bana yardım ederler. Kabakları oyup dolma için hazırladılar, bezelye, barbunya ayıkladılar, kek de karıştırdılar, kurabiye de yoğurdular, balkonda yıkadılar.

Artık büyüdüler, menüleri zenginleşti, el becerileri arttı. Pastırmalı omlet, domates soslu makarna, ton balıklı sandviç, sucuklu tost gibi birçok şey yapabiliyorlar yada dolapta var olanı ısıtıp yiyorlar.

Kendi başlarına kaldıklarında, okuldan geldiklerinde karınlarını doyurmak, akşam sofradan kalkarken tabağını bardağını makineye koymak, makinede hangi programda ne kadar deterjan koyarak çamaşırların yıkanacağını bilmek, odalarını toplamak, salonda yediği kek dökülünce kırıntıları süpürmek, kurutmadan çıkan çamaşırları katlamaya yardım etmek, katlananları odalarında yerlerine yerleştirmek bunlar mı zor gelmişti? Neydi değişen?

“Sorumluluklarını yerine getirirken zorlandığın zaman bizlerden yardım isteyebilirsin” ile başlayan sohbetimiz derinleştikçe toplumun benimsediği kadın-erkek rollerini ve oradan da aslında olması gereken insan ilişkilerini konuştuk. Biraz öz eleştiri yaptık. Anladım ki rol modeler yakın çevre sınırlarını aşmış arkadaşlardan seçilmeye başlanmış.

Daha dur, sana ütü yapmayı öğreteceğim oğlum!

Düşündükçe olay başka bir yana doğru yol alıyor.

Bu güne kadar erkeklerin toplumumuzda sergiledikleri davranışların sebebinin hep anneleri olduğunu düşünüyordum. Onun için ben çocuklarımı özenle İNSAN olarak yetiştirirken, bir gün bir bakmışım bütün mahalle, okul, toplum gizliden gizliye onları ERKEK olmaya doğru çekiyor.

Toplum tarafından onay gören kalıpları yıkmak çok mu zor? Kolay değil elbet, sadece kendi içsel rehberliğinin, gücünün farkına varan KADIN sayısının artması, onların yetiştirdiği kız çocuk ve erkek çocuk sayısının artması sayesinde olur bu değişim.

“Bugün kadınların yaşadığı sıkıntı erkeklerle mi ilgili? ASLINDA DEĞİL. Derdiniz erkekle değil, YANLIŞ anlaşılmış olan, tarih içinde belli art niyetlerle anlamı değiştirilmiş olan MASKÜLEN ENERJİ esas derdiniz.” (syf 28)

Demiş Aykut Oğut “Keşke Kadın Olsam” adlı kitabında. Kitapta kadınların yaradılıştan var olan özelliklerinin, nasıl üstün bir varlık olduklarının altını çiziyor. Toplumdaki baskın maskülen enerjiye rağmen farkındalıkla, gücünüzü elinize alın çağrısında bulunuyor.

Kitap, okuduğum her satırda beni kendi hayatımda zaman tüneli yolculuğuna çıkardı, anılar ve duygular içinde.

Büyük oğlumun ilk okulundaki kadın öğretmen “kız gibi niye ağlıyorsun?” dediğinde eve mutsuz gelen oğluma, duyguları ifade etmenin, acılardan kaçmak değil acıların içenden geçmek olduğunu anlattığımda daha 8 yaşındaydı.

Okulda ateşi çıkan ilk okuldaki küçük oğlumu almaya gittiğimde daha kapıda kollarımı açıp sarılıp “kuzuuum seni eve götürmeye geldim” dediğimde, “Oooo kuzum demeler sarılmalar falan, bu çocuklar böyle büyümez” diyen kadın öğretmene “Sevgiyle büyürler, sevgi güven verir.” dedim ve asla sarılmaktan vaz geçmedim.

Toplum tarafından kılıbık, light erkek yada hanım köylü laftaları yapıştırılan arkadaşlarım oldu. Ne yazık ki sayıları iki elin parmaklarını geçmez. Hala insan ilişkileri çok güçlü, özel hayatlarında da eşleri ve çocukları ile iletişimleri çok iyi. Onlar çok değerli babalar.

Aykut Oğut, kitabın sonunda henüz doğmamış çocuklarına mektuplar yazmış. Beni en çok etkileyen, duygulandıran kızına yazdığı şiir…



Bir peri masalından çıktın geldin bu dünyaya,

Kanatlarını asla bırakma.




“Keşke Kadın Olsam”… Okudukça biraz kafa karışıklığı, biraz sorgulama, düşünme, biraz geçmişe gidip objektif olarak kendini analiz edebilme ve zaman tünelinde yeni başlangıçlar için…

“Ne yaptığınız DEĞİL, nasıl bir ENERJİ ile yaptığınız sonuçları değiştirecektir.” (syf 90)
Sizce de değişim zamanı gelmedi mi?



Yazar: Aykut Oğut

Yayınevi: Doğan Novus

Sayfa Sayısı: 211


Bu yazı Martı Dergisi 'nde yayınlanmıştır















Devamını Oku »

Esneyin Yoksa Kırılırsınız

0 yorum


Yolculukların sevmediğim yanı zamanlı zamansız uyku bölünmeleri. Neyse ki başucu kitabım yanımda, sabah sessizliğinde imdadıma yetişiyor.

“Neticede tüm duygu ve düşünceler gelip geçicidir. Bir durak gibi hepimize uğrar ve hayatımızdan geçerler. Gereğinden fazla ev sahipliği yaparsanız sonra süpürgeyle kovsanız dahi gitmezler. Aynı şey zihnin yarattığı düşünceler için de geçerli tabii. Peki yönetmek için ihtiyacımız olan ana malzeme nedir?” syf 16


Hayat boyu eğitim ve gelişim için adım adım ilerliyoruz. Kimimiz iki ileri bir geri gidiyor, kimimiz olduğu yerde çakılıp kalıyor. 🤗Kimimiz ise dört nala koşuyor.

“Esneyin Yoksa Kırılırsınız” önce adıyla sonra da içeriğindeki akıcı anlatımıyla beni cezbederek başucu kitabım oldu.

Okuyup geçiyoruz ya bazen, ufakta olsa birşeyler kalıyor aklımızda işte hayat bize yaşam deneyimi olarak o aklımızda kalanları önümüze çıkartıyor, farkındalıkla yaşayalım diye.

İçinde bir çok öykü barındıran yaşamın kıyısındaki deneyimlerini harmanlayarak ilham aldığı herşeyi okurla paylaşan yazar Ayşegül Karaçivi’nin “Esneyin Yoksa Kırılırsınız” ile esnemeye başladım.
Farkındalıkla zihnimdeki kalıpları kırdıkça, bedenimin de nasıl kolaylıkla esneyebildiğini gördüm.


“Yakınlaştıkça yol netleşiyor, gidilecek hedef görünüyor, yolculuk keyifleniyor, kabullenmeyle birlikte zorluklar atlatılıyor.
İster iş hayatı olsun ister özel hayat, dümene kendiniz geçtiğinizde işte o anda tüm sorumluluk üzerinizde... “ syf 98

Yeryüzündeki herkesin, hayat boyu farkındalıkla esnemesi dileğiyle...

Devamını Oku »

Ergen Beyni

0 yorum



Ergen dediğin nedir ki? 

Herşeye itiraz eden, verilen sorumluluğu yerine getirmekte zorlanan, bir öyle bir böyle değişken ruh haline sahip, yetişkin görünümlü sivilceli çocuk! Maalesef bir nesil böyle büyüdü.

Ergenlerde gördüğümüz ama anlamlandıramadığımız çoğu tavrın nedenlerinin hep psikolojik olabileceğini düşünmüşümdür. Bunun da payı varmış ancak Dr. Frances E. Jensen ve Amy Ellis Nutt‘un yazdığı Ergen Beyni adlı kitapta beynin fizyolojik yapısını açıklayarak ergenleri tanımlamış. Bu kitap, bir nörobilimciden ergen ve genç erişkinlerin yetiştirilmesinde ilişkin hayatta kalma rehberi olarak tanımlanabilir.

Dr. Frances E. Jensen’ın iki oğlu var ve aslında laboratuvar ortamında yada denekler üzerinde yapılan araştırmaların, işin teori kısmının yanı sıra birebir gözlemlediği işin pratiği de bu kitabı yazmasını kolaylaştırmış olmalı.

İtiraf etmeliyim kitabın başlarında beynin fizyolijik yapısını anlatırken biraz zorlandım. Konular ilgi çekici olduğu kadar çok teknik. Fakat daha sonraki örnekleri okurken beyindeki tüm bu işlemin, hücreler arası bilgi alış verişinin, bilgilerin işlenmesinden sorumlu beyin dokusunun nasıl olduğu gibi tüm detayları daha iyi anladım. Anladım da bunu ergen oğluma nasıl izah edeceğim kara kara düşünüyorum.

Senin bu beynindeki hücrelerin salgıladığı nörotransmitterler nöronların içinde sinyal iletimini kesmiş çocuğum, yada prefontal loblarının henüz tam anlamı ile çevrim içi değil yavrum mu desem? Denemessem baştan kaybederim.

Bu kitabın sonunda anladığım ki “ergenlerin bilgiye saygı duydukları ve doğaları gereği kim olduklarını öğrenmeye meraklı oldukları” gerçeği bana her daim yol gösterecek. Hal böyle olunca kitapta gösterilen grafikler çizimlerle hayatlarının ne kadar özel bir safhasında olduklarını anlamalarına yardımcı olmak da biz ebeveylere düşüyor. 

Kitabın bir çok bölümüne işaretler koyarak sınıflandırdım. Hangi bölümün hangi sayfasını hangi oğluma okuyacağım, renklerle işaretli. Yeni bilgiler ilgilerini çekiyor. Öğrenmeye açıklar ve bilimsel kanıtlarla sunduğum her bilgiyi daha çabuk kabul ediyorlar. Yani sınırsız itatkar değiller. Ben de itirazlara açık olmayı öğreniyorum. Birde ergenlerdeki bu dönemin dezavantajlarından biri bilgiyi uzun dönemli stoklama konusunda zorluk çekiyor olmaları, onun için sık tekrar gerekiyor. Tabi bu sık tekrarı benim gibi abartan annelerden olmayın derim. Elimde bu kitapla onlara doğru yaklaştığımı gördüklerinde “Anne yine mi yaaa” diyen bir ön ergene sahibim. Bu arada ergen ile ön ergen arasnda dengede kalmak için gidip geliyorum. Zaten öğrendim, boylarıyla doğru orantılı uzayan tek şey dilleri! “Maşallah dil pabuç gibi!…” derdi büyüklerimiz. Ben evde iki tane ile baş etmeye çalışırken okullarda öğretmenlere özellikle rehberlik öğretmenlerine sabır diliyorum. Yaptıkları işin zorluğu karşısında önlerinde saygıyla eğiliyorum.

Karar verememe durumu

“Peki ama ergenler niçin kendilerini çılgınca şeyler yapmaktan alıkoyamazlar? Ergenlerin beyinleri yetişkinlerin beyinlerine oranla genel anlamda daha yoğun ödüllendirilme hissi tecrübe eder ve ergen beyni hem daha fazla dopamin hormonu salgılar hem de dopamin hormonuna daha fazla tepki verir. Bu yüzden heyecan peşinde koşmak genellikle uyarılma ve ödüllendirmeyi kontrol eden sinir sistemlerinin özellikle hassas olduğu bir dönem olan ergenlik ile ilişkilendirilir. Ancak ergenlerin frontal lopları ile beyinlerinin diğer bölümlerinin arasındaki bağlantıların yetişkinlere oranla daha seyrek olması, tehlike arz etme potansiyeli olan durumlarda kontrolü ele alarak bilinçli karar vermelerini zorlaştırmaktadır.” Syf 120

Karar verememenin dışında diğer bir tehlikede ergenlerin yaptıkları hareketin sonucunda başlarına neler gelebileceğini bilememeleri. Üç adım sonrasını hesaplayan ben, bak böyle yapınca bu olur diye uyarmama rağmen ağlayarak gelen ön ergen oğluma “Neden?” diye sorduğumda, “Sonucu kendim deneyimleyerek görmek istedim” cevabını alıyorum. Anladım ki önceden bilgi versemde vermesemde o zaten yapacak, iyisi mi az zararla çıkabileceği şeylerde sesimi çıkarmayayım da kendisi düşe kalka deneyimlesin. Ancaaaaak, gözüm üstünde…


Göz göre göre dijital istila

Kitap, çocuklarınızın sağlıklı büyümesini istiyorsanız telefon, bilgisayar, televizyon vb LED ile aydınlatan aletlerden mümkün olduğunca uzak tutun diyor.

“Yapılan araştırmalar, akıllı telefonları, bilgisayarların ve diğer cihazların arkadan aydınlatmalı LED ekranlarına yalnızca iki saat bakılmasının melatonin hormonunun salgılanmasını yüzde 22 oranında engelleyebildiğini ortaya koymaktadır. Araştırmacılara göre sirkadiyen ritminin yatma vaktinden önce bu şekilde uyarılması insanların, özellikle de ergenlerin uyku düzenlerini hatırı sayılır düzeyde etkileyebilmektedir.” Syf 114

Sonra devam ediyor, uyku düzeni bozulan ergenlerde yetersiz uyku sonucu ortaya çıkan fizyolojik, duygusal ve bilişsel sorunları tek tek ele almış. Özetle;

Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan fizyolojik nedenleri

· Sivilce ve sedef hastalığı gibi stresle ağırlaşan cilt hastalıkları

· Aşırı yemek veya yanlış besinler tüketmek

· Spor faaliyetlerinde yaralanma

· Yüksek tansiyon

· Ciddi hastalıklara yakalanma riskinin artması


Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan duygusal nedenleri

· Saldırganlık

· Sabırsızlık

· Düşüncesizlik ve münasebetsizlik

· Özsaygı eksikliği

· Ruh hallerinde ani değişiklikler


Yetersiz uykunun ergenlerde ortaya çıkan bilişsel nedenleri

· Öğrenme yeteneğinin zayıflaması

· Yaratıcılığının azalması

· Problem çözme becerilerinin yavaşlaması

· Unutkanlığın artması


Veeee daha bitmedi
“Araştırmanın sonucunda günde bir saat veya daha fazla bilgisayar oyunu oynayan ergenlerde daha fazla ve daha şiddetli Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu belirtileri ile dikkatsizlik görüldüğü ortaya çıkmıştır.“ Syf 233

Tüm bu açıklamaların sonucunda akla gelen soru aynı. İyi de nasıl? Bu kadar teknolojinin içinde birbirleri ile yarışırken kural koyup kısıtlayarak onların sağlıklı ama hâlâ bizimle iletişim içinde olmasını nasıl sağlayabiliriz?

İşte burada anne - baba yaratıcılığı devreye giriyor. Her çocuk – ergen kendi içinde başka özellikler barındırıyor, önce onları analiz etmek gerekecek. Daha çok işimiz var...
Bana en çok söylenen “sen ilkinden tecrübelisin!” Ah aaaah her zaman çalıştığım yerden gelmiyor ki! Hep ters köşe! Hep ters köşe!…

Geçenlerde anneme sordum, “Bizi merak etmeyi, bizim için endişelenmeyi ne zaman bıraktınız?”  Cevap “Endişelerimizin derecesi sizin yaşlarınızla ters orantılı gitti. Yıllar içinde değişiklik gösterse de sizleri düşünmeyi hiçbir zaman bırakmadık.”

Anne ve babalara büyükler tarafından söylenen “Biraz büyüsün rahatlarsın” sözüde tarih oldu böylece…

Ergen Beyni adlı kitapta örnekler ve araştırmalar tabiki Avrupa ve Amerika’dan ancak yinede sonuç aynı,  ergen çocuğunuzla iletişimi koparmayın, çağı yakalayın.

Sevgiyle, sabırla iletişimde kalın

Hüma Oktay
Haziran 2018

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır.





















Devamını Oku »

Yaşam anlardan ibaret

0 yorum





Farklı ülkeler, insanlar, kültürler görmek beni her zaman heyecanlandırmıştır. Her yeni seyahat yeni deneyimler demek, ritüelin dışına çıkmak demek. Belki kaybolmak, belki de kendini bulmak demek…

Güneş henüz yüzünü göstermeden sahilde çimlerin üzerinde Bahara Dönüş Qigongu yapmak, denizin minik kıpırtıları eşliğinde topraktaki enerjiyi bedenimde, havayı tenimde hissetmek, benim için yeni bir deneyim, yeni bir başlangıç…

Bu hafta sonu İzmir Özdere’de yapılan 3.INTERNA Tai Chi ve Qigong Buluşması sayesinde çok özel hocalar ve geleneksel Çin Tıbbını, Batı tıbbı ile bütünleştiren doktorlar tanıdım.

Tabi ki bütün bunlar kız kardeşimin kısa süre önce Tai Chi yapmaya başlaması ve bu buluşmaya beni de dahil etmesiyle başladı. İnanıyorum ki insanlar dünyaya gelmeden önce ailesini seçiyor. Farkındalıkla gelişmek adına bu dünyadaki tüm deneyimlerimiz için, biz birbirimizi seçmişiz.

 
Bu hafta sonundaki buluşma benim doğum günü hediyemdi. Geçmiş bilgi ve deneyimlerime yenilerini ekledim. Minicik bir kum tanesinin birleşerek nasıl güçlendiğini bazen de bir su damlası ile nasıl dağaldığını hayatın içinde ki bir çok olayda görebildiğimi fark ettim. 

 Her organımızın ying yang enerji ile dolu olduğunu, doğadaki beş elementin aslında her bir organı temsil eden element olduğunu, içimizde saklı üç hazinenin Ruh ve yaşam bilinci (Shen), yaşam enerjisi (Qi) ve Öz, yaşama başlama noktası (Jing) olduğunu fark ettim.


Hastalıklar başımıza gelmeden önce vücut dengemizde, organlarımızda, hayatımızda ruhsal ve fiziksel aksamaya başlayan ritmi bozulan ne varsa farkedip düzenlemek, engelleyici tedbirler almak da bunların içinde. “Doğayı takip et” demiş üstad

Bilmiyor muydum? Hepimiz biliyorduk, sadece farkındalıkla bakmadığımız için sıradan-mış gibi yaşama devam ediyorduk. Sizi bilmem ama en azından benim için öyleydi.

“Yaşam anlardan ibaret”

İnsan doğası gereği ritülleri sever. Özel günlerde ayrıcalıklı hissetmek ister. Ben de durum biraz farklı. Kapitalist sistemin çarkları arasında dişe takılmak istemediğimi farkettiğim günden beri, -bu yaklaşık 5-6 yıl öncesine dayanıyor- hayatımda ki bir yıllık zaman dilimlerinin içindeki özel günleri esneterek 365’e böldüm. Benim için nefes aldığım her yeni gün, doğum günüm, anneler günü, sevgililer günü, kadınlar günü … bana, bizlere atfedilen tüm özel günler aslında benim için hergün… Ben hergün özel hissediyorum.

Yaşam bir pamuk ipliği. Bir saniye öncesinde varsın bir saniye sonrasında yoksun. 

Kutlamalar için yıl içinde bölünmüş özel günleri beklemeye gerek yok. Nefes aldığımız her an çok özel. 

İyi ki doğmuşum, İyi ki ailemi seçmişim. İdolüm, gezgin gezi arkadaşım, ablam, kan kardeşim. Hayata bakış açımı değiştiren kadın. 

Bu hafta sonu sayende yaşadığım, doğayı takip ve farkındalık anları çok özeldi. İyi ki varsın, sen hep hayatımda ol…













Devamını Oku »

Yeniden Masal Şehrinde...

0 yorum




Cam kenarında olmama rağmen gözüm koridorda, hosteslerin gelmesini bekliyorum, içim içime sığmıyor. Çantamda hazırlıklar tamam, telefonum uçak modunda fotoğraf çekmek için bekliyor. Nihayet hostes elindeki pastayı bize doğru uzattı. Tabii ben hemen Happy Birthday yazan taçları çıkardım çantamdan. Kız kardeşim heyecandan şaşkın inanmıyorum diyip duruyor. Ben her saniyeyi kaçırmadan fotoğraflıyorum. Gülüşmeler ve şakınlığın ardından ikimizde poz vermeyi ihmal
etmiyoruz…





Evet, 38 bin feet de doğum günü kutlaması. Birazdan kaptan pilotun anonsunda duyuyoruz doğum günü çocuğunun adını, alkışlar eşliğinde.

Pegasus Havayolları doğum günü pastasını organize ediyormuş diye okumuştum. Uçuşumuz tam da doğum gününe rastlayınca bu fırsatı kaçırmak istemedim. 

İlk kutlamayı yaptığımız 38 bin feet’den sonra günün kalanını Masal Şehri yada diğer adıyla Prag’da geçireceğiz. Kutlamalara devam...




Prag deyince hep aklıma Kafka geliyor. Dönüşüm, Dava, Milena’ya Mektuplar…

Bir de Nazım Hikmet ...

Müzenin bahçesinde otururken, gişedeki memurla yaptığımız küçük sohbet geliyor aklıma. Bana verdiği haritayı açıyorum baştan sona Kafka… 

Okuduğu okullar, kaldığı evler, çalıştığı iş yeri, katıldığı dernekler ve tiyatrolar, sosyal yaşam merkezleri gazinolar, Dava, Yargı, Dönüşüm... adlı romanları yazdığı evler ve dolaştığı caddeler, büstünün ve heykelinin olduğu sokaklar kısacası Franz Kafka’nın Prag’ı…







Kafka Müzesi’nin çevresindeki sokaklarda  dolaşırken yol kenarında birikmiş bir kalabalığa rastlıyoruz. Önce bir anlam veremediğim bu kalabalığa yaklaştıkça konuşmalardan anlıyorum ki meğerse Avrupanın en dar sokağının (Narrowest Street)  önünde yeşil ışık yanmasını bekliyorlarmış. Yanlış duymadınız sokak tek kişinin geçebileceği darlıkta karşıdan gelen olursa geçmek için bir milim yer yok.  Zaten bu merak öldürecek, bir kediyi bir de bizi. Bizde sıramızı bekliyoruz aşağı sokağa iniyoruz ve tabi nehir kenarında biraz bakındıktan sonra tekrar aynı sokakta  ışığın yeşile dönmesini bekliyoruz.  Dikkat kırmızı ışıkta  geçmek yasak  


Gün bitmeden bir süpriz daha yapmak istiyorum. Çek’lerin en meşhur çorbası Bramboračka ‘nın tadına bakmak ve mini bir pasta ile – tabi ki bu sefer yerde- doğum gününü kutlamak için Kafe Slavia’ya doğru gidiyoruz. 


Narodni Divadio ( Ulusal Tiyatro )‘nun tam karşısında bulunan Café Slavia 1881 den beri hizmet veriyormuş ve vakti zamanında şairlerin, yazarların, entellektüelerin buluşup fikirlerini tartışabilecekleri bir mekan olarak ün yapmış. Duvarları dünyaca ünlülerin fotoğraflarıyla dolu. Nazım Hikmet’in Parg’ta kaldığı süre içerisinde buraya uğradığını okumuştum. İçeri girer girmez fotoğrafını arıyorum duvarlarda… 
...
Prag'da ay doğuyor limon sarısı
Faust'un evi önünde duruyorum,
Çalıyorum açılmaz kapıyı gece yarısı...

Nazım Hikmet Ran

Prag’da günün nasıl geçtiğini anlamadık bile sanki açık hava müzesinde gibiyiz. Astronomik saat kulesinin karşı sokağından giriyoruz, kaybolmak için…

Her adımda başka bir güzellik göze çarpıyor. İçi kadar girişin heybeti ile çarpıcı Clam Gallas Palace sanat galerisi; dünyanın en görkemli 10 kütüphanesinden biri olan, 1722’de açılan Klementinum kütüphanesi; geçici sergi yerindeki Oyuncak Müzesi, (Toy Museum); Madame Tussauds Balmumu ve Heykel Müzesi (Wax Museum); dünyanın yeni gözdesi Apple Müzesi (Apple Museum) ve LEGO müzesi (Lego shop and Brick Museum) 


Tüm bunların yanı sıra Prag’a her geldiğimizde sokaklarda dolaşırken rastladığımız bankta oturan bir adam var. Yıllar onu hiç değiştirmemiş, sohbete başladığımız yıl 2006 – 2011 ve yıl 2017 kaldığımız yerden sohbete devam ediyoruz.

Farklı tatlarda biralarıyla olduğu kadar lezzetli yemekleriyle de ünlü Prag sokaklarında dolaşırken kokusu ile bizi cezbeden Trdelnik’i elmalı mı? Kremalı mı? Yoksa sade mi? Yemeli mi? Yememeli mi? 

Bir, üç gün daha kalırsak şeker komasına gireceğiz. Bu kadar tatlı benim bünyeme aykırı… 






Prag’ın gündüzleri gibi geceleri de büyüleyici. Astronomik saat kulesinin seronomisini dinledikten sonra Hybernia Operası’nda (Dıvadlo Hybernia) Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü (Swan Lake) bale gösterisine gidiyoruz. Eeee tabi balerin bir kız kardeşe sahipseniz ve klasik müzik hayranı iseniz bu seyahatlerin olmazsa olmazı Opera ve Bale gösterileri. 





Prag’ı bu sefer bir başka gezdik. Bu gezide, çilekli pasta tadında, bol süprizli, biraz dans, biraz şiir, biraz bale, bolca point denemeleri, oyuncaklarla dolu birden çok oda, Astronomik saatin sesi ve Kafka’nın el yazısıyla Milena’ya mektupları vardı. 


İyi ki doğdun, gezgin gezi arkadaşım, sırdaşım, kreatörüm, moda danışmanım, yaratıcı, yetenekli organizatör, birbirimize destek olduğumuz kan kardeşim, ablam, hayata bakış açımı genişleten güzel kadın, İyi ki varsın, sen hep hayatımda ol…





Meraklısına not : Bir önceki Prag ve Karlovy Vary gezi yazısına buradan ulaşabilirsiniz. 








Devamını Oku »

Sicilya

0 yorum

Dört günlük bir ada macerası bizimkisi

Teatro Massimo

Sabahın ilk ışıkları, dilini bilmediğimiz bir memlekette ortak bir dilde anlaşarak arabamızı kiralamaya çalışıyoruz.  Her kafadan bir ses çıkıyor, uzun uğraşlar sonrası yeni arabamıza kavuşuyoruz. 6 kafadarın, 4 günlük bir ada macerası bizimkisi.

Yolda olmak hissini seviyorum. Farklı kültürler, farklı mekanlar, ilginç yemekler, büyüleyici manzaralar…

Yaklaşık 2,5 saat sonra Palermo’ya varıyoruz. Herkes dersini çalışmış. Nereleri gezmeli? Ne almalı? Nerede, ne yemeli? Ne içmeli? Yol güzergahı, otel …

Gezilecek yerler arasında bir yer var ki, içeri girip girmemekte tereddütteyim.

Cappuccini Manastırı hakkında birşeyler okurken o kadar da ürkütücü gelmemişti. 1599 da ölen rahibi mumyalayarak, manastırın altına -oyarak oluşturdukları yeraltı mezarlığına– yerleştirirler. Uzun seneler sonra mumyanın hala bozulmadığını görünce de bu manastırın gizemli bir koruyucu güce sahip olduğunu düşünürler. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ve artık ölen her rahip ve asillerden kadın, erkek, çocuk herkes mumyalanarak buraya konur. Taa ki Manastırın altında yer kalmayıp devlet tarafından yasak konana kadar. 

Capuchins Manastrı
Önceleri, böyle gizemli bir Manastırı gezmek fikri ilginç gelmişti. Ne olabilirdi ki? Alt tarafı bir kaç mumya görecektik. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bir tane görmüştüm. Lahitin kapağı aralıktı ve mumya gözüküyordu. Hiçte o kadar korkunç değildi.

Fakat mahsene doğru merdivenlerden inerken attığım her adımda içeride tanımlayamadığım kimyasal bir koku yükselmeye başladı. Koridor boyunca yerden tavana kadar dizi dizi sıralanmış, üzerlerinde ki giyimlerinden rahip yada soylu kişiler olduğunu anladığım yüzü gözü yok olmuş vücutlar asılıydı. Buranın bir müze olduğu mantığını kabul edersem gezinin sonunu getirebilirim diye düşündüm. Ama o koku beni mahvediyordu, ben hızlı bir turla guruptan ayrılarak dışarı çıktım. 

Kendi kendime söylediğim ilk şey cennet gibi bir adadayız ve ilk gün geldiğimiz noktaya bak. Aklımıza bile getirmediğimiz “Ölüm” hayatımızda her zaman var. Hiç aklımızdan çıkmayan “Yaşam” sonsuz olsun istiyoruz.

Çıkıştaki dükkandan tüm Sicilya adasında ki gezilecek yerleri anlatan bir kitap aldım. An’da kalmalıydım.  (Burada kısa bir not düşmek isterim. İçeride fotoğraf çekmek yasak, zaten duvarda asılı olanları görünce aklınıza bile gelmiyor. Ben bu fotoğrafı "Art and History Sicily" adlı kitaptan aldım.) 

Cappella Palatina
Neyse ki, 1132 yılında inşaata başlanan, Bizans Mimarisinin ön planda olduğu altın kaplamalı süslemeleriyle ve bu ihtişamın yapılması için inşaatın 8 yıl sürmesi ile üne kavuşan Platin Şapel (Cappella Palatina) güzelliğiyle biraz olsun içimi ferahlattı. Bu arada Cappella Palatina’nin UNESCO Dünya mirası listesinde olduğunu öğreniyorum.

Palermo, bir liman kenti. Tarihi dokusunu bozmamış, dar sokakları kadar geniş caddeleri ve meydanları, bir çok tiyatro salonu ve hemen hemen her binanın üzerinde bir hikayenin anlatıldığı heykellerden oluşan figürleri var.

Teatro Massimo

İtalya'nın en büyük ve Avrupa'nın üçüncü büyük opera salonu olan Teatro Massimo gecenin karanlığında gizemli ışıklar altında parlarken, büyülenmemek elde değil. 

Ertesi günü güneşin tılsımı ile içeriyi gezerken her halinin bir başka güzel olduğuna karar verdim.

Palermo sokakları güzel mimarisiyle göz doldururken, bir şehri hem gece hem de gündüz gezme şansını yakaladığım için kendimi şanlı hissediyorum.


Öğlene doğru Palermo’dan yola çıkıp, önce Cefalù ardından Messina’ya uğrayıpda Catania‘ya vardığımızda, havanın kararmasına aldırmadan ilk işimiz şehrin merkezindeki meydanı ve çevresini keşfetmek oldu.

Cathedral of Sant'Agata
Piazza Duomo ‘da Saint Agatha Katedrali (Cathedral of Sant'Agata), Fil Sarayı (Palazzo degli Elefanti), Amenoa çeşmesi (Fontana dell'Amenano) ve hemen karşılarında ortada duran Fil Çeşmesi (Fontana dell'Elefante) …

İşte, sonunda karşımızda! Fotoğraflardan gördüğümüz, hakkında çokça efsane bulunan Fil figürlü bu çeşme hiyeroglif yazılardan ve Mısır tarzı figürlerden oluşuyor.

Üzerindeki siyah fil, lav kayasından oyularak yapılmış. 1669 ve 1693 yıllarında meydana gelen Etna’da ki patlamalar ve depremlerden sonra kentin tarihi kalıntılarınında kullanıldığı yeniden doğuşun simgesi olarak inşaa edilmiş. 

Efsanelerden birine göre şehri kötülüklerden koruyor.

Sabahın ilk ışıkları ile yine meydandayım, günün telaşlı koşturması başlamadan, meydanı boş bulmuşken fotoğraflar çekiyorum. Bir gece önce göremediğim bir detay gözüme çarpıyor. 

Sant’Agata Katedralinin yanındaki Via Vittorio II caddesinin köşesinden, şehir içinde turlamak için mini trenler kalkıyormuş hemde Turist danışma ofisinin önünden. Bunu kafamın içinde bir kenara not ediyorum, bu hakkımı Etna’nın Silvestri kraterine çıktıktan sonra şehre döndüğümüzde kullanacağım. 

Silvestri Krateri

Dünyanın dördüncü, Avrupa’nın birinci etkin yanardağı olan Etna’nın izin verilen bölümüne kadar araba ile gidip kısa mesafe bir yürüyüşle küçük kraterlerinden biri olan Silvestri kraterine varacağız, plan bu.

Dağın eteklerinden yukarı doğru tırmanırken yemyeşil doğa bizi karşılıyor.  Evler , meyve - sebze bahçeleri, üzüm bağları… Hepsi bu potasyum ve fosfor yönünden bereketli topraklarda yetişiyor. Yanardağın eteklerinde yaşayan 18 köy varmış.

Silvestri kreter bölgesine yaklaştıkça, tepelerinde kayaklar takılı arabaların sayısı artmaya başladı. Daha ileride teleferik önünde ellerinde kayaklar çoluk çocuk sıra bekleyenleri görünce ince montla geldiğimize pişman olduk. Ne yapalım biz de Silvestri kreteri ile yetineceğiz artık.


Havanın soğuk ve yağmurlu olmasına aldırmadan krater çevresinde dolaşıyoruz, bizim gibi dolaşan kişi sayısı çok, Çevreden minik krater taşları topluyorum hatıra olarak. Arabayı park ettiğimiz alana yakın hediyelik eşya dükkanına girdiğimde Lav taşlarından envai çeşit objelerle karşılaşıyorum, her biri ayrı bir sanat eseri.

Biraz içimiz ısınsın, gün batımında Taormina’da akşam yemeği ile noktalamak güzel olabilir.

Gezi boyunca hep mi pizza yenir? Yenir valla! Pizza, bruschetta ve Cannoli Siciliani tatlısı dört gün boyunca benim olmazsa olmazımdı.


Zaman zaman yağmurlu, arada bir kaybolmalı, adada zamanın çoğu yollarda geçse de arabada geçen zamanda şoför hariç herkes yola karışsa da keyifli bir dört gündü. 

Bir dahaki sefere bahar döneminde gelmeyi dileyerek adadan ayrılıyoruz.

































Devamını Oku »