Yeniden Masal Şehrinde...

0 yorum




Cam kenarında olmama rağmen gözüm koridorda, hosteslerin gelmesini bekliyorum, içim içime sığmıyor. Çantamda hazırlıklar tamam, telefonum uçak modunda fotoğraf çekmek için bekliyor. Nihayet hostes elindeki pastayı bize doğru uzattı. Tabii ben hemen Happy Birthday yazan taçları çıkardım çantamdan. Kız kardeşim heyecandan şaşkın inanmıyorum diyip duruyor. Ben her saniyeyi kaçırmadan fotoğraflıyorum. Gülüşmeler ve şakınlığın ardından ikimizde poz vermeyi ihmal
etmiyoruz…





Evet, 38 bin feet de doğum günü kutlaması. Birazdan kaptan pilotun anonsunda duyuyoruz doğum günü çocuğunun adını, alkışlar eşliğinde.

Pegasus Havayolları doğum günü pastasını organize ediyormuş diye okumuştum. Uçuşumuz tam da doğum gününe rastlayınca bu fırsatı kaçırmak istemedim. 

İlk kutlamayı yaptığımız 38 bin feet’den sonra günün kalanını Masal Şehri yada diğer adıyla Prag’da geçireceğiz. Kutlamalara devam...




Prag deyince hep aklıma Kafka geliyor. Dönüşüm, Dava, Milena’ya Mektuplar…

Bir de Nazım Hikmet ...

Müzenin bahçesinde otururken, gişedeki memurla yaptığımız küçük sohbet geliyor aklıma. Bana verdiği haritayı açıyorum baştan sona Kafka… 

Okuduğu okullar, kaldığı evler, çalıştığı iş yeri, katıldığı dernekler ve tiyatrolar, sosyal yaşam merkezleri gazinolar, Dava, Yargı, Dönüşüm... adlı romanları yazdığı evler ve dolaştığı caddeler, büstünün ve heykelinin olduğu sokaklar kısacası Franz Kafka’nın Prag’ı…







Kafka Müzesi’nin çevresindeki sokaklarda  dolaşırken yol kenarında birikmiş bir kalabalığa rastlıyoruz. Önce bir anlam veremediğim bu kalabalığa yaklaştıkça konuşmalardan anlıyorum ki meğerse Avrupanın en dar sokağının (Narrowest Street)  önünde yeşil ışık yanmasını bekliyorlarmış. Yanlış duymadınız sokak tek kişinin geçebileceği darlıkta karşıdan gelen olursa geçmek için bir milim yer yok.  Zaten bu merak öldürecek, bir kediyi bir de bizi. Bizde sıramızı bekliyoruz aşağı sokağa iniyoruz ve tabi nehir kenarında biraz bakındıktan sonra tekrar aynı sokakta  ışığın yeşile dönmesini bekliyoruz.  Dikkat kırmızı ışıkta  geçmek yasak  


Gün bitmeden bir süpriz daha yapmak istiyorum. Çek’lerin en meşhur çorbası Bramboračka ‘nın tadına bakmak ve mini bir pasta ile – tabi ki bu sefer yerde- doğum gününü kutlamak için Kafe Slavia’ya doğru gidiyoruz. 


Narodni Divadio ( Ulusal Tiyatro )‘nun tam karşısında bulunan Café Slavia 1881 den beri hizmet veriyormuş ve vakti zamanında şairlerin, yazarların, entellektüelerin buluşup fikirlerini tartışabilecekleri bir mekan olarak ün yapmış. Duvarları dünyaca ünlülerin fotoğraflarıyla dolu. Nazım Hikmet’in Parg’ta kaldığı süre içerisinde buraya uğradığını okumuştum. İçeri girer girmez fotoğrafını arıyorum duvarlarda… 
...
Prag'da ay doğuyor limon sarısı
Faust'un evi önünde duruyorum,
Çalıyorum açılmaz kapıyı gece yarısı...

Nazım Hikmet Ran

Prag’da günün nasıl geçtiğini anlamadık bile sanki açık hava müzesinde gibiyiz. Astronomik saat kulesinin karşı sokağından giriyoruz, kaybolmak için…

Her adımda başka bir güzellik göze çarpıyor. İçi kadar girişin heybeti ile çarpıcı Clam Gallas Palace sanat galerisi; dünyanın en görkemli 10 kütüphanesinden biri olan, 1722’de açılan Klementinum kütüphanesi; geçici sergi yerindeki Oyuncak Müzesi, (Toy Museum); Madame Tussauds Balmumu ve Heykel Müzesi (Wax Museum); dünyanın yeni gözdesi Apple Müzesi (Apple Museum) ve LEGO müzesi (Lego shop and Brick Museum) 


Tüm bunların yanı sıra Prag’a her geldiğimizde sokaklarda dolaşırken rastladığımız bankta oturan bir adam var. Yıllar onu hiç değiştirmemiş, sohbete başladığımız yıl 2006 – 2011 ve yıl 2017 kaldığımız yerden sohbete devam ediyoruz.

Farklı tatlarda biralarıyla olduğu kadar lezzetli yemekleriyle de ünlü Prag sokaklarında dolaşırken kokusu ile bizi cezbeden Trdelnik’i elmalı mı? Kremalı mı? Yoksa sade mi? Yemeli mi? Yememeli mi? 

Bir, üç gün daha kalırsak şeker komasına gireceğiz. Bu kadar tatlı benim bünyeme aykırı… 






Prag’ın gündüzleri gibi geceleri de büyüleyici. Astronomik saat kulesinin seronomisini dinledikten sonra Hybernia Operası’nda (Dıvadlo Hybernia) Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü (Swan Lake) bale gösterisine gidiyoruz. Eeee tabi balerin bir kız kardeşe sahipseniz ve klasik müzik hayranı iseniz bu seyahatlerin olmazsa olmazı Opera ve Bale gösterileri. 





Prag’ı bu sefer bir başka gezdik. Bu gezide, çilekli pasta tadında, bol süprizli, biraz dans, biraz şiir, biraz bale, bolca point denemeleri, oyuncaklarla dolu birden çok oda, Astronomik saatin sesi ve Kafka’nın el yazısıyla Milena’ya mektupları vardı. 


İyi ki doğdun, gezgin gezi arkadaşım, sırdaşım, kreatörüm, moda danışmanım, yaratıcı, yetenekli organizatör, birbirimize destek olduğumuz kan kardeşim, ablam, hayata bakış açımı genişleten güzel kadın, İyi ki varsın, sen hep hayatımda ol…





Meraklısına not : Bir önceki Prag ve Karlovy Vary gezi yazısına buradan ulaşabilirsiniz. 








Devamını Oku »

Sicilya

0 yorum

Dört günlük bir ada macerası bizimkisi

Teatro Massimo

Sabahın ilk ışıkları, dilini bilmediğimiz bir memlekette ortak bir dilde anlaşarak arabamızı kiralamaya çalışıyoruz.  Her kafadan bir ses çıkıyor, uzun uğraşlar sonrası yeni arabamıza kavuşuyoruz. 6 kafadarın, 4 günlük bir ada macerası bizimkisi.

Yolda olmak hissini seviyorum. Farklı kültürler, farklı mekanlar, ilginç yemekler, büyüleyici manzaralar…

Yaklaşık 2,5 saat sonra Palermo’ya varıyoruz. Herkes dersini çalışmış. Nereleri gezmeli? Ne almalı? Nerede, ne yemeli? Ne içmeli? Yol güzergahı, otel …

Gezilecek yerler arasında bir yer var ki, içeri girip girmemekte tereddütteyim.

Cappuccini Manastırı hakkında birşeyler okurken o kadar da ürkütücü gelmemişti. 1599 da ölen rahibi mumyalayarak, manastırın altına -oyarak oluşturdukları yeraltı mezarlığına– yerleştirirler. Uzun seneler sonra mumyanın hala bozulmadığını görünce de bu manastırın gizemli bir koruyucu güce sahip olduğunu düşünürler. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ve artık ölen her rahip ve asillerden kadın, erkek, çocuk herkes mumyalanarak buraya konur. Taa ki Manastırın altında yer kalmayıp devlet tarafından yasak konana kadar. 

Capuchins Manastrı
Önceleri, böyle gizemli bir Manastırı gezmek fikri ilginç gelmişti. Ne olabilirdi ki? Alt tarafı bir kaç mumya görecektik. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bir tane görmüştüm. Lahitin kapağı aralıktı ve mumya gözüküyordu. Hiçte o kadar korkunç değildi.

Fakat mahsene doğru merdivenlerden inerken attığım her adımda içeride tanımlayamadığım kimyasal bir koku yükselmeye başladı. Koridor boyunca yerden tavana kadar dizi dizi sıralanmış, üzerlerinde ki giyimlerinden rahip yada soylu kişiler olduğunu anladığım yüzü gözü yok olmuş vücutlar asılıydı. Buranın bir müze olduğu mantığını kabul edersem gezinin sonunu getirebilirim diye düşündüm. Ama o koku beni mahvediyordu, ben hızlı bir turla guruptan ayrılarak dışarı çıktım. 

Kendi kendime söylediğim ilk şey cennet gibi bir adadayız ve ilk gün geldiğimiz noktaya bak. Aklımıza bile getirmediğimiz “Ölüm” hayatımızda her zaman var. Hiç aklımızdan çıkmayan “Yaşam” sonsuz olsun istiyoruz.

Çıkıştaki dükkandan tüm Sicilya adasında ki gezilecek yerleri anlatan bir kitap aldım. An’da kalmalıydım.  (Burada kısa bir not düşmek isterim. İçeride fotoğraf çekmek yasak, zaten duvarda asılı olanları görünce aklınıza bile gelmiyor. Ben bu fotoğrafı "Art and History Sicily" adlı kitaptan aldım.) 

Cappella Palatina
Neyse ki, 1132 yılında inşaata başlanan, Bizans Mimarisinin ön planda olduğu altın kaplamalı süslemeleriyle ve bu ihtişamın yapılması için inşaatın 8 yıl sürmesi ile üne kavuşan Platin Şapel (Cappella Palatina) güzelliğiyle biraz olsun içimi ferahlattı. Bu arada Cappella Palatina’nin UNESCO Dünya mirası listesinde olduğunu öğreniyorum.

Palermo, bir liman kenti. Tarihi dokusunu bozmamış, dar sokakları kadar geniş caddeleri ve meydanları, bir çok tiyatro salonu ve hemen hemen her binanın üzerinde bir hikayenin anlatıldığı heykellerden oluşan figürleri var.

Teatro Massimo

İtalya'nın en büyük ve Avrupa'nın üçüncü büyük opera salonu olan Teatro Massimo gecenin karanlığında gizemli ışıklar altında parlarken, büyülenmemek elde değil. 

Ertesi günü güneşin tılsımı ile içeriyi gezerken her halinin bir başka güzel olduğuna karar verdim.

Palermo sokakları güzel mimarisiyle göz doldururken, bir şehri hem gece hem de gündüz gezme şansını yakaladığım için kendimi şanlı hissediyorum.


Öğlene doğru Palermo’dan yola çıkıp, önce Cefalù ardından Messina’ya uğrayıpda Catania‘ya vardığımızda, havanın kararmasına aldırmadan ilk işimiz şehrin merkezindeki meydanı ve çevresini keşfetmek oldu.

Cathedral of Sant'Agata
Piazza Duomo ‘da Saint Agatha Katedrali (Cathedral of Sant'Agata), Fil Sarayı (Palazzo degli Elefanti), Amenoa çeşmesi (Fontana dell'Amenano) ve hemen karşılarında ortada duran Fil Çeşmesi (Fontana dell'Elefante) …

İşte, sonunda karşımızda! Fotoğraflardan gördüğümüz, hakkında çokça efsane bulunan Fil figürlü bu çeşme hiyeroglif yazılardan ve Mısır tarzı figürlerden oluşuyor.

Üzerindeki siyah fil, lav kayasından oyularak yapılmış. 1669 ve 1693 yıllarında meydana gelen Etna’da ki patlamalar ve depremlerden sonra kentin tarihi kalıntılarınında kullanıldığı yeniden doğuşun simgesi olarak inşaa edilmiş. 

Efsanelerden birine göre şehri kötülüklerden koruyor.

Sabahın ilk ışıkları ile yine meydandayım, günün telaşlı koşturması başlamadan, meydanı boş bulmuşken fotoğraflar çekiyorum. Bir gece önce göremediğim bir detay gözüme çarpıyor. 

Sant’Agata Katedralinin yanındaki Via Vittorio II caddesinin köşesinden, şehir içinde turlamak için mini trenler kalkıyormuş hemde Turist danışma ofisinin önünden. Bunu kafamın içinde bir kenara not ediyorum, bu hakkımı Etna’nın Silvestri kraterine çıktıktan sonra şehre döndüğümüzde kullanacağım. 

Silvestri Krateri

Dünyanın dördüncü, Avrupa’nın birinci etkin yanardağı olan Etna’nın izin verilen bölümüne kadar araba ile gidip kısa mesafe bir yürüyüşle küçük kraterlerinden biri olan Silvestri kraterine varacağız, plan bu.

Dağın eteklerinden yukarı doğru tırmanırken yemyeşil doğa bizi karşılıyor.  Evler , meyve - sebze bahçeleri, üzüm bağları… Hepsi bu potasyum ve fosfor yönünden bereketli topraklarda yetişiyor. Yanardağın eteklerinde yaşayan 18 köy varmış.

Silvestri kreter bölgesine yaklaştıkça, tepelerinde kayaklar takılı arabaların sayısı artmaya başladı. Daha ileride teleferik önünde ellerinde kayaklar çoluk çocuk sıra bekleyenleri görünce ince montla geldiğimize pişman olduk. Ne yapalım biz de Silvestri kreteri ile yetineceğiz artık.


Havanın soğuk ve yağmurlu olmasına aldırmadan krater çevresinde dolaşıyoruz, bizim gibi dolaşan kişi sayısı çok, Çevreden minik krater taşları topluyorum hatıra olarak. Arabayı park ettiğimiz alana yakın hediyelik eşya dükkanına girdiğimde Lav taşlarından envai çeşit objelerle karşılaşıyorum, her biri ayrı bir sanat eseri.

Biraz içimiz ısınsın, gün batımında Taormina’da akşam yemeği ile noktalamak güzel olabilir.

Gezi boyunca hep mi pizza yenir? Yenir valla! Pizza, bruschetta ve Cannoli Siciliani tatlısı dört gün boyunca benim olmazsa olmazımdı.


Zaman zaman yağmurlu, arada bir kaybolmalı, adada zamanın çoğu yollarda geçse de arabada geçen zamanda şoför hariç herkes yola karışsa da keyifli bir dört gündü. 

Bir dahaki sefere bahar döneminde gelmeyi dileyerek adadan ayrılıyoruz.

































Devamını Oku »

Eskişehir bekle bizi...

0 yorum


Sabahın erken saatlerinde dört kişi masada sallana sallana hem oyun oynuyoruz hem Eskişehir’e doğru yol alıyoruz. Bizden keyiflisi yok zira bütün vagon uyukluyor. Bizde enerji tavan yapmış, Adam Asmaca, İsim Şehir, UNO gibi birbirinden eğlenceli oyunlarla gülmekten kırılıyoruz. Yolculukların en sevdiğim kısmı dar ve kısıtlı imkanlara rağmen eğlenecek birşeyler bulmamız. Şanslıyım, konu çocuklarla oyun olunca yaratıcıkla sınır tanımayan bir arkadaşım bu yolculukta benimle.

Güle oynaya trende ne kadar zaman geçirdiğimizi anlamadık bile. Eskişehir’e iner inmez ilk istikamet Sazova Bilim, Sanat ve Kültür Parkı. İlk kez 2008 de açılan bu park Tren garından 5km uzakta çok büyük bir alana kurulmuş. İçerisinde, Bilim Deney Merkezi, Uzay evi, Hayvanat Bahçesi ve bir çok tarihi binanın minyatürünün yapıldığı Esminyatürk ve Türk Dünyası Bilim Kültür gibi daha bir çok gezilecek yerler var.

Bizim ilk sırada gezdiklerimizden Türk bilim adamlarının keşifleri, buluşları hakkında bilgiler ve kendi balmumu heykellerinin olduğu Türk Dünyası Bilim Kültür binasıydı. İbn Sina’nın anatomik bilgiler ve eczacılık hakkında yazdıkları, Câbir Bin Hayyan kimyacı, eczacı, hekimin buluşları, her birinin balmumundan heykelleri ile o zamana uygun döşenmiş minik odalar arasında mekik dokurken birbirimiz kaybettik. Bu sırada, aynı binada alt katta Türk musikisinde kullanılan müzik aletlerinin bulunduğu bir de müze varmış, keşfetmiş olduk.


Veee çocukların en sevdiği Masal Şatosu, tabii bizimde en sevdiğimiz. Şatonun içinde masal saati dinletileri ve masal kahramanlarının heykelleri var. Hep birlikte yukarı çıkan merdivenlerle kuleye tırmanıyoruz, saçım uzun olsa aşağıya sarkıtacağım ama bakıyorum aşağıda dolaşan beyaz atlı prens yok!

Gölde yüzen ördekler, bahçede koşturan çocuklar, korsan gemisinin her yanından salkım saçak sallanan çakma minik korsanlar, en son parkın içinde turlayan treni görüp koşarak yetişmeye çalışıyoruz, nafile. Tren’e koşarken çocukların keşfettiği kayalar ve önündeki şelale ve havuz birden hedef haline geldi. Biz daha yetişemeden onlar kayalara tırmandılar bile.

Parkın eğlencesi hepimizi acıktırınca doğruca Odunpazarında Hacer Hala‘da soluğu aldık.

Atlıhan El Sanatları Çarşısı, tarihi Hanın içinde yöresel restaurantlar ve hediyelik eşya satan bir çok minik dükkan var, “Hacer Hala Ev Yemekleri” bunlardan biri. Mantısı ve zeytin yağlı sarmalar müthiş.

Odunpazarı bölgesi Eskişehir için tarihi dokunun merkezi diyebiliriz. Tarihi konaklar, hanlar ve müzelerin bulunduğu bölge.

Atlıhan’ın arkası Arif Bey sokakta Kurtuluş Müzesi var. İki katlı bu konak içeride kurtuluş savaşı sırasında Eskişehir’in bağımsızlık için verdiği mücadele anlatılmış. O dönemdeki yabancı basın gözüyle Türkiye, karikatürlerle Türkler anlatılmış. Her oda ayrı bir tarih.

Odunpazarının dar sokakları arasında restore edilen kimi renkli kimi çiçekli tarihi yapıları inceleyerek dolaşıyoruz. Abacı Konak Hotel’de bunlardan biri. Iç avlusunda kahve keyfi yapabileceğiniz hatta hava güzel ise yemek yiyeceğiniz bir ortam var. 

Tam karşısında ise Çağdaş Cam Sanatları Müzesi bulunuyor. Camın binbir halinin sergilendiği eski konaklardan biri daha.

Ara sokaklardan ana caddeye doğru yol alıyoruz Atatürk Bulvarı‘nda ana cadde üzerinde Yılmaz Büyükerşen Wax Museum önündeki giriş kuyruğundan hemen kendini belli ediyor. Yılmaz Büyükerşen’in kendisinin yaptığı 160 yerli yabancı balmumu heykelin yer aldığı 2013 de Eskişehir’de açılan Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi, gururla söyleyebilirim ki Türkiye’de bir ilke imza atmış.

Odunpazarı’nda Kemal Zeytinoğlu Caddesi üzerinde gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kervansaray, Camii, Şadırvan, Medrese, Aşevi, sıbyan mektebi, tabhane ve imaret bölümlerinden oluşan Kurşunlu Camii ve Külliyesi 1525 de yaptırılmış. Şimdilerde El sanatları çarşısı , sıcak cam atölyesi ve diğer sanat atölyeleri ve Lületaşı müzesi, olarak kullanılıyor.

Caminin karşında Eskişehir Roma Çeşmesi var. Onun çaprazında ise Kırım Tatar Kültür Çiğbörek evi, afiyet olsun derim, çiğ börek yemeden Eskişehir’den dönmeyin …

Artık yavaş yavaş şehre doğru iniyoruz, uğramayı planladığımız bir kaç yer daha var. Bunlardan biri, eski zamanlarda yaş sebze ve meyve hali olarak kullanılan sonradan yapılan restorasyonların ardından bir çok kafe ve hediyelik eşya satan dükkanları içinde barındıran Haller Gençlik Merkezi.

Porsuk ve çevresi, Doktorlar Caddesi ve Kızılcıklı Pehlivan Caddesi yenilenmiş hali ile yine cıvıl cıvıl. Hava şansımıza çok güzeldi, ama aynı şans Porsuk kenarında gezi teknelerine binmek için sıra bekleme konusunda bize yardımcı olamadı maalesef, uzun kuyrukları göze alamadık.

Porsuk tarafından caddeye geçip yeni açılan birçok kafe ve restaurantları görünce gözlerim endişeyle Pino’yu arıyor. Lezzetli Hamburger deyince Eskişehir’de akla ilk gelen yer Pino’dur, benim için… Arı sinemalarını ve Pino’yu görünce içim sevinçle doluyor, rahatlıyorum. Akşam yemeği için istikamet belli oldu çocuklar çok mutlu!

Tren Garına doğru yürümeye başlayınca gezmeyi planladığımız ama unuttuğumuz bir yer geliyor aklımıza. Devrim Arabasının da sergilendiği motorlu araçların üretilip ve sergilendiği Tülomsaş Müzesi. Maalesef biz günübirlik gezide çocuklarla zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımız için yetişemedik.

Akşam treni ile İstanbul’a vardığımızda çocukları uyandırmak zor oldu. Bütün günün yorgunluğunu trende attılar.



Gün boyunca hareket halindeydik, bol bol yürüdük, yeni yerler keşfettik, eski hatıraları tazeledik. Porsuk kenarında çimlerin üzerine oturduk, geçen tekneleri imrenerek seyrettik. Gezerken her gördüğümüz heykelin fotoğrafını çektik.

Yolunuz düşerse, yada özellikle yönünüzü değiştirip yolunuz düşerse, keyifle gezmeniz dileğiyle










Devamını Oku »

Uçurtma Müzesi

0 yorum

Çocukluğunuza dönmek ister misiniz? Hemde çocuğunuzla birlikte!



İçeri doğru bir adım atmamla, birden büyülü dünyanın kapıları aralandı. Başımı kaldırdım, eski bir masaldan kopup gelmiş alev saçan ejderha ile göz göze geldik. Bir yanımda, rengarenk kanatlarını açmış dev kelebek, fillerin üzerinde gezintiye çıkmış Hintli kızlar olan uçurtmalar. Diğer yanımda şekilleri, renkleri, desenleriyle farklı kültürlerden gelen uçurtmalar. Hayranlıkla izliyorum. Kimi kuyruklu, kimi kuyruksuz. Kimi yıldız şeklinde, kimi fener… Her birinin bir anısı var. Gökyüzünden getirdikleri, haberleri var.

Beni en çok etkileyen uçurtmaların eğlence aracı sanıldığının aksine, tarih boyunca bilimsel deneylerde kullanılarak bir çok icadın gerçekleştirilmesine esin kaynağı olmaları.

1893 yılında Hangreve’in kutulardan oluşan tren şeklindeki uçurtmasıyla yeterli kaldırma kuvveti sayesinde insanın ayağını yerden kesmeyi başardığında, Wright kardeşlerin onun buluşundan esinlenerek ilk uçağı tasarlayacaklarını biliyor muydu?

Yada 1887 yılında İngiliz Meteorolog ED Archibald arkeolojik alanların ve resiflerin uçurtmalar yardımıyla ilk defa havadan fotoğraflarını çektiğinde Drone’un atası uçurtmadır deneceğini biliyor muydu?

Tutkuyla bağlandığı uçurtmalar sayesinde uluslararası alanda Türkiye’nin tanınırlığını sağlayan, günümüz kuşağına uçurtmayı yeniden sevdiren Mehmet Naci Aköz’ün kurduğu Uçurtma Müzesi’ndeyim bugün. Daha önce çocuklarımın okul gezilerinde gittiği ve anlatırken yüzlerindeki mutluluğu yüreğimde hissettiğim bu müzeyi bende görmek istedim. Müzeyi gezerken ve sohbet sırasında öğrendiğim şeylerle anladım ki çocuklar çok haklı, burada ruhunuz dinleniyor.

Uçurtmanın tarihini, kültürümüzdeki yerini, uçurtma tutkusunun nasıl uluslararası festivallere ve müzeciliğe dönüştüğünü ve yeni projeleri konuşurken, uçurtma tarihinde Türkiye’de ve Dünyada gerçekleştirdiği faaliyetlerle bir ilke imza attığını öğreniyorum.

Yaptığımız keyifli söyleşiden satırbaşları...

Uçurtma tutkusu nasıl başladı? 

Uçurtma, hayatımın bir parçasıydı. İlk okulda birinci sınıftan itibaren uçurtma uçururdum. Uçurtmamı kendim yapardım ama yıldız uçurtmayı yapamazdım. Yıldız uçurtmada dengeyi sağlamak önemli. Yıldız uçurtmayı yapınca mahallede yardım isteyeceğimiz abiler arardık. Şeytan uçurtma ise hem en kolayı hemde eğlenceliydi. Defter sayfalarını koparır şeytan uçurtmalar yapardım.

1984 yılında Türkiye’nin ilk uçurtma yarışmasını düzenlediniz. Yarışma fikri nasıl ortaya çıktı?

Asıl süreç 1980’de başladı. Ben aslında terziydim. 1980 yılında evlendikten sonrada babam ile çalışmaya devam ediyorum Ama uçurtmalar hâlâ benim gündemimde ve tutkum. O dönemde uçurtmalar yapıp kırtasiyelere satmaya başladım. Daha sonra 1983’de Bulvar gazetesinin düzenlediği “Uçurtma Bayramı”na katıldım. 2m boyutunda bir uçurtma yaptım ve en güzel uçurtma birincisi oldum.
Uçurtma Bayramı etkinliği bitti, benim gibi derece alanlar var. Tabi biz ödül bekliyoruz. Bu sadece uçurtma bayramı dendi, ödül falan yok. Bir derecelendirme yapıldı ve derecelendirme varsa ödülde olmalı. Ben niye böyle bir yarışma yapmıyorum diye düşünmeye başladım.

1983-1984 yılları arasında hem benim için hem Türkiye de uçurtma tarihi açısından kırılma noktası oldu. Ve ben 1984 yılında Türkiye’nin ilk uçurtma yarışmasını düzenledim. 

Biraz Uçurtma Festivallerinden bahsedelim istiyorum. 1997 yılında Türkiye’nin ilk uluslararası uçurtma festivalini siz gerçekleştirdiniz. Daha önce hiç uluslararası bir uçurtma festivaline katılmışmıydınız?

1995 yılı sonları Hollandaya gitmiştim. Oradaki arkadaşlarım bana “Uluslararası Uçurtma Festivali var, katılır mısın?” dediler. Hemen düşündüm ne yapmalıyım diye. Kocaman bir Türk Bayrağı

uçurtması yaptım. Bir havalandırayım herkes görsün diye düşünüyorum. Uçurtma festival alanına geldik. Bir baktım gökyüzü muhteşem, her yer rengarenk, çeşitli şekillerde uçurtmalarla dolu. Kuyruklusu , kanatlısı, yıldızı, üçgeni… Adeta uçurtma cenneti. Uçurtmanın bambaşka birşey olduğunu ben orada anladım. 
 

1995 yılında İstanbul’a döndümdüğünde uluslararası festival yapma fikri kafamda iyice şekillendi. Proje üzerinde biraz çalıştım ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sponsorluğunda 1997 de Moda sahilinde ilk Uluslararası Uçurtma Festivalini gerçekleştirdik. ikincisini 1998 yılında yine Moda sahilinde yaptık o dönemde Barış Manço da katıldı.

Dünyada yapılan uluslararası festivaller kaç yıldır sürüyor?

Çin’de bu yıl otuzdokuzuncusu yapıldı. Çin, Japonya ve Malezya her yıl uçurtma festivali yapıyor. Hemde yılda birkaç sefer ve farklı farklı şehirlerde yapılıyor.

Festivallerin tanınırlığı ve katılımcı sayısı, katılımcıların niteliği çok önemli. Biz bütün davetlerimizi Uçurtmacılar Derneği adına yapıyoruz.

Uluslararası Festivaller ve yarışmalarla gelen ödüller var. Bu süreçte bir koleksiyon oluşmaya başlamışmıydı?

1986 da Eyüp uçurtmacılar birliğini kurdum. Koşuşturma var, bir heyecan var, bir şeyler yapmak istiyorum. Organizasyonunu yaptığım yarışmalar var ve katıldığım yarışmalardan da kazandığım 6-7 kupam var. Ama koleksiyon fikri daha oluşmamış, yaptığım uçurtmayı satıyorum.

Oturduğumuz evin üst katında oturan komşumuzun İngiltereden gelen oğlu ile sohbet sırasında bana sorduğu bir soru, benim hayatımda yeni bir dönem başlattı.

“Bu kadar uçurtmalarla uğraşıyorsun, dünyadaki yarışmalardan, uçurtmacılardan haberin var mı?” dedi. “Ben onlarla nasıl iletişim kurabilirim ki benim İngilizcem yok” diye cevap verince.

“Sen uçurtma derneklerine ne yazmak istiyorsan yaz ben çeviririm” dedi. Taksimdeki İngiliz kütüphanesinden dünyadaki uçurtma derneklerinin adreslerini aldım. 26 ayrı adrese mektup gönderdim.

İlk gelen cevap Japonya’dandı. Bir katolag ve beraberinde mektup göndermişler. Mektupta “Türkiyede uçurtma olduğunu sizin mektubunuzla öğrendik, çok mutlu olduk.” yazıyordu. O kataloğun benim kuracağım Uçurtma Müzesinin ilk parçası olacağını bilmiyordum.

Çeşitli ülkelerden katolog geliyor, broşür geliyor, Dünyadaki uçurtma müzeleri ile yazışıyoruz, elimde bir sürü materyal birikiyor ama zihnimde hâlâ koleksiyon yapma diye bir tanım yok.

Peki, müze kurma fikri ne zaman oluştu? 

Uçurtmayı hiç bırakmadım, yarışmalara gidiyorum, tek tük yurddışına gidiyorum. Festivallere katılıyorum. Festivaller düzenliyorum. Her gördüğüm yeni kişi bana uçurtma veriyor, kitap veriyor albüm veriyor. Bütün bunlar sizin zihninizdeki birikimleri arttırıyor. Elinizdeki malzemeleri arttırıyor, öz güveninizi arttırıyor.

Bu süreçte müze kurma fikri kafamda oluşmaya başladı ama müze nasıl kurulur onu bilmiyorum. Bizim kuşağın bildiği müze Topkapı Sarayı gibi büyük bir alan büyük duvarları olan bir yer. Içinde sergileyeceklerin ya padişahtan kalan şeyler yada toprak altından çıkanlar olmalı.

Büyükşehir Belediyesi ile görüştüm. Biraz ışık alıyorum ama kafamda daha oturtamamışım. 2005 senesinde 3. Uluslararası Uçurtma Festivalini yaptık. Amerika, Japonya , Endonezya ve Avrupa uçurtma federasyon başkanları hepsi geldi. Çok ürün geldi. Davet ettiğimiz ülkelerden yayınlar ve uçurtmalar istedim, ileride müze kuracağız demeye başladım.

Aynı yıl Sunay Akın İstanbul Oyuncak Müzesini açtı. Bir, bir buçuk ay sonra Sunay Beyden randevu aldım gittim oraya. İkimizde aslında birbirimizi basından tanıyoruz. Uçurtma Müzesi fikrimi anlattım.

“Müze açacağım ama müze nasıl açılır bilmiyorum ne yapmam lazım“ dedim. Bana biraz yol yöntem gösterdi. Akıl verdi. Özeti şuydu “Senin derneğin var, Uçurtma kültürünü geliştirilmesi, yaygınlaştırılması, yeni kuşağa tanıtılması ve dünyaya tanıtılması için bir müzenin kurulması kararını al ve tabelanı as.”

Sunay Bey kişisel müzeler ve çocuk müzesi noktasında çok ciddi örnek, bir duayen. Verdiği bilgi belki küçük gibi gözükebilir ama benim büyük adımlar atmamı sağladı.

Müzenin koleksiyon parçalarının temeli festivaller ama Uçurtma Müzesinin kurulması fikrinin gerçeğe dönüşmesinde kırılma noktası Sunay Bey’dir.

Dünyada 13 ülkede 18 Uçurtma Müzesi var. Bu müzelerin dünyadaki öncüsü Japonya. Peki siz, ilk hangi müzeyi gezdiniz ve sizde bıraktığı etkiler nelerdi?

Aslında 22 Uçurtma Müzesi var 4 tanesi sivil havacılık müzelerinin içinde bir sergi olduğu için onlar müze olarak sayılmıyor. Onun için 18 diye biliniyor. İlk gezdiğim müze Çin. 2011 de gezme fırsatım olmuştu. 

Bu arada uçurtmanın atası Çin ama Japonya müzecilik anlamında ondan önce davranmış. Japonya da 5 tane uçurtma müzesi var ama Çin’deki müze dünyadaki en büyük uçurtma müzesi. 

Her biri çok özel olan uçurtmaların bir ustası var. Her biri bir sanat eseri gibi cemakanlar ardında sergileniyor. Herkes hayranlıkla izliyor. 

Müzenin bahçesinde büyük bir alan var. Uluslararası festivaller yapan ülkeleri simgeleyen plaketler konmuş, bu plaketler arasında Türkiyedeki Uçurtma Müzesinin de olması beni çok gururlandırdı.

Daha sonra Malezyadaki müzeyi gezdim. Türk Bayraklı uçurtma yapıp hediye ettim. Tabi gittiğinizde sadece uçurtma müzelerini veya festivalleri değil uçurtma imalatçılarınıda geziyorsunuz. Müzedeki ürünler böyle böyle çoğalıyor.


Uçurtma Müzesinde açıldığında kaç ürün sergileniyordu?

Müze açıldığında 300-350 civarı ürün vardı. Şimdi, 6 kıtadan 33 ülkeden toplanmış, 2500 üzerinde ürün var. Hindistan 150 ürün ile temsil ediyor. Farklı kültürleri bir araya koyduk. Çin hayvan şeklinde rengarenk uçurtmalar yapıyor. Endonezya daha az renk kullanıyor. Japon uçurtmalarının üzerine yapılan resimler bir ressamın elinden çıkmış gibi adeta birer sanat eseri. Farklı kültürlere baktığınızda uçurtmanında çok ciddi anlamda değişime uğradığını görüyorsunuz. Uçurtma dünyada binlerce değil onbinlerce modeli olan birşey.

Müzenizi şu ana kadar kaç çocuk ziyaret etti?

Biz burayı açtığımızda sadece yetişkinlerin geleceğini düşünmüştük. Evet çocuklarla alakalı bir müze açtığımın farkındayım ama hep yetişkin gelecek diye düşünüyorum. Bir iki tane okul geldi, 2-3 haftada bir okullar geliyordu. Şimdi günde birkaç okul geliyor.

Bir gün ulus Musevi ana okulu aradı, randevu ayarladık. Kaç çocuk diye sordum. 15 dedi. Kaç yaşındalar dedim. 3 diye cevap verdi. Peki dedim kapattım telefonu.

“3 yaşındaki çocuk ne anlar?” diye düşündüm. Tekrar telefon açtım, teyid ettim. 
Ben anaokul çocuklarına kültür gezisi yaptıklarını bilmiyordum. 

Ne kadar erken başlarsak eğitime o kadar hızlı yol alıyoruz bunu öğrendim.

Her geçen gün öğrenci sayısı artarak devam etti, kısa bir süre sonra atölyede uçurtma yapma çalışmaları başlattık. Şu anda müzemizin alt salonunda 100 çocuk kapasiteli atölyemiz var. günde 4 ders yapabiliyoruz. Geçen yıl, bizi ziyaret eden 30.000 civarında öğrencimiz vardı.

İstanbul Uçurtma Müzesi içinde birde kütüphane var. Bize Uçurtma kütüphanesinden biraz bahsedebilir misiniz?

2015 yılında Gülen Okumuş Uçurtma Kütüphanesini kurduk. Kataloklar, dergiler afişler ve broşürlerden oluşan 200’e yakın yayın var. Türkiyede hiç Uçurtma Kütüphanesi yok bunun ilkini kuralım diye düşündük ve dernek olarak kararını aldık. Birbuçuk yıl sonra birşey farkettik, değil Türkiye’de meğerse dünyada hiç uçurtma kütüphanesi yokmuş.

Türkiye’deki ilk Uçurtma Kütüphanesi aslında Dünyadaki ilk Uçurtma Kütüphanesi oldu. Farketmeden biz kurmuş olduk. Hemen burda bir parantez açmak istiyorum, Çinde dünyanın en büyük uçurtma müzesi var, İçinde kataloklar yayınlar var ama uçurtma kütüphanesi adıyla açılan bir bölüm yok.

İyiki de böyle bir karar alıp Uçurtma Kütüphanesini açmışız. Şimdi burası içinde ürün topluyoruz. Bir kaç yıl sonra işallah kendi başına bir birim olacak

Kütüpanemizdeki kaynakları dijitalleştirme çalışmalarımız devam ediyor. Web sitemizde bu kitapları tek tek arşivliyoruz. Uçurtma kütüphanesinde ne tür kaynakların olduğunu görsünler istiyorum. Araştırmacılar, üniversite öğrencileri ve basın için kütüphanemiz her zaman açık.

Biraz geçmişe gidelim, uçurtma tarihi hakkında bilgi verebilir misiniz?

Uçurtmanın M.Ö. 300’lü yıllarda Çin’de doğduğu biliniyor. Uzakdoğu kültüründe çeşitli savaşlarda haberleşme ve düşmanı korkutma aracı olarak kullanılmış.

1295 yılından ünlü denizci Marco Polo tarafından Malaya adalarından satın alınarak Hollanda’ya getirilmiş. Böylece, batı ülkelerinin gündemine giren uçurtma burada pek çok bilimsel deney için kullanılmış.

Mesela, 1749 yılında İskoç bilim adamı Alexandre Wilson’un uçurtmaları termometreyi 3000 feet yüksekliğe çıkarıp ısı değişimlerini ölçmek için kullanması;

1752 yılında Benjamin Franklin’in yağmurlu havada uçurtmayı kullanarak uçurtmanın ipine bağladığı metal anahtara yıldırımın düşmesiyle yıldırımın doğal bir elektrik kaynağı olduğunu ispatlaması bunlardan bir kaçı.

Bir başka örnek, 1822 yılında George Pocock uçurtmanın kuvvetinden en ilginç yollarla faydalanan kişilerden biri olmuş. Pocock’un, arabasına uçurtmaları bağlayarak Saatte 32,19 kilometre hız yaptığı kaydedilmiş. O dönemde yol vergileri arabaları çeken at sayısı üzerinden alındığı için de, George Pocock bu vergiden tümüyle muaf kılınmış.

Sir George Caley, Samuel Langley, Lawrence Hagrave, Alexander Graham Bell ve Wright Kardeşler uçakların bulunmasına katkıda bulundukları araştırmalarında hep uçurtmaları kullanmışlar.

2.Dünya Savaşında ise, Harry Saul’un Hücum Uçurtması (Barrage Kite ) uçakların hedeflere yakın olabilecek kadar alçaktan uçmalarını önlemiş.

Yine 2. Dünya Savaşı’nda denizde kaybolan pilotlar bulunmak için Gibson-Girl Box uçurtmalarını kullanmışlar. Ayrıca Dünya Savaşları süresince İngiliz, Fransız, İtalyan ve Rus orduları, düşmanlarını gözetlemek ve işaret göndermek için uçurtmaları kullanmışlar.

Uçaklardan yararlanılan yerler arttıkça, uçurtmalar daha az kullanılır olmuş ve daha çok eğlence maksatlı uçurulmaya başlanmışlardır.

Türk kültüründe uçurtmanın yerini kısaca anlatabilir misiniz?

Uçurtma M.Ö. 300 yıllarda Çin’de ortaya çıkıyor. 1295 yılında ise İtalyan kâşif Marco Polo ile Avrupa uçurtmayı tanımaya başlıyor demiştik. Ancak bizim kültürümüzde çeşitli kaynaklara göre 1500‘lerin sonlarında görülmeye başlanmış.

Surname-i Hümayun adlı kitapta geçen bir minyatürde Sultan III. Ahmed'in çocuklarının sünnet düğünlerinde Sultanahmet’teki Atmeydanı olarak da bilinen yerde, 1582 yılında Simurg Kuşu şeklinde uçurulan uçurtma yer alıyor.

Bir diğer kaynak 15.-17. yy anlatan Saray Merasimleri adlı kitap. Osmanlı dönemi sokak eğlencelerini anlatılırken, Ramazanlarda teravih namazı sonraları kandil uçurtmalarının gökyüzüne salındığından bahsetmektedir.

Aslında uçurtmanın Anadolu topraklarında görülmesi 15.yy dan çok daha eskilere dayanıyor. Kayıt altına alınmadığı için kesin birşey söylememekle beraber. Bunu destekleyen iki gerekçem var.

Çin’den gelen ve batıya giden İpek Yolu ticaret kervanı bizim topraklarımızdan geçiyor. Ticari alım satımla bizim kültürümüze 15.yy dan daha önce girmiş olabileceğini düşünüyorum. İkincisi, uçurtma çoğrafi anlamda çok rüzgarlı olan yerlerde ön plandadır. Bizim ülkemiz coğrafi olarak çok rüzgarlı.

Uçurtma eskiden çok yaygındı, sokaklarda çocuklar hep uçurtma uçururdu. Neden azaldı? Bir kültürün yok olmasına izin vermemek için neler yapmalıyız?

Ülkemizdeki sokak oyunları kültürü içinde uçurtmanın ayrı bir yeri var, çünkü uçurtma canlı oyuncak olarak algılanıyor.

Üç çıtayı çakarak kağıtla kapladığınız oyuncağınızın, istediğiniz halde ulaşamadığınız bulutların ardına kadar gitmesi sizi de havalandırır ve onunla birlikte siz de bulutlarla kucaklaşırsınız.

Günümüz büyük şehirlerinde çeşitli sebeplerle çocuklarımızı gönül rahatlığı ile sokaklara bırakamıyoruz. Peki çocuklarımız ne yapıyor? İnternet veya TV başında gün geçiriyorlar.

Önüm arkam, sağım solum, aşağısı yukarısı beton, çocuk sokağa çıktığında asfalta basıyor, okula gittiğinde okul bahçesi beton!... Bu çocuklar enerjisini nerede atacak?!...

Çocuklarımızı betonlar arasında yaşatmakla onlara çok büyük kötülük yapıyoruz, sağlıklı gelişmelerini engelliyoruz.

Çözüm… Hiç olmazsa hafta sonlarında onları doğa ile iç içe olabilecekleri, koşup oynayabilecekleri alanlara götürüp buraya uygun oyunları onların oynamasına yardımcı olmak.

Sözüm anne ve babalara, mesela misket alın, veya topaç, isterseniz ip atlatın, isterseniz uzun eşek oynayın çocuğunuzla. Ama mutlaka birlikte uçurtma yapın ve bunu çocuğunuzla birlikte uçurun onları çocukluğunuzdaki oyunlarla tanıştırın, bunun için en güzel oyuncak uçurtmadır, bir deneyin çocuğunuzun ne kadar mutlu olduğunu kendi gözlerinden anlayacaksınız.

Sorumluluk sadece ebeveynlerde mi? Elbette hayır. Belediyeler, Kültür Bakanlığı ve diğer ilgililer, çocuklarımızın betonlar arasında büyüyerek sağlıksız bireyler olmasının birinci sorumluları arasında sizde varsınız!...

Kendinizi/imkanlarınızı biraz zorlayın ve daha çok yeşil alanlar üretin, yaptığınız ve onlarca milyon harcadığınız festivalleriniz arasına çocuk oyunlarını sıkıştırın ve bu tür kültürel etkinlikleri biraz daha destekleyin, bu çocuklar sizin de çocuklarınız.

Eğitim kurumları, sivil toplum kurumları, programlarınız arasında, çocuklarınızın açık alanda oynayabileceği oyun/oyuncaklara ağırlık verin mükemmel sonuç alırsınız. Uçurtma bunun için en ideal atölye çalışmasını oluşturur.

El becerisini geliştirici, katılımcı, paylaşımcı, eğlenceli, hayal dünyasını geliştirici, matematiksel bakışını zenginleştirici sonuçlar rahatlıkla elde edilir. Üstelik çalışma bittiğinde çok hoş bir oyuncak elde edilmiş olur.

Son olarak bize biraz yeni projelerinizden bahsedebilr misiniz?

5-16 Ocak 2018 Hindistandan daki festivale davet aldık.

20 Nisan 2018 de Çin’de 40.sı yapılacak Uluslararası Festivale katılacağız

2018 için İstanbul’da Uluslararası Festival hazırlığı var

Çeşitli üniversitelerde. “Uçağın atası uçurtma”, “Uçurtmanın tarihi”, “Dünyada uçurtmacılık” konulu konferanslara katılmaya devam ediyorum.

Bunların yanında bizi çok heyecanlandıran iki önemli projemiz var

Şeytan uçurtması çok kolay çok basit ve eğlenceli. Biz bu yıl dernek olarak bir karar verdik. Şeytan uçurtmayı daha çok yaygınlaştıralım, yeni kuşak öğrensin diye 50.000 tane şeytan uçurtma dağıtma kararı aldık.

Bastırdığımız şeytan uçurtma modelleri arka yüzünde yapılış şeması var. Sivil toplum kuruluşları ve okullar aracılığıyla çocuklara ulaştırıyoruz. Metin yazdık, ders gibi işletilsin, herkes kendi uçurtmasını kendi yapsın. Balık vermek yerine tutmayı öğretiyoruz.

Buradan sizler aracılığıyla öğretmenlerimize ulaşmak istiyorum. Türkiyenin neresi olursa olsun bize çocuk sayısını bildirmeleri yeter hemen şeytan ucurtmalarını onlara gönderebiliriz.

Bir diğeri, Nisan ayında başlattığımız bir proje. 18 uçurtma müzesini aynı çatı altında toplayacak bir birlik, çatı kuruluşu aradım. Kaydolalım, Türkiye’nin tanınırlığı artsın diye düşündüm. Farkına vardıkki Dünya Uçurtma Müzeleri Birliği yok.

2017 Uçurtma Festivali sonrası Dünya Uçurtma Müzeleri Birliği kurma kararını aldık. Mayıs 2017 deki Festival kapsamında dünya uçurtma müzelerinden gelen katılımcılarla İstanbul da bir toplantı yaptık ve bu kararımızı konuştuk.

Bütün bunlarla ilgili çalışmaları yapalım ki dünyadaki uçurtma müzeleri çoğalsın. Çünkü Kültürel değişim olayın büyümesine sebep olur, insanların kaynaşmasına sebep olur

Birde ben şuna inanıyorum. Tanınmanın en kestirme yolu ya sportif faaliyetlerde bulunmak yada kültür, sanat faaliyetlerinde bulunmaktır. Dolayısıyla herkes kendi ülkesinin kültürünü geliştirmeye katkıda bulunmalı. Öncelikle ben kendi ülkemdeki çocuklar için birşeyler yapmalıyım. Çocuklar bu müzeden güzel anılarla, mutlu ayrılmalılar. Onların zihinlerinde tekrar tekrar heyecanla anlatacakları eğlenceli anılar bırakabiliyorsak biz doğru yerdeyiz. Bunları yapabiliyorsak başarılıyız.

Çocuklara ne verirseniz onu alırsınız. Çocuklara müzede anlatacaksınız, okulda anlatacaksınız, evde anlatacaksınız, güzellikleri, doğruları, ilimi ve bilimi güzel anlatacaksınız, güzel yerlere götüreceksiniz, o güzelliklerle büyürse düşünceleri davranışları da güzel oluyor. Çocuklar en kıymetli varlığımız. Onlar en kıymetli varlığımızsa onlara iyi bakmalıyız önce anne ve baba sonra devlet ve toplum iyi bakacak.




Uçurtma Müzesi
İletişim : 0216.553.23.37
web adresine buradan ulaşabilirsiniz.

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 




Devamını Oku »