23 NİSAN

0 yorum
Bu gün 23 Nisan, neşe doluyor insan...

23 Nisan; Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM'nin açılışının ve egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşır. Aslında Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı.

Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO’nun 1979 yılını Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği’ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşımıştır.

Günümüzde bayrama birçok ülkeden çocuklar katılmakta, çeşitli gösteriler hazırlanmakta, okullarda törenler ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Ayrıca 1933'te Atatürk'le başlayan çocukları makama kabul etme geleneği günümüzde çocukların kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmesi şeklinde devam etmektedir.



Devamını Oku »

Merak tüm kapıları aralar...

0 yorum
Hep merak etmişimdir; yerçekimsiz bir ortamda yürümek nasıl bir duygudur? Sizce bir astronot Uzay mekiği ile uzaya fırlatılırken neler hisseder? Ben olsam ne hissederdim. Merak tüm kapıları aralar…
Şubat tatilinde babam ile beraber katıldığımız 2 günlük Aile /Çocuk Uzay Kampı bana unutulmaz anlar yaşattı.

Gündüzleri Astronot gibi eğitim gördük, geceleri teleskopla gezegen ve yıldızları inceledik.

İlk gün Astronotların uzaya çıkmadan önce aldıkları eğitimler hakkında bilgi aldık. İlk zamanlar Astronotların dünyaya dönerken bindikleri kapsülde yaşadıkları sarsıntılara alışabilmeleri için hazırlanmış bir makine vardı. Makinenin içinde ayakta duruyorsunuz ellerinizden, belinizden ve ayaklarınızdan makineye bağlısınız. Makine hızlı bir şekilde dönmeye başlıyor, sağdan sola, tepe taklak karışık bir biçimde ve astronotların dünyaya inerken kapsülde yaşadığı herşeyi siz burada hissediyorsunuz. Çok ilginç bir deneyimdi.

Daha sonra uzay mekiği simulator bölümüne geçtik. Uzay mekiği temel bilgilerini öğrendikten sonra ekipteki Kaptan, Yardımcı Kaptan ve Dosya Yazılım Uzmanı ünvanlarını alarak simulator de Uzay gemisini 2 kez uzaya çıkarıp indirdik.

Ailelerimiz geminin kontrol bölümünde yer alıyorlardı, biz gemiden onlarla telsiz bağlantısı aracılığıyla görüşüyorduk. Uzay mekiğimizi sorunsuz bir şekilde indirmeyi başardık.

Uzayda Astranotlar gemiden dışarı çıkıp nasıl tamirat yapıyorlarsa aynı ortam burada da sağlanmıştı. Makineye oturduğunuzda sizin ağırlığınız kadar makinenin haznesine su dolduruluyor. Daha sonra ellerinizle borulara tırmanıyorsunuz sanki uzaydasınız ve uzay istasyonunun dış yüzeyinde tarmirat yapıyorsunuz. Yukarı tırmanmak daha kolay aşağıya inişte zorlanıyorsunuz.

Ay Yürüyüşü 

Sonraki gün, Ay yürüyüşü deneyimledik. Ayda kendi ağırlığının 6 katı kadar hafif olduğunuz için ayda zıplayarak yürüyebilirmişsiniz. Ayda 3 çeşit yürüyüş şekli varmış. İki ayak aynı anda zıplayarak, adım atar gibi zıplayarak ve İki ayakla zıplayıp yan yan giderek. 

Amaç yerdeki bir cismi bu ay yürüyüş çeşitlerinden hangisiyle daha kolay alabileceğini ölçmek. Ben her zıpladığımda yerdeki kaskı ayaklarımla aldım sonra elime alabildim.

Son gün atölyede füze yaptık, füzelerin kafa kısmına paraşüt, arka kısmına fitil yerleştirdik. Hep beraber bahçede füzelerimizi ateşledik kimimizin paraşütü açıldı kimimizin ki açılmadı. Füzenin düştüğü yeri tespit etmek ve onu bulmak çok zordu. Ben füzemi bulduğumda almak için ağaca tırmanmam gerekti.

Kamp bitiminde törenle katılım sertifikalarımızı aldık. Çok keyifli bir hafta sonuydu benim için.

Uzay Kampı Türkiye bizlere Dünya’mızın dışındaki yaşamı keşfetme fırsatını sunuyor. Yaşam boyu unutamayacağınız bir yolculuk için rotanızı İzmir’e çevirin.

Sevgiler

Doğan Can











Devamını Oku »

Çıtır Çıtır Felsefe "Cesaret ve Korku "

0 yorum
Cesaret ve Korku 

Yaşamı ve dünyanın işleyişini anlamaya çalışan çocuklara, temel kavramları, doğru sorular sorarak düşündüren 7+ yaş için hazırlanan dizi, gerçek yaşamdan pek çok renkli örneklerle dolu. Çocuklar, öğretmenler ve anne babalar, her kitapta farklı bir kavram üzerine birlikte düşünüyorlar, birlikte konuşuyorlar.

Çıtır Çıtır Felsefe serisinden Cesaret ve Korku üzerine eğlenceli örneklerle süslenmiş bu kitap, okuyanlara keyifli anlar yaşatıyor. 

"Korku, beynin doğru çalışmasını engeller. Hatta bazen onu, tamamen devre dışı bırakır. Bildiğimiz zaman daha az korkarız ve artık kimseye kanmayız. Haklı bir neden için savaşacağımızı bildiğimizde, içimizde bir enerjinin yükseldiğini hissederiz."

"Herkes, küçük cesaretsizlikleri biriktirirse, gerçekten de çok kötü bir dünyanın yaratılmasına göz yummuş oluruz. Eğer içindeki cesaret büyürse, korku ezilir. Çünkü korku mücadele etmez; korku korkaktır, cesaret kendini gösterdiği an, geri çekilir."


Yazan: Brigitte Labbe - Michael Puech
Resimleyen: Jacques Azam
Yayın evi: Günışığı Kitaplığı

Devamını Oku »

4 NİSAN

0 yorum
Ah, bir ataş ver cigaramı yakayım, sen sallan gel ben boyuna bakayım… 

1953 yılı… 3 Nisan'ı 4 Nisan'a bağlayan gece, Dumlupınar denizaltısı Ege'de katıldığı NATO tatbikatından geri dönüş yolunda, Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giriyordu.

Yorgun, ama bir o kadar da gururlu 86 denizci, kendilerine yeni bir görev verilinceye kadar ailelerine kavuşmanın heyecanı içerisindeydiler. Ne var ki saatler 02.15 i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı'ndaki Nara Burnu dönülürken, Türk denizaltıcılık tarihinin belki de en acı kazası yaşandı. Dumlupınar, İsveç bandıralı Naboland Şilebi ile Boğaz ın orta yerinde çarpıştı.

Dumlupınar'ın parçalanan baş bodoslamasından hücum eden karanlık sular, baş üstü dikilen koca denizaltıyı 81 denizciyle birlikte birkaç dakika içinde yutuverdi. Dumlupınar son dalışını yaparken, çarpışma sırasında nöbet tuttukları köprü üstünden denize düşen 5 denizci hayatta kalmaya çalışıyordu...

Denizaltı battıktan sonra battığı yerin bulunabilmesi için aşağıdan bir haberleşme şamandırası fırlatmıştı. Bu şamandıranın içinde irtibatı sağlamak için bir de telefon hattı vardı. Şamandırayı bir balıkçı motoru görmüştü. Şamandıranın içinden bir de telefon ve bir yazı çıktı: “Dumlupınar burada battı, kapağı açın ve irtibat kurun! '' .

Günün ilk ışıkları etrafı aydınlattığında, Boğaz'ın 90 metre derinliğindeki soğuk karanlıkta korkunç bir can pazarı yaşanıyordu. Aldığı yara sonucu batan ve manevra dairesinde yangın çıkan Dumlupınar'ın kıç torpido bölümündeki 22 denizci sağ kalmayı başarmış, kurtarılmayı bekliyordu.

Vatan Sağ Olsun! 

Herkes ağlıyordu, dakikalar geçiyor kurtarma çalışmaları sonuç vermiyordu, aşağıdan konuşmalar, ezan ve tekbir sesleri geliyordu, Kurtaran Gemisi kazadan on saat kadar sonra olay yerine gelmişti ve çalışmalar başlamıştı, akıntı çok kuvvetliydi dalgıçlar 11 dalış yaptılar ve kurtarma halatını denizaltıya bağlamaya çalıştılar. Fakat teknik yetersizdi, en son dalgıç 80 metreye kadar inebildi ve baygın halde yukarı aldılar. 15 saat sonra basınç odasında hayata döndürüldü. Hâlbuki gemiye ulaşmaya daha 11 metre vardı; başarılamadı.

Denizaltındaki subay ve astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylendi; kendilerini su yüzüne çıkaramayacaklarını buna imkân olmadığını bildirildi. Artık kendilerine başta söylenen “gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin '' telkininin yerine “konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve isterlerse sigara da içebilirler '' denildi. Bunu duyan kahraman denizcilerimizin son sözleri “Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun! '' oldu. O andan itibaren oksijen bitinceye kadar 72 saat hayatta kaldılar ve “Ah, bir ataş ver cigaramı yakayım, sen sallan gel ben boyuna bakayım… '' türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verdiler.

Son sözleri “Vatan Sağ Olsun! '' diyerek şehit olan 81 denizcimiz bugün Çanakkale Boğazı'nın derinliklerinde ebedi uykularındalar.

Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz.

Devamını Oku »

NEFES

0 yorum



NEFES

Tüm canlıları çevreleyen görünmez bir enerji yayılımıdır aura. Bedenin tamamını sarmalasa da her hücrenin bir parçası olup onların yaşam enerjilerini yansıtır, tıpkı koleksiyonumda ki her parçanın kendi enerjisini yansıttığı gibi.

Anne karnından dünyaya merhaba derken ilk nefesle başladık hayatımıza, o andan itibaren auramız da ortaya çıktı. Ben de koleksiyonuma “Nefes” ile başladım, yaşam enerjisiyle dopdolu.

İnsanların ruh ve beden sağlığı iyi olduğu sürece mükemmel işler ortaya çıkarabilirler. Sağlığımızı 1 rakamı ile gösterelim. Bundan sonra kazanacağımız bütün mevkileri, şan ve şöhretleri, bütün maddi ve manevi varlıkları 1’in sağına sıfır olarak koyalım. Binler, milyonlar, trilyonlar elde edebiliriz. Peki ya sağlığımızı yitirdiğimizde, koca bir sıfır.

Bütün günler birbirine benzediği zamanda, güneş gökyüzünde hareket ettikçe, insanlar hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varmaz olurlar. İki şeyin değerini elden gitmeden takdir etmek zordur; sağlık ve gençlik.

"Nefes"in renkleri

“Nefes” için renk seçerken de bütün bunları göz önünde bulundurdum. Üretken, güven veren, doğal, şifacı, sağlığın rengi olan yeşili; saflığın, barışın, potansiyelin, aydınlanmanın rengi beyazı; sabrın, başarının, hırsın, sınırsız gücün rengi olan  altın rengini seçtim.

Estetik, sorumluluk ve esin sahibi, cömert, doğayla uyumlu, üçüncü gözün rengi İndigo “Nefes” de ki kreasyonlarımın temel simgesi oldu.

Yaşam enerjisi en yüksek renk, üretken, doğal, berrak, şeffaf, hayatın kendisi, su yeşili “Nefes” in ana rengidir.

Tüm renkler beyazdan geldiğine göre, beyaz ışığın öteki adıdır. Beyazın aydınlanma enerjisini, kreasyonlarımda yıldız şeklini andıran, çakraların simgesi lotus çiçeğiyle tanımladım.

Notaların içinde saklı yedi enerji merkezinin yer aldığı gizli bir beden vardır. Bu, ruhu aydınlığa kavuşturan müziğin ahengi, çakraların notalarla buluşması gibidir.

“Nefes” de doğum ve ölümün sonsuzluğunu beyaz renk ile mutlak potansiyeli simgeleyen, yaratıcılığın ve sanatın sonsuzluğunu ise altın rengi notalarla dile getirdim.

Öyle zamanlar vardır ki insan, hayat ırmağının akış yönünü değiştiremez. Doğum ve ölüm, aslında hayatın kendisi bir seremonidir.

Yer yüzünde herkesin anladığı bir dil vardır, bu coşkunun, yaratıcılığın dilidir. Arzu edilen yada inanılan bir şeyi geçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin dilidir.

İnsanlar bir şey için hazır olduğunda, evren onu gerçekleştirmek için gereken beceriyi ve enerjiyi onlara verir.


İTKİB’in düzenlediği tasarım yarışmasına gönderdiğim koleksiyonumun ana teması NEFES...

Benim için çok özel tasarım kreasyondan bazı parçaları ve metni sizlerle paylaşmak istedim.

Tuğba
23.03.2005

Devamını Oku »

Avucunuzdaki Kelebek

0 yorum
Yaşarken yaptıklarınız sizden sonra hep boşlukta yankılanır.

Bu, "Kişisel Gelişim" kitapları da sıktı zaten değil mi?
Size, kitap boyunca "Şunu yapın. Bunu Yapın" diye ders vermeye çalışmayan bir kitap.

"Ben kural öğretemem. Başarının da formülünü bilmiyorum. Tek bildiğim; sizin hayal gücünüzü büyülemektir. Öyle bir büyü ki o, bu kitaba dokunduğunuz anda başka bir dünyanın kapısını aralar gibi olmalısınız." diyen yazar Ahmet Şerif İzgören.

Dünyada ilk kez "kitap iade garantisi " Elma yayınevinde.

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler.

Devamını Oku »

27 Mart

0 yorum
Devlet Tiyatroları Nasıl Kuruldu? 

Niyazi Ahmet Banoğlu'nun yazdığı Nükte Yergi ve Fıkralarıyla Atatürk adlı kitap Atatürk ile birlikte mesai yapmış bir çok insanın anısını barındırıyor. 

İçlerinden birini, Münir Hayri Egeli'nin şahit olduğu bir anıyı paylaşmak istiyorum.

"Atatürk, tarihe merak sardığı zaman, Faruk Nafiz’e “Akıncılar-Kahraman” üçlemesini yazdırmış ve bu yapıtlar Türkocağı binasında İsmet Paşa Kız Enstitüsü ve Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerine, Münir Hayri yönetimimde ve İbrahim Necmi ile Halil Vedat(Fıratlı) dan oluşan bir heyetin gözetiminde oynattırılmıştı. Atatürk bundan çok memnun kalmış, arkasından Behçet Kemal ile Münir Hayri’nin birlikte hazırladığı , ”Çoban” piyesi oynandığı zaman Atatürk:

- Tiyatro, bir ülkenin kültür düzeyinin aynasıdır. Bu çalışmalara devam edelim! Emrini verdi… O zaman Münir Hayri:

- Efendim bu işleri başka amaç için kurulmuş okulların öğrencilerine yaptırmak zordur. Emir buyrulursa, bu iş için özel bir okul kurulmasıdır, dedi.
Atatürk:
- Uygun, hemen bir rapor hazırlayın! Emrini verdi, ertesi gün Necip Ali:

- İşin büyüğüne gitme, orta halli bir şey düşün de gerçekleşsin, dedi.

Münir Hayri de bir rapor yazdı. Milli Eğitimin, Ankara Belediyesinin, Halk Partisinin destekleriyle kurulacak böyle bir okulun planını hazırladı. Atatürk’e sundu.

O, raporun arkasına şunları yazdı:

“Bu kadar önemli bir iş böyle yarım düzenlemelerle başarılamaz. Bir yasa ile Milli Temsil Akademisi’nin kurulması sağlanmalı ve Münir Hayri, yabancı ülkelerde incelemelerde bulunarak, bize gerekli olan uzmanları getirmelidir.”

Bir hafta içinde Büyük millet Meclisinde, “Milli Temsil Akademisi” yasası kabul edildi. Ve Münir Hayri bu kuruluşun müdürü olarak, araştırma yapmak için Avrupaya gönderildi."

Tiyatro, bir ülkenin kültür düzeyinin aynasıdır.

Bugün "Dünya Tiyatro Günü" 1961 den bu yana tüm dünyada kutlanıyor.  Bu vatanın, bu toprakların  sanatçıları dünya sahnelerinde gördüğü ilgiyi, saygıyı umarım  kendi vatanlarında da görebilirler. 

Umarım ki sanata ve sanatçıya verilen önem, bir gün, elbet bir gün  değer kazanır ve onların emeklerini boşa çıkarmaz. İlk başladığı günkü heyacanı, coşkuyu bir gün tekrar yaşamak dileğiyle...


Devamını Oku »

İstanbul semalarında, ilk ezan sesi...

0 yorum
Herkesin gözü üstünde, güzel Konstantiniyye...

Karaköy sokaklarında yükselen ezan sesi bugün bizler için ne kadar normal, kanıksanmış bir davranış olsa da, 717'de çan seslerinin arasında yükselen ezan sesi o kadar garipti.

15 Ağustos 717’de İstanbul’un Fethi için gelmiş olan Müslüman Arap kumandanlarından Mesleme Bin Abdülmelik; Karadan bir ordu, denizden kuvvetli bir donanma ile Bizans’ı kuşatmış, Muhasara bir yıl kadar devam etmiş ancak Konstantiniyye alınamamıştı. Ama Galata zaptedilmiş ve fethedilmişti. 


Mesleme ve İmparator Leon arasında varılan bir anlaşma sonucu Arap mescidi inşaa edilmiş ve ibadete açılmıştır. 7 yıl kadar İstanbul’da kalmış olan Arap Müslüman Ordusu ibadetini burada yapmıştır. Daha sonra Şamda çıkan bir isyan üzerine Arap ordusunun Şam’a gitmesini fırsat bilen Dominiken Papaz ve Rahipleri burasını kilise haline sokmuşlar.  Şimdi minare olarak kullanılan çan kulesini bu esnada de ilave etmişlerdir. 1453 İstanbul’un fethinden sonra kilise camiye çevrilerek öndeki mihrap ve minber ilave edilmiş ve Osmanlı kayıtlarında yine Arap Mescidi ismini almıştır.

1475’te Fatih, kiliseyi camiye çevirerek vakfına katmıştır. Yirmi yıl sonra da, İspanya'dan çıkartılan Endülüs Arapları'nın bir kısmının, çevredeki mahallelere yerleştirilmesiyle cami, "Arap Camii" olarak tanınır. Caminin Araplara mal edilmesinin bir nedeni de, minareye çevrilen eski çan kulesinin 714'te Şam'da yaptırılan ünlü Emeviye Camii'nin özgün minaresini çağrıştırmasıdır.



Devamını Oku »

Bizans Sultanı

0 yorum
Bizans soyundan gelen Sultan yaşıyor mu? 

Bizans resmi tarihine göre yaşlı imparator XI. Konstantinos, başkent surlarında Osmanlı kuvvetlerine kılıç sallarken öldü. Bazı tarihçilere göre o, Türklerin elinden son anada kurtulan bir Ceneviz gemisiyle kaçmıştı. Konstantinopolis (İstanbul) düştükten sonra imparatorun cesedi bulunamadı.

Selçuk Altun'un kaleminden "Bizans Sultanı" gerçeklerden yola çıkılarak kurgulanmış, okuyucuyu bir gizem ve gezi hipodromuna davet ediyor.  Soluk soluğa okuyacağınız bu gizemli macera zaman zaman hoş süprizlerede kapılarını açıyor.

"İstanbul'un fethinden 555 yıl sonra, üç gizemli adam Galata'da yaşayan bir akademisyene ulaştı. Onlar 1475'te İtalya'da ölen, son Bizans İmparatorunun vasiyetini yerine getirmek için kurulan gizli örgüte mensuptular. Bir satranç ustası olan genç adama, XI. Konstantinos soyundan geldiğini kanıtladılar. O artık sürgündeki Bizans İmparatoru XV. Konstantinos'tu. Örgütün başına geçmek ve servetine hükmetmek için ata vasiyetinin son maddesini yerine getirmesi; vasiyetin ne olduğunu öğrenmesi içinse altı duraktan oluşan sınavdan geçmesi gerekiyordu."

Kitabı satın almak isteyenler buradan ulaşabilirler


Devamını Oku »

Güneşi bile tamir eden adam

0 yorum
Behiç Ak'ın, çocukları tüketim çılgınlığı üzerine düşündürdüğü kitabı "Güneşi bile tamir eden adam" ...
Ülkemizin uluslararası üne sahip çocuk kitabı yazarı, karikatürist, mimar, yazar ve çizer Behiç Ak'ın kitabı "Güneşi bile tamir eden adam" Günışığı Kitaplığı aracılığıyla okuyucularıyla buluştu.

Günümüzün bazen çılgınlığa varan bazen de sahip olduklarımızın değerini tümüyle unutturan aşırı tüketim eğilimlerini kendine özgü mizahi üslubuyla anlatan Behiç Ak, öyküsünü karikatür tadında renkli resimlerle destekliyor. Japonya'da on binlerce çocuk tarafından okunan, oyunları Avrupa'da sergilenen, kitaplarıyla pek çok ülkede tanınan Behiç Ak'ın öyküsü, geçmişe saygı duyarak yenilenmenin ve değişebilmenin ipuçlarıyla dolu.

"Adanın ciğercisi Muammer Bey çok iddiacı ve alıngan biridir. Öyle ki, kardeşi çalışkan tamirci Kadir Bey'e de küsmüştür. Oysa her tür eşyayı, hatta kırık kalpleri bile onaran tamircinin bundan haberi yoktur. O, adalıların bozulan ne kadar eşyası varsa onarmakla uğraşır, eskileri değerlendirir, eşyaların geçmişini anlatır durur. Ancak, beyaz eşya satıcısı ve nalbur kazançlarına engel olan tamirciden hiç hoşlanmazlar. Adalılar da eski eşyadan bıkmış, yeni şeylere sahip olmak istemektedirler. Sonunda tamirciyi adadan uzaklaştırmaya karar verirler. Ama nasıl?.."

Kitabı satınalmak isteyenler buradan ulaşabilirler.




Devamını Oku »

Diriliş Çanakkale 1915

0 yorum

Erkek-kadın, genç-yaşlı, çoluk-çocuk bir kurtuluşun hikayesi... 

Bir çok kitapta anlatılan bu destansı gerçek hikaye Turgut Özakman'ın "Diriliş Çanakkale 1915" romanında tüm detaylarıyla bir kez daha gözler önüne seriliyor.

"İngiliz-Fransız donanmasını yenip geri döndüren Kilitbahir ve Çanakkale'deki tabyalarımızı gezerseniz, buralardaki toplardan ancak bir-ikisinden kalma birkaç parça görürsünüz.

Peki o tabyaları dolduran o büyük, gazi 137 top nerede? Buralardaki uzun, kalın namlulu, büyük gövdeli, asansörlü, raylı dev makineler ne oldular?

Acaba bunları işgal eden İngiliz ve Fransızlar, bizim için tarihi değeri çok yüksek olan bu topları götürmüş olabilirler mi?

Hayır. Onları biz yok ettik. 1954 yılında Maliye Bakanlığı bu gazi topları, yani tarihimizi, hurda demir fiyatına bir hurdacıya sattı. Hurdacı da bütün topları kesti, biçti, söktü, parçaladı ve götürdü.

Nusrat mayın gemisini de sattık.
Peki, Yavuz?
Peki, Hamidiye?
Peki, Muavenet?
Peki, Bandırma?
Bunları da sattık. Sökülüp parçalandılar.
Peki, Savarona?
Bunu da kiraladık.
Birini bile müze-gemiyapmayı, korumayı düşünmedik. Bu bilinçsizlik, nankörlük, ruhsuzluk, bu yakın geçmişimizi yağmaya verme, önemsizleştirme bu kadarla kaldı mı?
Hayır.
Gittikçe artıyor, genişliyor, büyüyor, hızlanıyor.
Biz diri, canlı, hayat dolu, duyarlı, dikkatli, bilinçli, bağımsızlığa aşık, gururuna düşkün bir millettik.

Ne oldu bize?

Yoksa son yüzyıl içinde Çanakkale dirilişini, Milli Mücadele'yi, o kutsal çılgınlığı, zaferi, ilkellikten ve bağnazlıktan kurtuluşu, uyanışı, aydınlanmayı, çadaşlaşmayı, kadın özgürlüğünü, cumhuriyeti, dünyanın Türk mucizesi diye andığı bu büyük macerayı yaşayan biz değilmiydik ? Yoksa bunlar milletçe birlikte gördüğümüz bir rüya mıydı? Şehitler, gaziler, kahramanlar, o öldürücü acılar, o emsalsiz sevinçler, inanılmaz başarılar hayal miydi?
Hayır!
Hepsi gerçek.
Ama içerden, dışarıdan söylenen ninlilerle, süslü kutular ve göz alıcı şişeler içinde sunulan uyku ilaçlarıyla bizi yeniden uyutmaya çalışıyorlar.
Tarih son kez uyarıyor:

UYUMA EY TÜRK!

Dirliğin, birliğin, dilin, benliğin, tarihin, yurdun, adın bir kez daha giderse, bir daha hiçbiri geri dönmez."

Turgut Özakman'ın "Diriliş Çanakkale 1915" adlı romanından sonsöz





Devamını Oku »