Sicilya

0 yorum

Dört günlük bir ada macerası bizimkisi

Teatro Massimo

Sabahın ilk ışıkları, dilini bilmediğimiz bir memlekette ortak bir dilde anlaşarak arabamızı kiralamaya çalışıyoruz.  Her kafadan bir ses çıkıyor, uzun uğraşlar sonrası yeni arabamıza kavuşuyoruz. 6 kafadarın, 4 günlük bir ada macerası bizimkisi.

Yolda olmak hissini seviyorum. Farklı kültürler, farklı mekanlar, ilginç yemekler, büyüleyici manzaralar…

Yaklaşık 2,5 saat sonra Palermo’ya varıyoruz. Herkes dersini çalışmış. Nereleri gezmeli? Ne almalı? Nerede, ne yemeli? Ne içmeli? Yol güzergahı, otel …

Gezilecek yerler arasında bir yer var ki, içeri girip girmemekte tereddütteyim.

Cappuccini Manastırı hakkında birşeyler okurken o kadar da ürkütücü gelmemişti. 1599 da ölen rahibi mumyalayarak, manastırın altına -oyarak oluşturdukları yeraltı mezarlığına– yerleştirirler. Uzun seneler sonra mumyanın hala bozulmadığını görünce de bu manastırın gizemli bir koruyucu güce sahip olduğunu düşünürler. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ve artık ölen her rahip ve asillerden kadın, erkek, çocuk herkes mumyalanarak buraya konur. Taa ki Manastırın altında yer kalmayıp devlet tarafından yasak konana kadar. 

Capuchins Manastrı
Önceleri, böyle gizemli bir Manastırı gezmek fikri ilginç gelmişti. Ne olabilirdi ki? Alt tarafı bir kaç mumya görecektik. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bir tane görmüştüm. Lahitin kapağı aralıktı ve mumya gözüküyordu. Hiçte o kadar korkunç değildi.

Fakat mahsene doğru merdivenlerden inerken attığım her adımda içeride tanımlayamadığım kimyasal bir koku yükselmeye başladı. Koridor boyunca yerden tavana kadar dizi dizi sıralanmış, üzerlerinde ki giyimlerinden rahip yada soylu kişiler olduğunu anladığım yüzü gözü yok olmuş vücutlar asılıydı. Buranın bir müze olduğu mantığını kabul edersem gezinin sonunu getirebilirim diye düşündüm. Ama o koku beni mahvediyordu, ben hızlı bir turla guruptan ayrılarak dışarı çıktım. 

Kendi kendime söylediğim ilk şey cennet gibi bir adadayız ve ilk gün geldiğimiz noktaya bak. Aklımıza bile getirmediğimiz “Ölüm” hayatımızda her zaman var. Hiç aklımızdan çıkmayan “Yaşam” sonsuz olsun istiyoruz.

Çıkıştaki dükkandan tüm Sicilya adasında ki gezilecek yerleri anlatan bir kitap aldım. An’da kalmalıydım.  (Burada kısa bir not düşmek isterim. İçeride fotoğraf çekmek yasak, zaten duvarda asılı olanları görünce aklınıza bile gelmiyor. Ben bu fotoğrafı "Art and History Sicily" adlı kitaptan aldım.) 

Cappella Palatina
Neyse ki, 1132 yılında inşaata başlanan, Bizans Mimarisinin ön planda olduğu altın kaplamalı süslemeleriyle ve bu ihtişamın yapılması için inşaatın 8 yıl sürmesi ile üne kavuşan Platin Şapel (Cappella Palatina) güzelliğiyle biraz olsun içimi ferahlattı. Bu arada Cappella Palatina’nin UNESCO Dünya mirası listesinde olduğunu öğreniyorum.

Palermo, bir liman kenti. Tarihi dokusunu bozmamış, dar sokakları kadar geniş caddeleri ve meydanları, bir çok tiyatro salonu ve hemen hemen her binanın üzerinde bir hikayenin anlatıldığı heykellerden oluşan figürleri var.

Teatro Massimo

İtalya'nın en büyük ve Avrupa'nın üçüncü büyük opera salonu olan Teatro Massimo gecenin karanlığında gizemli ışıklar altında parlarken, büyülenmemek elde değil. 

Ertesi günü güneşin tılsımı ile içeriyi gezerken her halinin bir başka güzel olduğuna karar verdim.

Palermo sokakları güzel mimarisiyle göz doldururken, bir şehri hem gece hem de gündüz gezme şansını yakaladığım için kendimi şanlı hissediyorum.


Öğlene doğru Palermo’dan yola çıkıp, önce Cefalù ardından Messina’ya uğrayıpda Catania‘ya vardığımızda, havanın kararmasına aldırmadan ilk işimiz şehrin merkezindeki meydanı ve çevresini keşfetmek oldu.

Cathedral of Sant'Agata
Piazza Duomo ‘da Saint Agatha Katedrali (Cathedral of Sant'Agata), Fil Sarayı (Palazzo degli Elefanti), Amenoa çeşmesi (Fontana dell'Amenano) ve hemen karşılarında ortada duran Fil Çeşmesi (Fontana dell'Elefante) …

İşte, sonunda karşımızda! Fotoğraflardan gördüğümüz, hakkında çokça efsane bulunan Fil figürlü bu çeşme hiyeroglif yazılardan ve Mısır tarzı figürlerden oluşuyor.

Üzerindeki siyah fil, lav kayasından oyularak yapılmış. 1669 ve 1693 yıllarında meydana gelen Etna’da ki patlamalar ve depremlerden sonra kentin tarihi kalıntılarınında kullanıldığı yeniden doğuşun simgesi olarak inşaa edilmiş. 

Efsanelerden birine göre şehri kötülüklerden koruyor.

Sabahın ilk ışıkları ile yine meydandayım, günün telaşlı koşturması başlamadan, meydanı boş bulmuşken fotoğraflar çekiyorum. Bir gece önce göremediğim bir detay gözüme çarpıyor. 

Sant’Agata Katedralinin yanındaki Via Vittorio II caddesinin köşesinden, şehir içinde turlamak için mini trenler kalkıyormuş hemde Turist danışma ofisinin önünden. Bunu kafamın içinde bir kenara not ediyorum, bu hakkımı Etna’nın Silvestri kraterine çıktıktan sonra şehre döndüğümüzde kullanacağım. 

Silvestri Krateri

Dünyanın dördüncü, Avrupa’nın birinci etkin yanardağı olan Etna’nın izin verilen bölümüne kadar araba ile gidip kısa mesafe bir yürüyüşle küçük kraterlerinden biri olan Silvestri kraterine varacağız, plan bu.

Dağın eteklerinden yukarı doğru tırmanırken yemyeşil doğa bizi karşılıyor.  Evler , meyve - sebze bahçeleri, üzüm bağları… Hepsi bu potasyum ve fosfor yönünden bereketli topraklarda yetişiyor. Yanardağın eteklerinde yaşayan 18 köy varmış.

Silvestri kreter bölgesine yaklaştıkça, tepelerinde kayaklar takılı arabaların sayısı artmaya başladı. Daha ileride teleferik önünde ellerinde kayaklar çoluk çocuk sıra bekleyenleri görünce ince montla geldiğimize pişman olduk. Ne yapalım biz de Silvestri kreteri ile yetineceğiz artık.


Havanın soğuk ve yağmurlu olmasına aldırmadan krater çevresinde dolaşıyoruz, bizim gibi dolaşan kişi sayısı çok, Çevreden minik krater taşları topluyorum hatıra olarak. Arabayı park ettiğimiz alana yakın hediyelik eşya dükkanına girdiğimde Lav taşlarından envai çeşit objelerle karşılaşıyorum, her biri ayrı bir sanat eseri.

Biraz içimiz ısınsın, gün batımında Taormina’da akşam yemeği ile noktalamak güzel olabilir.

Gezi boyunca hep mi pizza yenir? Yenir valla! Pizza, bruschetta ve Cannoli Siciliani tatlısı dört gün boyunca benim olmazsa olmazımdı.


Zaman zaman yağmurlu, arada bir kaybolmalı, adada zamanın çoğu yollarda geçse de arabada geçen zamanda şoför hariç herkes yola karışsa da keyifli bir dört gündü. 

Bir dahaki sefere bahar döneminde gelmeyi dileyerek adadan ayrılıyoruz.

































Devamını Oku »

Eskişehir bekle bizi...

0 yorum


Sabahın erken saatlerinde dört kişi masada sallana sallana hem oyun oynuyoruz hem Eskişehir’e doğru yol alıyoruz. Bizden keyiflisi yok zira bütün vagon uyukluyor. Bizde enerji tavan yapmış, Adam Asmaca, İsim Şehir, UNO gibi birbirinden eğlenceli oyunlarla gülmekten kırılıyoruz. Yolculukların en sevdiğim kısmı dar ve kısıtlı imkanlara rağmen eğlenecek birşeyler bulmamız. Şanslıyım, konu çocuklarla oyun olunca yaratıcıkla sınır tanımayan bir arkadaşım bu yolculukta benimle.

Güle oynaya trende ne kadar zaman geçirdiğimizi anlamadık bile. Eskişehir’e iner inmez ilk istikamet Sazova Bilim, Sanat ve Kültür Parkı. İlk kez 2008 de açılan bu park Tren garından 5km uzakta çok büyük bir alana kurulmuş. İçerisinde, Bilim Deney Merkezi, Uzay evi, Hayvanat Bahçesi ve bir çok tarihi binanın minyatürünün yapıldığı Esminyatürk ve Türk Dünyası Bilim Kültür gibi daha bir çok gezilecek yerler var.

Bizim ilk sırada gezdiklerimizden Türk bilim adamlarının keşifleri, buluşları hakkında bilgiler ve kendi balmumu heykellerinin olduğu Türk Dünyası Bilim Kültür binasıydı. İbn Sina’nın anatomik bilgiler ve eczacılık hakkında yazdıkları, Câbir Bin Hayyan kimyacı, eczacı, hekimin buluşları, her birinin balmumundan heykelleri ile o zamana uygun döşenmiş minik odalar arasında mekik dokurken birbirimiz kaybettik. Bu sırada, aynı binada alt katta Türk musikisinde kullanılan müzik aletlerinin bulunduğu bir de müze varmış, keşfetmiş olduk.


Veee çocukların en sevdiği Masal Şatosu, tabii bizimde en sevdiğimiz. Şatonun içinde masal saati dinletileri ve masal kahramanlarının heykelleri var. Hep birlikte yukarı çıkan merdivenlerle kuleye tırmanıyoruz, saçım uzun olsa aşağıya sarkıtacağım ama bakıyorum aşağıda dolaşan beyaz atlı prens yok!

Gölde yüzen ördekler, bahçede koşturan çocuklar, korsan gemisinin her yanından salkım saçak sallanan çakma minik korsanlar, en son parkın içinde turlayan treni görüp koşarak yetişmeye çalışıyoruz, nafile. Tren’e koşarken çocukların keşfettiği kayalar ve önündeki şelale ve havuz birden hedef haline geldi. Biz daha yetişemeden onlar kayalara tırmandılar bile.

Parkın eğlencesi hepimizi acıktırınca doğruca Odunpazarında Hacer Hala‘da soluğu aldık.

Atlıhan El Sanatları Çarşısı, tarihi Hanın içinde yöresel restaurantlar ve hediyelik eşya satan bir çok minik dükkan var, “Hacer Hala Ev Yemekleri” bunlardan biri. Mantısı ve zeytin yağlı sarmalar müthiş.

Odunpazarı bölgesi Eskişehir için tarihi dokunun merkezi diyebiliriz. Tarihi konaklar, hanlar ve müzelerin bulunduğu bölge.

Atlıhan’ın arkası Arif Bey sokakta Kurtuluş Müzesi var. İki katlı bu konak içeride kurtuluş savaşı sırasında Eskişehir’in bağımsızlık için verdiği mücadele anlatılmış. O dönemdeki yabancı basın gözüyle Türkiye, karikatürlerle Türkler anlatılmış. Her oda ayrı bir tarih.

Odunpazarının dar sokakları arasında restore edilen kimi renkli kimi çiçekli tarihi yapıları inceleyerek dolaşıyoruz. Abacı Konak Hotel’de bunlardan biri. Iç avlusunda kahve keyfi yapabileceğiniz hatta hava güzel ise yemek yiyeceğiniz bir ortam var. 

Tam karşısında ise Çağdaş Cam Sanatları Müzesi bulunuyor. Camın binbir halinin sergilendiği eski konaklardan biri daha.

Ara sokaklardan ana caddeye doğru yol alıyoruz Atatürk Bulvarı‘nda ana cadde üzerinde Yılmaz Büyükerşen Wax Museum önündeki giriş kuyruğundan hemen kendini belli ediyor. Yılmaz Büyükerşen’in kendisinin yaptığı 160 yerli yabancı balmumu heykelin yer aldığı 2013 de Eskişehir’de açılan Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi, gururla söyleyebilirim ki Türkiye’de bir ilke imza atmış.

Odunpazarı’nda Kemal Zeytinoğlu Caddesi üzerinde gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kervansaray, Camii, Şadırvan, Medrese, Aşevi, sıbyan mektebi, tabhane ve imaret bölümlerinden oluşan Kurşunlu Camii ve Külliyesi 1525 de yaptırılmış. Şimdilerde El sanatları çarşısı , sıcak cam atölyesi ve diğer sanat atölyeleri ve Lületaşı müzesi, olarak kullanılıyor.

Caminin karşında Eskişehir Roma Çeşmesi var. Onun çaprazında ise Kırım Tatar Kültür Çiğbörek evi, afiyet olsun derim, çiğ börek yemeden Eskişehir’den dönmeyin …

Artık yavaş yavaş şehre doğru iniyoruz, uğramayı planladığımız bir kaç yer daha var. Bunlardan biri, eski zamanlarda yaş sebze ve meyve hali olarak kullanılan sonradan yapılan restorasyonların ardından bir çok kafe ve hediyelik eşya satan dükkanları içinde barındıran Haller Gençlik Merkezi.

Porsuk ve çevresi, Doktorlar Caddesi ve Kızılcıklı Pehlivan Caddesi yenilenmiş hali ile yine cıvıl cıvıl. Hava şansımıza çok güzeldi, ama aynı şans Porsuk kenarında gezi teknelerine binmek için sıra bekleme konusunda bize yardımcı olamadı maalesef, uzun kuyrukları göze alamadık.

Porsuk tarafından caddeye geçip yeni açılan birçok kafe ve restaurantları görünce gözlerim endişeyle Pino’yu arıyor. Lezzetli Hamburger deyince Eskişehir’de akla ilk gelen yer Pino’dur, benim için… Arı sinemalarını ve Pino’yu görünce içim sevinçle doluyor, rahatlıyorum. Akşam yemeği için istikamet belli oldu çocuklar çok mutlu!

Tren Garına doğru yürümeye başlayınca gezmeyi planladığımız ama unuttuğumuz bir yer geliyor aklımıza. Devrim Arabasının da sergilendiği motorlu araçların üretilip ve sergilendiği Tülomsaş Müzesi. Maalesef biz günübirlik gezide çocuklarla zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımız için yetişemedik.

Akşam treni ile İstanbul’a vardığımızda çocukları uyandırmak zor oldu. Bütün günün yorgunluğunu trende attılar.



Gün boyunca hareket halindeydik, bol bol yürüdük, yeni yerler keşfettik, eski hatıraları tazeledik. Porsuk kenarında çimlerin üzerine oturduk, geçen tekneleri imrenerek seyrettik. Gezerken her gördüğümüz heykelin fotoğrafını çektik.

Yolunuz düşerse, yada özellikle yönünüzü değiştirip yolunuz düşerse, keyifle gezmeniz dileğiyle










Devamını Oku »

Uçurtma Müzesi

0 yorum

Çocukluğunuza dönmek ister misiniz? Hemde çocuğunuzla birlikte!



İçeri doğru bir adım atmamla, birden büyülü dünyanın kapıları aralandı. Başımı kaldırdım, eski bir masaldan kopup gelmiş alev saçan ejderha ile göz göze geldik. Bir yanımda, rengarenk kanatlarını açmış dev kelebek, fillerin üzerinde gezintiye çıkmış Hintli kızlar olan uçurtmalar. Diğer yanımda şekilleri, renkleri, desenleriyle farklı kültürlerden gelen uçurtmalar. Hayranlıkla izliyorum. Kimi kuyruklu, kimi kuyruksuz. Kimi yıldız şeklinde, kimi fener… Her birinin bir anısı var. Gökyüzünden getirdikleri, haberleri var.

Beni en çok etkileyen uçurtmaların eğlence aracı sanıldığının aksine, tarih boyunca bilimsel deneylerde kullanılarak bir çok icadın gerçekleştirilmesine esin kaynağı olmaları.

1893 yılında Hangreve’in kutulardan oluşan tren şeklindeki uçurtmasıyla yeterli kaldırma kuvveti sayesinde insanın ayağını yerden kesmeyi başardığında, Wright kardeşlerin onun buluşundan esinlenerek ilk uçağı tasarlayacaklarını biliyor muydu?

Yada 1887 yılında İngiliz Meteorolog ED Archibald arkeolojik alanların ve resiflerin uçurtmalar yardımıyla ilk defa havadan fotoğraflarını çektiğinde Drone’un atası uçurtmadır deneceğini biliyor muydu?

Tutkuyla bağlandığı uçurtmalar sayesinde uluslararası alanda Türkiye’nin tanınırlığını sağlayan, günümüz kuşağına uçurtmayı yeniden sevdiren Mehmet Naci Aköz’ün kurduğu Uçurtma Müzesi’ndeyim bugün. Daha önce çocuklarımın okul gezilerinde gittiği ve anlatırken yüzlerindeki mutluluğu yüreğimde hissettiğim bu müzeyi bende görmek istedim. Müzeyi gezerken ve sohbet sırasında öğrendiğim şeylerle anladım ki çocuklar çok haklı, burada ruhunuz dinleniyor.

Uçurtmanın tarihini, kültürümüzdeki yerini, uçurtma tutkusunun nasıl uluslararası festivallere ve müzeciliğe dönüştüğünü ve yeni projeleri konuşurken, uçurtma tarihinde Türkiye’de ve Dünyada gerçekleştirdiği faaliyetlerle bir ilke imza attığını öğreniyorum.

Yaptığımız keyifli söyleşiden satırbaşları...

Uçurtma tutkusu nasıl başladı? 

Uçurtma, hayatımın bir parçasıydı. İlk okulda birinci sınıftan itibaren uçurtma uçururdum. Uçurtmamı kendim yapardım ama yıldız uçurtmayı yapamazdım. Yıldız uçurtmada dengeyi sağlamak önemli. Yıldız uçurtmayı yapınca mahallede yardım isteyeceğimiz abiler arardık. Şeytan uçurtma ise hem en kolayı hemde eğlenceliydi. Defter sayfalarını koparır şeytan uçurtmalar yapardım.

1984 yılında Türkiye’nin ilk uçurtma yarışmasını düzenlediniz. Yarışma fikri nasıl ortaya çıktı?

Asıl süreç 1980’de başladı. Ben aslında terziydim. 1980 yılında evlendikten sonrada babam ile çalışmaya devam ediyorum Ama uçurtmalar hâlâ benim gündemimde ve tutkum. O dönemde uçurtmalar yapıp kırtasiyelere satmaya başladım. Daha sonra 1983’de Bulvar gazetesinin düzenlediği “Uçurtma Bayramı”na katıldım. 2m boyutunda bir uçurtma yaptım ve en güzel uçurtma birincisi oldum.
Uçurtma Bayramı etkinliği bitti, benim gibi derece alanlar var. Tabi biz ödül bekliyoruz. Bu sadece uçurtma bayramı dendi, ödül falan yok. Bir derecelendirme yapıldı ve derecelendirme varsa ödülde olmalı. Ben niye böyle bir yarışma yapmıyorum diye düşünmeye başladım.

1983-1984 yılları arasında hem benim için hem Türkiye de uçurtma tarihi açısından kırılma noktası oldu. Ve ben 1984 yılında Türkiye’nin ilk uçurtma yarışmasını düzenledim. 

Biraz Uçurtma Festivallerinden bahsedelim istiyorum. 1997 yılında Türkiye’nin ilk uluslararası uçurtma festivalini siz gerçekleştirdiniz. Daha önce hiç uluslararası bir uçurtma festivaline katılmışmıydınız?

1995 yılı sonları Hollandaya gitmiştim. Oradaki arkadaşlarım bana “Uluslararası Uçurtma Festivali var, katılır mısın?” dediler. Hemen düşündüm ne yapmalıyım diye. Kocaman bir Türk Bayrağı

uçurtması yaptım. Bir havalandırayım herkes görsün diye düşünüyorum. Uçurtma festival alanına geldik. Bir baktım gökyüzü muhteşem, her yer rengarenk, çeşitli şekillerde uçurtmalarla dolu. Kuyruklusu , kanatlısı, yıldızı, üçgeni… Adeta uçurtma cenneti. Uçurtmanın bambaşka birşey olduğunu ben orada anladım. 
 

1995 yılında İstanbul’a döndümdüğünde uluslararası festival yapma fikri kafamda iyice şekillendi. Proje üzerinde biraz çalıştım ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sponsorluğunda 1997 de Moda sahilinde ilk Uluslararası Uçurtma Festivalini gerçekleştirdik. ikincisini 1998 yılında yine Moda sahilinde yaptık o dönemde Barış Manço da katıldı.

Dünyada yapılan uluslararası festivaller kaç yıldır sürüyor?

Çin’de bu yıl otuzdokuzuncusu yapıldı. Çin, Japonya ve Malezya her yıl uçurtma festivali yapıyor. Hemde yılda birkaç sefer ve farklı farklı şehirlerde yapılıyor.

Festivallerin tanınırlığı ve katılımcı sayısı, katılımcıların niteliği çok önemli. Biz bütün davetlerimizi Uçurtmacılar Derneği adına yapıyoruz.

Uluslararası Festivaller ve yarışmalarla gelen ödüller var. Bu süreçte bir koleksiyon oluşmaya başlamışmıydı?

1986 da Eyüp uçurtmacılar birliğini kurdum. Koşuşturma var, bir heyecan var, bir şeyler yapmak istiyorum. Organizasyonunu yaptığım yarışmalar var ve katıldığım yarışmalardan da kazandığım 6-7 kupam var. Ama koleksiyon fikri daha oluşmamış, yaptığım uçurtmayı satıyorum.

Oturduğumuz evin üst katında oturan komşumuzun İngiltereden gelen oğlu ile sohbet sırasında bana sorduğu bir soru, benim hayatımda yeni bir dönem başlattı.

“Bu kadar uçurtmalarla uğraşıyorsun, dünyadaki yarışmalardan, uçurtmacılardan haberin var mı?” dedi. “Ben onlarla nasıl iletişim kurabilirim ki benim İngilizcem yok” diye cevap verince.

“Sen uçurtma derneklerine ne yazmak istiyorsan yaz ben çeviririm” dedi. Taksimdeki İngiliz kütüphanesinden dünyadaki uçurtma derneklerinin adreslerini aldım. 26 ayrı adrese mektup gönderdim.

İlk gelen cevap Japonya’dandı. Bir katolag ve beraberinde mektup göndermişler. Mektupta “Türkiyede uçurtma olduğunu sizin mektubunuzla öğrendik, çok mutlu olduk.” yazıyordu. O kataloğun benim kuracağım Uçurtma Müzesinin ilk parçası olacağını bilmiyordum.

Çeşitli ülkelerden katolog geliyor, broşür geliyor, Dünyadaki uçurtma müzeleri ile yazışıyoruz, elimde bir sürü materyal birikiyor ama zihnimde hâlâ koleksiyon yapma diye bir tanım yok.

Peki, müze kurma fikri ne zaman oluştu? 

Uçurtmayı hiç bırakmadım, yarışmalara gidiyorum, tek tük yurddışına gidiyorum. Festivallere katılıyorum. Festivaller düzenliyorum. Her gördüğüm yeni kişi bana uçurtma veriyor, kitap veriyor albüm veriyor. Bütün bunlar sizin zihninizdeki birikimleri arttırıyor. Elinizdeki malzemeleri arttırıyor, öz güveninizi arttırıyor.

Bu süreçte müze kurma fikri kafamda oluşmaya başladı ama müze nasıl kurulur onu bilmiyorum. Bizim kuşağın bildiği müze Topkapı Sarayı gibi büyük bir alan büyük duvarları olan bir yer. Içinde sergileyeceklerin ya padişahtan kalan şeyler yada toprak altından çıkanlar olmalı.

Büyükşehir Belediyesi ile görüştüm. Biraz ışık alıyorum ama kafamda daha oturtamamışım. 2005 senesinde 3. Uluslararası Uçurtma Festivalini yaptık. Amerika, Japonya , Endonezya ve Avrupa uçurtma federasyon başkanları hepsi geldi. Çok ürün geldi. Davet ettiğimiz ülkelerden yayınlar ve uçurtmalar istedim, ileride müze kuracağız demeye başladım.

Aynı yıl Sunay Akın İstanbul Oyuncak Müzesini açtı. Bir, bir buçuk ay sonra Sunay Beyden randevu aldım gittim oraya. İkimizde aslında birbirimizi basından tanıyoruz. Uçurtma Müzesi fikrimi anlattım.

“Müze açacağım ama müze nasıl açılır bilmiyorum ne yapmam lazım“ dedim. Bana biraz yol yöntem gösterdi. Akıl verdi. Özeti şuydu “Senin derneğin var, Uçurtma kültürünü geliştirilmesi, yaygınlaştırılması, yeni kuşağa tanıtılması ve dünyaya tanıtılması için bir müzenin kurulması kararını al ve tabelanı as.”

Sunay Bey kişisel müzeler ve çocuk müzesi noktasında çok ciddi örnek, bir duayen. Verdiği bilgi belki küçük gibi gözükebilir ama benim büyük adımlar atmamı sağladı.

Müzenin koleksiyon parçalarının temeli festivaller ama Uçurtma Müzesinin kurulması fikrinin gerçeğe dönüşmesinde kırılma noktası Sunay Bey’dir.

Dünyada 13 ülkede 18 Uçurtma Müzesi var. Bu müzelerin dünyadaki öncüsü Japonya. Peki siz, ilk hangi müzeyi gezdiniz ve sizde bıraktığı etkiler nelerdi?

Aslında 22 Uçurtma Müzesi var 4 tanesi sivil havacılık müzelerinin içinde bir sergi olduğu için onlar müze olarak sayılmıyor. Onun için 18 diye biliniyor. İlk gezdiğim müze Çin. 2011 de gezme fırsatım olmuştu. 

Bu arada uçurtmanın atası Çin ama Japonya müzecilik anlamında ondan önce davranmış. Japonya da 5 tane uçurtma müzesi var ama Çin’deki müze dünyadaki en büyük uçurtma müzesi. 

Her biri çok özel olan uçurtmaların bir ustası var. Her biri bir sanat eseri gibi cemakanlar ardında sergileniyor. Herkes hayranlıkla izliyor. 

Müzenin bahçesinde büyük bir alan var. Uluslararası festivaller yapan ülkeleri simgeleyen plaketler konmuş, bu plaketler arasında Türkiyedeki Uçurtma Müzesinin de olması beni çok gururlandırdı.

Daha sonra Malezyadaki müzeyi gezdim. Türk Bayraklı uçurtma yapıp hediye ettim. Tabi gittiğinizde sadece uçurtma müzelerini veya festivalleri değil uçurtma imalatçılarınıda geziyorsunuz. Müzedeki ürünler böyle böyle çoğalıyor.


Uçurtma Müzesinde açıldığında kaç ürün sergileniyordu?

Müze açıldığında 300-350 civarı ürün vardı. Şimdi, 6 kıtadan 33 ülkeden toplanmış, 2500 üzerinde ürün var. Hindistan 150 ürün ile temsil ediyor. Farklı kültürleri bir araya koyduk. Çin hayvan şeklinde rengarenk uçurtmalar yapıyor. Endonezya daha az renk kullanıyor. Japon uçurtmalarının üzerine yapılan resimler bir ressamın elinden çıkmış gibi adeta birer sanat eseri. Farklı kültürlere baktığınızda uçurtmanında çok ciddi anlamda değişime uğradığını görüyorsunuz. Uçurtma dünyada binlerce değil onbinlerce modeli olan birşey.

Müzenizi şu ana kadar kaç çocuk ziyaret etti?

Biz burayı açtığımızda sadece yetişkinlerin geleceğini düşünmüştük. Evet çocuklarla alakalı bir müze açtığımın farkındayım ama hep yetişkin gelecek diye düşünüyorum. Bir iki tane okul geldi, 2-3 haftada bir okullar geliyordu. Şimdi günde birkaç okul geliyor.

Bir gün ulus Musevi ana okulu aradı, randevu ayarladık. Kaç çocuk diye sordum. 15 dedi. Kaç yaşındalar dedim. 3 diye cevap verdi. Peki dedim kapattım telefonu.

“3 yaşındaki çocuk ne anlar?” diye düşündüm. Tekrar telefon açtım, teyid ettim. 
Ben anaokul çocuklarına kültür gezisi yaptıklarını bilmiyordum. 

Ne kadar erken başlarsak eğitime o kadar hızlı yol alıyoruz bunu öğrendim.

Her geçen gün öğrenci sayısı artarak devam etti, kısa bir süre sonra atölyede uçurtma yapma çalışmaları başlattık. Şu anda müzemizin alt salonunda 100 çocuk kapasiteli atölyemiz var. günde 4 ders yapabiliyoruz. Geçen yıl, bizi ziyaret eden 30.000 civarında öğrencimiz vardı.

İstanbul Uçurtma Müzesi içinde birde kütüphane var. Bize Uçurtma kütüphanesinden biraz bahsedebilir misiniz?

2015 yılında Gülen Okumuş Uçurtma Kütüphanesini kurduk. Kataloklar, dergiler afişler ve broşürlerden oluşan 200’e yakın yayın var. Türkiyede hiç Uçurtma Kütüphanesi yok bunun ilkini kuralım diye düşündük ve dernek olarak kararını aldık. Birbuçuk yıl sonra birşey farkettik, değil Türkiye’de meğerse dünyada hiç uçurtma kütüphanesi yokmuş.

Türkiye’deki ilk Uçurtma Kütüphanesi aslında Dünyadaki ilk Uçurtma Kütüphanesi oldu. Farketmeden biz kurmuş olduk. Hemen burda bir parantez açmak istiyorum, Çinde dünyanın en büyük uçurtma müzesi var, İçinde kataloklar yayınlar var ama uçurtma kütüphanesi adıyla açılan bir bölüm yok.

İyiki de böyle bir karar alıp Uçurtma Kütüphanesini açmışız. Şimdi burası içinde ürün topluyoruz. Bir kaç yıl sonra işallah kendi başına bir birim olacak

Kütüpanemizdeki kaynakları dijitalleştirme çalışmalarımız devam ediyor. Web sitemizde bu kitapları tek tek arşivliyoruz. Uçurtma kütüphanesinde ne tür kaynakların olduğunu görsünler istiyorum. Araştırmacılar, üniversite öğrencileri ve basın için kütüphanemiz her zaman açık.

Biraz geçmişe gidelim, uçurtma tarihi hakkında bilgi verebilir misiniz?

Uçurtmanın M.Ö. 300’lü yıllarda Çin’de doğduğu biliniyor. Uzakdoğu kültüründe çeşitli savaşlarda haberleşme ve düşmanı korkutma aracı olarak kullanılmış.

1295 yılından ünlü denizci Marco Polo tarafından Malaya adalarından satın alınarak Hollanda’ya getirilmiş. Böylece, batı ülkelerinin gündemine giren uçurtma burada pek çok bilimsel deney için kullanılmış.

Mesela, 1749 yılında İskoç bilim adamı Alexandre Wilson’un uçurtmaları termometreyi 3000 feet yüksekliğe çıkarıp ısı değişimlerini ölçmek için kullanması;

1752 yılında Benjamin Franklin’in yağmurlu havada uçurtmayı kullanarak uçurtmanın ipine bağladığı metal anahtara yıldırımın düşmesiyle yıldırımın doğal bir elektrik kaynağı olduğunu ispatlaması bunlardan bir kaçı.

Bir başka örnek, 1822 yılında George Pocock uçurtmanın kuvvetinden en ilginç yollarla faydalanan kişilerden biri olmuş. Pocock’un, arabasına uçurtmaları bağlayarak Saatte 32,19 kilometre hız yaptığı kaydedilmiş. O dönemde yol vergileri arabaları çeken at sayısı üzerinden alındığı için de, George Pocock bu vergiden tümüyle muaf kılınmış.

Sir George Caley, Samuel Langley, Lawrence Hagrave, Alexander Graham Bell ve Wright Kardeşler uçakların bulunmasına katkıda bulundukları araştırmalarında hep uçurtmaları kullanmışlar.

2.Dünya Savaşında ise, Harry Saul’un Hücum Uçurtması (Barrage Kite ) uçakların hedeflere yakın olabilecek kadar alçaktan uçmalarını önlemiş.

Yine 2. Dünya Savaşı’nda denizde kaybolan pilotlar bulunmak için Gibson-Girl Box uçurtmalarını kullanmışlar. Ayrıca Dünya Savaşları süresince İngiliz, Fransız, İtalyan ve Rus orduları, düşmanlarını gözetlemek ve işaret göndermek için uçurtmaları kullanmışlar.

Uçaklardan yararlanılan yerler arttıkça, uçurtmalar daha az kullanılır olmuş ve daha çok eğlence maksatlı uçurulmaya başlanmışlardır.

Türk kültüründe uçurtmanın yerini kısaca anlatabilir misiniz?

Uçurtma M.Ö. 300 yıllarda Çin’de ortaya çıkıyor. 1295 yılında ise İtalyan kâşif Marco Polo ile Avrupa uçurtmayı tanımaya başlıyor demiştik. Ancak bizim kültürümüzde çeşitli kaynaklara göre 1500‘lerin sonlarında görülmeye başlanmış.

Surname-i Hümayun adlı kitapta geçen bir minyatürde Sultan III. Ahmed'in çocuklarının sünnet düğünlerinde Sultanahmet’teki Atmeydanı olarak da bilinen yerde, 1582 yılında Simurg Kuşu şeklinde uçurulan uçurtma yer alıyor.

Bir diğer kaynak 15.-17. yy anlatan Saray Merasimleri adlı kitap. Osmanlı dönemi sokak eğlencelerini anlatılırken, Ramazanlarda teravih namazı sonraları kandil uçurtmalarının gökyüzüne salındığından bahsetmektedir.

Aslında uçurtmanın Anadolu topraklarında görülmesi 15.yy dan çok daha eskilere dayanıyor. Kayıt altına alınmadığı için kesin birşey söylememekle beraber. Bunu destekleyen iki gerekçem var.

Çin’den gelen ve batıya giden İpek Yolu ticaret kervanı bizim topraklarımızdan geçiyor. Ticari alım satımla bizim kültürümüze 15.yy dan daha önce girmiş olabileceğini düşünüyorum. İkincisi, uçurtma çoğrafi anlamda çok rüzgarlı olan yerlerde ön plandadır. Bizim ülkemiz coğrafi olarak çok rüzgarlı.

Uçurtma eskiden çok yaygındı, sokaklarda çocuklar hep uçurtma uçururdu. Neden azaldı? Bir kültürün yok olmasına izin vermemek için neler yapmalıyız?

Ülkemizdeki sokak oyunları kültürü içinde uçurtmanın ayrı bir yeri var, çünkü uçurtma canlı oyuncak olarak algılanıyor.

Üç çıtayı çakarak kağıtla kapladığınız oyuncağınızın, istediğiniz halde ulaşamadığınız bulutların ardına kadar gitmesi sizi de havalandırır ve onunla birlikte siz de bulutlarla kucaklaşırsınız.

Günümüz büyük şehirlerinde çeşitli sebeplerle çocuklarımızı gönül rahatlığı ile sokaklara bırakamıyoruz. Peki çocuklarımız ne yapıyor? İnternet veya TV başında gün geçiriyorlar.

Önüm arkam, sağım solum, aşağısı yukarısı beton, çocuk sokağa çıktığında asfalta basıyor, okula gittiğinde okul bahçesi beton!... Bu çocuklar enerjisini nerede atacak?!...

Çocuklarımızı betonlar arasında yaşatmakla onlara çok büyük kötülük yapıyoruz, sağlıklı gelişmelerini engelliyoruz.

Çözüm… Hiç olmazsa hafta sonlarında onları doğa ile iç içe olabilecekleri, koşup oynayabilecekleri alanlara götürüp buraya uygun oyunları onların oynamasına yardımcı olmak.

Sözüm anne ve babalara, mesela misket alın, veya topaç, isterseniz ip atlatın, isterseniz uzun eşek oynayın çocuğunuzla. Ama mutlaka birlikte uçurtma yapın ve bunu çocuğunuzla birlikte uçurun onları çocukluğunuzdaki oyunlarla tanıştırın, bunun için en güzel oyuncak uçurtmadır, bir deneyin çocuğunuzun ne kadar mutlu olduğunu kendi gözlerinden anlayacaksınız.

Sorumluluk sadece ebeveynlerde mi? Elbette hayır. Belediyeler, Kültür Bakanlığı ve diğer ilgililer, çocuklarımızın betonlar arasında büyüyerek sağlıksız bireyler olmasının birinci sorumluları arasında sizde varsınız!...

Kendinizi/imkanlarınızı biraz zorlayın ve daha çok yeşil alanlar üretin, yaptığınız ve onlarca milyon harcadığınız festivalleriniz arasına çocuk oyunlarını sıkıştırın ve bu tür kültürel etkinlikleri biraz daha destekleyin, bu çocuklar sizin de çocuklarınız.

Eğitim kurumları, sivil toplum kurumları, programlarınız arasında, çocuklarınızın açık alanda oynayabileceği oyun/oyuncaklara ağırlık verin mükemmel sonuç alırsınız. Uçurtma bunun için en ideal atölye çalışmasını oluşturur.

El becerisini geliştirici, katılımcı, paylaşımcı, eğlenceli, hayal dünyasını geliştirici, matematiksel bakışını zenginleştirici sonuçlar rahatlıkla elde edilir. Üstelik çalışma bittiğinde çok hoş bir oyuncak elde edilmiş olur.

Son olarak bize biraz yeni projelerinizden bahsedebilr misiniz?

5-16 Ocak 2018 Hindistandan daki festivale davet aldık.

20 Nisan 2018 de Çin’de 40.sı yapılacak Uluslararası Festivale katılacağız

2018 için İstanbul’da Uluslararası Festival hazırlığı var

Çeşitli üniversitelerde. “Uçağın atası uçurtma”, “Uçurtmanın tarihi”, “Dünyada uçurtmacılık” konulu konferanslara katılmaya devam ediyorum.

Bunların yanında bizi çok heyecanlandıran iki önemli projemiz var

Şeytan uçurtması çok kolay çok basit ve eğlenceli. Biz bu yıl dernek olarak bir karar verdik. Şeytan uçurtmayı daha çok yaygınlaştıralım, yeni kuşak öğrensin diye 50.000 tane şeytan uçurtma dağıtma kararı aldık.

Bastırdığımız şeytan uçurtma modelleri arka yüzünde yapılış şeması var. Sivil toplum kuruluşları ve okullar aracılığıyla çocuklara ulaştırıyoruz. Metin yazdık, ders gibi işletilsin, herkes kendi uçurtmasını kendi yapsın. Balık vermek yerine tutmayı öğretiyoruz.

Buradan sizler aracılığıyla öğretmenlerimize ulaşmak istiyorum. Türkiyenin neresi olursa olsun bize çocuk sayısını bildirmeleri yeter hemen şeytan ucurtmalarını onlara gönderebiliriz.

Bir diğeri, Nisan ayında başlattığımız bir proje. 18 uçurtma müzesini aynı çatı altında toplayacak bir birlik, çatı kuruluşu aradım. Kaydolalım, Türkiye’nin tanınırlığı artsın diye düşündüm. Farkına vardıkki Dünya Uçurtma Müzeleri Birliği yok.

2017 Uçurtma Festivali sonrası Dünya Uçurtma Müzeleri Birliği kurma kararını aldık. Mayıs 2017 deki Festival kapsamında dünya uçurtma müzelerinden gelen katılımcılarla İstanbul da bir toplantı yaptık ve bu kararımızı konuştuk.

Bütün bunlarla ilgili çalışmaları yapalım ki dünyadaki uçurtma müzeleri çoğalsın. Çünkü Kültürel değişim olayın büyümesine sebep olur, insanların kaynaşmasına sebep olur

Birde ben şuna inanıyorum. Tanınmanın en kestirme yolu ya sportif faaliyetlerde bulunmak yada kültür, sanat faaliyetlerinde bulunmaktır. Dolayısıyla herkes kendi ülkesinin kültürünü geliştirmeye katkıda bulunmalı. Öncelikle ben kendi ülkemdeki çocuklar için birşeyler yapmalıyım. Çocuklar bu müzeden güzel anılarla, mutlu ayrılmalılar. Onların zihinlerinde tekrar tekrar heyecanla anlatacakları eğlenceli anılar bırakabiliyorsak biz doğru yerdeyiz. Bunları yapabiliyorsak başarılıyız.

Çocuklara ne verirseniz onu alırsınız. Çocuklara müzede anlatacaksınız, okulda anlatacaksınız, evde anlatacaksınız, güzellikleri, doğruları, ilimi ve bilimi güzel anlatacaksınız, güzel yerlere götüreceksiniz, o güzelliklerle büyürse düşünceleri davranışları da güzel oluyor. Çocuklar en kıymetli varlığımız. Onlar en kıymetli varlığımızsa onlara iyi bakmalıyız önce anne ve baba sonra devlet ve toplum iyi bakacak.




Uçurtma Müzesi
İletişim : 0216.553.23.37
web adresine buradan ulaşabilirsiniz.

Bu yazı Martı Dergisi'nde yayınlanmıştır. 




Devamını Oku »

Gökçeada

0 yorum

Sabah uyanınca balkondan meydandaki saate bakmayı seviyorum. Tıpkı yatakta gözümü açmadan donk sesinden saatin kaç olduğunu anlamayı sevdiğim gibi.

Zaman mı beni kovalıyor ben mi onu bilemedim. Zamanın duracak kadar yavaş aktığı bir şehir benim için Çanakkale.

Yazın son demleri, Çanakkale çevresinde gezilecek yerler listemde birinci sırada Gökçeada var.
Burası yaklaşık 10 yıl önce gittiğim ve hep aklımda huzur kelimesi ile eş değer kalmış bir ada. Türkiye’nin en büyük adası olsa da herhangi bir köyde konaklayarak gün içinde diğer köyleri ziyaret etmek mümkün.

Biz Kaleköyde Değirmen Konukevinde konakladık. Kuşkusuz adanın her yerinde gün batımı manzarası çok güzel ancak biz olabildiğince günün sonunda Kaleköye dönmeye çalıştık, günbatımında o müthiş manzarayı kaçırmamak için.


Beni en çok etkileyen köylerden biri Zeytinliköy, taş döşeli daracık sokakları, çok şey anlatan minik taş evleriyle eski bir Rum köyü. Rumca adı Aya Teodoroi olan Zeytinliköyü minik kafeleriyle ve dibek kahvesiyle ünlü.

Bir sürü Kafe var ve hepsininde tatlıları müthiş güzel. Gezip dolaşıp o anda ruhumuz nereye ait olmak istiyorsa oraya oturduk ve uzun süre kalkmak istemedik.

Ayrıca deniz tatili içinde çok ideal bir yer, Gökçeada'da denize girilebilecek birçok koy var. Uğurlu plajı, Laz Koyu, Kefalos Plajı, İnce kum plajı bunlardan sadece bir kaçı. Ayrıca Kaleköy Limanı ve Kuzu Limanı’nın yanında da plajlar mevcut.

Bizim gittiğimiz dönem bayrama denk geldiği için sakin ıssız denilen heryer çok kalabılıktı. Uğurlu köyünden sonra sahilden giderek bulduğumuz Saklı Liman şansımıza sakindi. Kuşkusuz, fazla tesisin olmayışı, duş tuvalet gibi olanakların kısıtlı olmasının da payı var bu sakinlikte.

Sahil minik minik taşlardan oluşuyor, kum yok. Bu beni çok mutlu etti. Dakikalarca oturup taşların renklerini inceleyebilirim, ıslakken başka renk, kuruyken başka renk her biri birbirinden güzel. Denizin taşlı olması suyun berrak olmasını sağlıyor. Bu da ortaya muhteşem bir manzara çıkarıyor. Günü tuzlu sonlandırdık ama olsun deydi doğrusu.

Denize girdiğimiz bir diğer koy ise Eşelek köyü, tuz gölünün yakınlarında Aydıncık sahili. Burası, çok rüzgarlı olduğundan genellikle sörf yapanların tercih ettiği bir koy. Zaten sörf okulu da var.

Bu sahilde iki şeyi seyretmekten çok zevk aldım. Biri masmavi denizin üztünde kelebek gibi gidip gelen rengarenk sörfler diğeri ise kumsalda dolaşan siyah boyalı insanlar….

Evet yanlış duymadınız, sahilde simsiyah boyanmış dolaşan, sadece üzerindeki renkli mayosu gözüken bir çift göz görürseniz şaşırmayın. Tuz gölünün içerisinde olan kükürtlü çamuru sağlık için yüzleri dahil her yerlerine sürüp plaja gelip biraz bekledikten sonra denize giren bir sürü insan var. Sahilde eğlenceli görüntüler oluşturuyorlar.

Tuz gölü sonbaharda yükselen sularda yaşayan bir çok canlı türüne ve onlarla beslenen göç eden kuşlara ev sahipliği yapıyormuş. Özellikle Flamingoların uğrak yeriymiş. Ada sakinlerinden öğrendim. Adaya tekrar gelmek için bir nedenim var artık.
Gökçeada’nın çoğu köy yolları dar ve virajlı, keçiler serbest geziyor. Ama onlar bile öğrenmiş karşıya geçmek için arabanın geçmesini beklemeyi.

Gündüzleri kadar geceleri de keyifli bu adanın. Gün batımından sonra Kale köy limanında, sahil restaurantlarından dolup taşan canlı müzik, birinden diğerine geçiyor. Birbirinine karışmadan nazikçe…

Sabah Kaleköyün yukarısındaki kaleye çıkmak istedim, bir kaç fotoğraf çekebilirim umuduyla. Sabahın sekizinde benden başka fotoğraf meraklıları da vardı. Bazı yerleri birlikte keşfettik.

Kaleköyün yukarısında 1785 de yapılan Aya Marina Kilisesi ve kaleden kalan bir kaç duvarı görebildim, birde büyük çınar ağacının altında köy kahvesinde kahvaltı edenleri.

Ada kokulu sabun atölyesi ise biraz daha tepede, kaleye doğru çıkan dar yolda minik tabelasını görmesem oradan aşağıya geri döneceğim. Atölyenin bahçesinden bakınca aşağıdaki manzara müthiş. Denize girilebilecek bir koy daha. Burası Yıldız Koy kamp alanıymış. Türkiye'nin ilk ve tek su altı milli parkının bulunduğu yöre ve dalış için idealmiş. Son gün öğrenmem pek iyi olmadı. Aklım kaldı doğrusu. Neyse tekrar gelmek için bir nedenim daha var artık.


Hani hep sorarlarya “Issız bir adada kalsan yanına alacağın üç şey nedir?” diye. Bende “Gökçeada’dan giderken yanında götüreceğin üç şey nedir?” diye soruyorum.

Merkezden alınmış Efi Badem Kurubiyesi
Tepeköy den alınmış ev yapımı şarap
Zeytinli köyünden alınmış dibek kahvesi


Huzurlu tatiller olsun
Sevgiyle kalın





Meraklısı için NOT

Kabatepe’den kalkan gemiye binmek için biletleri online aldık. Online bilete öncelik sırası var. Yaz dönemi gemiye binerken müthiş bir kuyruk oluyor. Linke buradan ulaşabilirsiniz.

Kabatepeye gelmişken Çanakkale şehitliklerini gezmeden gitmeyelim derseniz önceki gezimden notlara buradan ulaşabilirsiniz.

Kaleköy de tepede kaldığımız Değirmen Konukevi’nin ve diğer pansiyonların bulunduğu linke buradan ulaşabilirsiniz.






Devamını Oku »

Tatil mi?

0 yorum


Tatil deyince benim ilk aklıma gelen, gideceğim noktaya yakın çevrede nereleri gezebilirim? Nereleri görebilirim?

Hal böyle olunca tatil rotası mesafe hesaplanarak çizildi bile. Hedef Akdeniz, Merkez Antalya’nın doğusu ve çocuklarla gidilecek eğlenceli yerler ve sulu şakalar. Daha önce Antalya’nın Batısına küçük bir gezi yapmıştık ayrıntıları buradan okuyabilirsiniz.

Tersimiz döndü


İstanbul’dan sabah yola çıktık, çocuklar büyüdükçe araba yolculuğu giderek daha eğlenceli olmaya başladı. Akşam üstü Antalya’ya girer girmez, sıcağın etkisiyle bir tersimiz döndü. Lara yolu üzerinde Aktif Atraksiyon Parkı’nı ararken, gördüğümüz manzara karşısında düşündüğümüz şey “Burada Ters Giden Birşeyler Var…“

Evet, ev ters çatısı yerde, tabanı yukarıda, evin kapısı ters, içeri girdiğimizde ise her şey tavanda monte edilmiş duruyor. Masa, sandalye, koltuklar, mutfak tezgahı, dolap, yatak, banyoda küvet her şey ama herşey tavana monte edilmiş. Veee asıl eğlenceli kısım, öyle bir poz veriyorsunuz ki çektiğiniz fotoğrafı ters çevirdiğinizde ortaya çıkan manzara doğa üstü.

Havada uçan, Herkül gibi koltuğun üstünde, masanın ucunda amuda kalkan. Duvarda yürüyen, yer çekimine meydan okuyan… Daha neler neler.
Tatile tersden başlamış olduk. Ters Ev Türkiye

Sulu şakalar sevilmez mi?

Yaz tatilinin olmazsa olmazı su. Ister havuz, ister deniz , dere veya göl olsun insan o sıcakta kendini atacağı bir su arıyor. Eh birazda macera eklenirse keyif süper olur tabi.

Bu gün Belek de çok büyük bir Aqua Parkdayız. The Land Of Lagends Tema Park

Önce bileklerimize dijital bileklikler taktık, ve içeri daldık. Etrafı öğrenene kadar zaman kaybetmemek için bir harita şart. Susadım, acıktım, dondurma istiyorum, atraksiyon sonunda fotoğraf alacağım falan bu gibi durumlarda dijital bileklik devreye giriyor. Bir nevi kredi kartı kıvamında.

Gün boyu rahat rahat o kaydırak benim bu kaydırak senin gezebilmek adına eşyalarımızı güvenle dolaplara kitlemek için yine dijital
bileklik iş başında.

Tabi dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Kaydırağın iniş güzargahanı bilmeden, kalabalığın etkisiyle sıraya girip birde sıra size gelince dönüş yapamamak var.

“Sea Voyager”a dikkat. Mavi botlarla kaymakta bir sorun yok, ama macera istiyorum derseniz sarı botu alıp yukarı çıkın derim. En çok sıra orda var aynı zamanda hat safhada adranalin de var.

Bitmediiii bu parka heyecan için geldik tabi birde keşif için, sıradaki “Space Rocet” i görmediğim için adranalini sarı botlarda sanıyorum. Çok dik kaydırak lafı hafif kalır. Yukarıdan bu kadar hızla aşağıya inen birinin duramayacağını düşünüyordum. Durdu valla, ama inenler dağılmış biçimde sallanarak iniyorlardı. Tabi birde o hızla kayınca aşağıya geldiğinizde ayağa kalkmadan önce mayonuzu kontrol etmeniz gerekiyor. Bu kaydırakların hemen karşısında iki şemsiye ve bir çok minder var. Seyretmesi çok zevkli, kayması cesaret işi.


Bir sonraki keşfim “Secret Lagoon” Space Rocet kadar dik olmasa da yine de mayonuzu geride bırakma riski taşıyacak kadar dik ve hızlı. Birde onun hemen yan tarafında süprizli bir kaydırak daha var Botlarla kayılıyor, bu sefer tek renk sadece sarı bot var. Süpriz ne mi? Söylemiyeyim süprizi kaçmasın.

Benim bu parkta en sevdiğim “Typoon Coaster” yani hızlıdan da öte hız treni. Sonu sulu bitiyor. Sulu şakalar sevilmez mi? biz çok sevdik.

Tüm gün ıslak gezdikten sonra gün batımını Aqua Parkın dışında mağazaların ve restaurantların olduğu bölümde karşılıyoruz. Önce kanalda tekne ile kısa bir gezinti yaparak yemek yiyeceğimiz yeri seçtik sonra da gece boyunca fıskıyeli havuzların su ve ışık ile dansını seyretme fırsatını yakaladık.

Müzede bir gece

Gündüzler çuvala mı girdi? Tabiki hayır, sadece sıcaktan eridi. Girişi Lara plajı tarafında olan bir müze arıyoruz. Bu müze hakkında çok şeyler okudum. O devasal kumdan heykelleri görmek için sabırsızlanıyorum.

Sıcak gündüze göre daha az hissedilse de alev gibi esen rüzgar güneşin yakıcılığını hiç aratmıyor. Gece ile gündüz birbirine karışmış vaziyette. Lara plajını gece hiç böyle görmemiştim. Sahil boyunca yürürken, denize girenler, piknik yapanlar sanki günün herhangi bir saatiymiş gibi eğlenenlerle doluydu.

200 metrelik bir yürüş ile nihayet müzeye ulaştık. Sandland. 10.000 metrekare alanda, 10.000 ton kum kullanarak 9 ülkeden 22 heykeltraşın yaptığı 100 den fazla heykel var burda. Bu müzeyi özel kılan da bu bence.



Ailecek girdiğimiz müzede bir anda herkes ilgisini çeken heykelin yanına gidiyor. Saatleri ayarlayıp çıkışta buluşmak üzere kumdan heykellerin arasına dalıp, tek tek incelemeye koyuluyoruz.

Sfenks, Troya atı, Medusa, Ganesha, Pramit, Tac Mahal, Chchen Itza, Halikarnas Mozolesi , Eyfel kulesi ilk aklıma gelenler arasında. Metrelerce yükseklikteki bu muhteşem heykellerin sadece su ve kumdan oluştuğunu bilmek beni şaşkına çeviriyor.

Öğrendiğime göre Kum Heykel sanatı “Hiçbir şeyin kalıcı olmadığı ve herşeyin bir gün yok olacağı felsefesini taşıyor” muş. Bu yüzden bu eserler yapıldıkdan ve sergilendikten bir dönem sonra yıkılarak tamamen ortadan kaldırılıyormuş. Gece sıcak falan ama geldiğimize deydi doğrusu. Müzede bir gece geçirdik, keyifle…

Hiç bilmediğim düşmanlarım

Havanın sıcaklığı 42, deniz suyun sıcaklığı 30 derece olunca haliyle bizimde daha yüksek ve serin yerlere gitmemiz gerekti. Beşkonaklar Rafting bölgesi bu sıcaklarda bulunmaz nimet. Küçük araştırmalarım sonucu öğrendim ki sadece Rafting değil, macera parkuru, jeep safari, paintbaal, dağcılık gibi aktivitelerinde yapıldığı gece konaklamalı mekanlar da varmış.

Bu arada kaptanımızdan öğreniyoruz ki bundan 20 yıl önce rafting yaptığımız parkur üzerinde oynama yapılmış. Kayalarla bazı yerleri doldurarak suyun şiddetli aktığı yerleri hafifletmişler. Bende diyorum bu rafting maceramız benim aklımda niye korkutucu kalmış. Eğlenceli kısmını unutmuşum.

Bu seferki benim için daha heyecan vericiydi çocuklarımızla yapacaktık. Unuttuğumuz şey ise iki bot çıkıp birbirini batırmacasına mücadele edildiğiydi. İnsan gençken daha mı cesur oluyor yoksa?

Suya indiğimiz andan itibaren karşı bottakiler bizim ezeli rakibimiz, hiç bilmediğimiz düşmanlarımızdı. Kurallar basit, birbirini geç, geçerken ıslat, kürekle botu dürt, hatta devrilmelerini sağla sonra yanlarından hızla geç ve bir daha ki geçişe kadar yanına yanaştırma ama arayı da açma.

Her ne kadar düşmanmış gibi davransak da suyun üstünde iki bot birbirinden sorumlu.

Derece 42 yi göstersede hissedilen daha fazla yada benim sıcaktan devrelerim yanmış. Tek tesellim botla üzerinde durduğumuz suyun 10 derece kadar soğuk olması. Üzerime su gelince bildiğin cosss sesi çıkıyor.

Suyun üzerinde 2 saat 45 dakikalık verdiğimiz mücadeleden sonra, yarı ıslak vaziyette yarım saatte jeeplerle kamp alanına geri döndük. Bir oh çekelim oturalım dinlenelim derken çocuklardan birini macera parkındaki zipline’nın tepesinde, diğerini tırmanma duvarında gördüm.

Bize dinlenmek yoooook. Ama yine de gezmeye devam

Nar

Side Liman yolu üzerinde, şaşkınlıktan gözümü ne tarafa döndüreceğimi bilemiyorum. Eski ile yeni, fermuar dişlileri gibi adeta iç içe geçmiş. Anadolu dilinde Nar anlamına gelen Side kentinin adı gibi toprağıda bereketli.

Sağlı sollu Liman yolunu seyrederek sonuna geldiğimizde ışık, güzellik ve sanat tanrısı olarak hafızalarımıza kazınmış Apollon Tapınağı tüm heybetiyle bizi karşılıyor. Sanki ışıklar altında gece görünen yüzü bize bir şeyler fısıldıyor gibi.


Eldeki yazıtlardan öğrenildiği kadarıyla, M.Ö. 7 yy göçlerle gelen Yunanlılar, hâlâ tam olarak çözülemeyen Hint-Avrupa dillerinden olduğu tahmin edilen kente özgü bir dil konuşmuşlar.

Bir zamanlar köle ticaretinin yapıldığı ticaret limanları ile ünlü, 2.yüzyıl boyunca bilim ve kültür merkezi olarak anılan bu kente kimler ayak basmış acaba?

Lidyalılar, Persler ve İskender, Suriye Krallığı, Bergama Krallığı, Roma…
Ancak her kentin bir sonu vardır, her yaşamın son bulduğu gibi… Arap akınları, yangınlar ve depremler şehrin terkedilmesine sebep olmuş.  Side Kenti; Hamitoğlulları Beyliği, Selçuklu ve Osmanlı himayesine girsede bir süre uzun ve derin bir karanlığa gömülmüş.

Gün batımını Limanda seyredip Apollon Tapınağının yakınındaki Apollonik Kafeye oturuyoruz. Antik kentin duvarları yanıbaşımızda, o duvarların ardında neler neler yaşandı kim bilir?

Toprağın kokusu, suyun sesi, ağaç dalları … yaşamın anlamı…


Sıcak vurmuş yine benim başıma, doğal serinlik istiyor insan, öyle klima falan kesmiyor. Tamam Willis Carrier’i saygıyla ve minnetle anıyorum ama yine de ağacın, suyun verdiği serinlik başka.

Soluğu Manavgat Şelalesinde alıyoruz. Doğal park alanında, ağaçların arasından geçip şelalenin yanına vardığımda gözümü kapatıp bir müddet dinliyorum. Irmak suları geniş bir alan üzerinde yüksek bir debi ile 3-4 metrelik bir yükseklikten aşağıya akıyorlar. Her bir damlacığın çıkardığı ses diğeriyle öyle uyumlu ki gürültüden çok keyifli bir tını gibi geliyor insana. Suyun soğukluğu tahmini 9-10 derece. Etrafına yaydığı serinlik ağaç dallarının tireşimi ile birleşince oluyor size doğal serinlik.

Biraz burada kalıyoruz, toprağın kokusu, suyun sesi, ağaç dalları… yaşamın anlamı… günü burada tamamlayabilirm.

Bir başka alternatif, daha yukarıdaki Oymapınar Barajı ve çevresindek park alanı. Seyir terasından manzara harika.  Park alanına girmeden hemen göze çarpan Antik Side Kentinin su kemerleri hala sağlamlığını koruyor, muhteşemler.


Karanlık hiç bu kadar parlak gözükmemişti

Alanya’nın doğusunda yukarı doğru kıvrıla kıvrıla tırmanışa geçiyoruz. Yol bizi Cebireis Dağ’ının batı yamacında bulunan Dim Mağarası’na kadar götürüyor. Duyduklarım ve okuduklarım Dim Mağrası’nın Türkiyenin en güzel mağaralarından biri, olduğu yönünde. Merak giderek daha da artıyor.

Mağaradan içeri adım atarken karanlığa doğru gömülüyormuşuz hissi uyandırsada; sarkıt, dikit, sütun, perdemakarna ve duvar oluşumlarının ışıklandırılmış olması ve derinlerden gelen Ney sesi insanın içini huzurla kaplıyor. Her adımda sese daha fazla yaklaştığımı hissediyorum ve her adımda görsel şölene dönüşen sarkıt ve dikitleri ışık gölge oyunlarıyla takip ediyorum. Karanlık hiç bu kadar parlak gözükmemişti.

360 metrelik dört ana salonu keyifle, huzurla geziyorum. Evet bence de Türkiyenin en güzel mağaralarından biri…

Şimdi yemek zamanı ve biz aşağıya Dim Çayı’nın yanı başında sıra sıra kurulan salların üzerinde yemek yemeği planlıyoruz. İsteyen 10 derecelik suya dalıp çıkıyor şoklama misali sadece dalıp çıkıyor. Sıcakta yapılacak bir etkinlik daha. Ama güneşi Alanya Kalesinde batırmak daha çok keyifli olacak. Kim demiş tatilde yatılır, uzanılır, uzun oturulur, kısacası kımıldanılmaz, gittiğin yerde kalınır diye? Oturmaya gelmedik tekerlek dönsün lütfen…
























Devamını Oku »